Ve işte belki o sayede, şu kaybettiğimiz “kokusu” geri gelir zamanın. Şu anda biliyoruz ki, elimizde kokmayan, plastik bir çiçek duruyor
31 Ocak 2019 11:00
Amaçsızca dönenip duruyoruz. O yüzden zamanın hızlandığını sanıyoruz.
Güney Koreli felsefeci Byung-Chul Han, böyle teşhis ediyor yaşadığımız evrensel huzursuzluğu.
Bir süredir hepimizin şikayeti aynı, zamanın çok hızlandığından, ellerimizden kayıp gidiverdiğinden yakınıyoruz. Elbette zaman insanın psikoljik algısına göre çok değişkenlik gösteren bir varoluşsal ölçü. Ama Han, aslında zamanın hızlanmadığını, bunun sadece günümüze özgü bir krizin semptomu olduğunu ileri sürüyor.
Han’a göre bir “zaman krizi” yaşıyoruz, ama zaman hızlandığı için değil, zaman “atomlaştığı” için, “nokta zaman” dediği birimlere ayrıştığı için bu krizin içindeyiz. Zaman, “sürem” dediğimiz bütünlüğünü kaybediyor, Han’a göre.
Geçmişteki “mitolojik zaman” çağı, ondan sonra gelen “tarihsel zaman” çağı, hep anlatı yoluyla varolan, “anlatısal gerilimi” olan zaman kavrayışları üzerine kurgulanmış. Halbuki “enformasyon zamanı” diyebileceğimiz şimdiki çağda, teknoloji çağında, anlatı gerilimi yok. Anlatıdan kaynaklanan “sürem” bütünlüğü zayıflıyor.
“Anlatı, zamana bir koku verir” diyor Han. “Nokta zaman ise kokusu olmayan zamandır.” Bir başka deyişle, zaman bütün dayanaklarını kaybetmiş, onu alıkoyan bir çekim merkezinden mahrum kalmıştır. O yüzden zaman noktalarının arasındaki feci boşlukları doldurmak için bir sürü malumat, eğlence, didişme ya da heyecan yığmaya çalışıyoruz hayatımıza.
Buna karşın, Han bize “vita contemplativa” öneriyor, yani düşünceli yaşamayı. Zamanın içinde durmayı bilmek lazım diyor, “bulunmak” edimini öneriyor, zamanda bulunmayı yeniden öğrenmemizi salık veriyor.
“Derin düşünce” dediği, eski dilde “tefekkür” denilen, daha düşünceli yaşama, deneyimi düşünceyle harmanlama, deneyimin içinde durma yöntemleri geliştirmemizi öneriyor; yani tekrar bir “duruş” yaratmamız gerekiyor, zamanın kokusunu yeniden kazanmak için.
Zamanın Kokusu/ Bulunma Sanatı Üzerine Felsefi Bir Deneme kitabı, 2018 yılında Metis Yayınları’ndan çıktı. Kitabın orijinali Almancada 2009 yılında basılmış. Türkçeye çeviren Şeyda Öztürk. Okurken bazı güçlükler çeksem de, Türkçe çevirisi “okunabilir” felsefe kitaplarından birisi olduğunu söyleyebilirim.
Tek bir tartışma konusu geliyor aklıma: Yazarın kullandığı Almanca sözcük “verweilen” yani “kalmak” veya “durmak”, yahut “oyalanmak”. Çevirmenin tercih ettiği “bulunmak” fiili, yani zamanın içinde bulunmak (bir yerde bulunmak gibi) ilk başta yanıltıcı bir etki yaratıyor, yadırgatıyor, en azından anlamına alışana kadar. Mutlaka yayından önce tartışılmıştır, ama “bulunma sanatı” yanlış adres gösteriyor gibi geldi.
Han’ın kitabı bana, geçen yüzyılda Walter Benjamin’in “deneyim krizi” yaşadığımızı ileri süren yazılarını anımsattı. Benjamin’e göre modern insan sadece “şok” algılayabiliyor, gerçek deneyim yaşayamıyor. Çünkü deneyimin yani yaşamın özünü oluşturan “aura” dediğimiz şeyi kaybettik.
Benjamin’in “aura” kavramıyla, Han’ın “zamanın kokusu” dediği şeyi birbirine çok yakın buldum.
Aura, aslında bir “karşılaşma büyüsü”. Modern insanda, özellikle büyük şehirlerde yaşayan insanda, korkuyla kendini savunma refleksi yerleştiği için, aura dediğimiz bu karşılaşma büyüsü giderek yok oluyor. Büyünün yerini şok alıyor, travma alıyor. Şehir insanı sadece şok yaratan şeylere dikkatini verebiliyor artık, başka her şey tanımsız ve kişiliksiz bir kargaşaya dönüşüyor.
Aura kaybı, biraz imge yorulması gibi de düşünülebilir. O kadar görsel bir kültürde yaşıyoruz ki, artık görüntüler de etkisini kaybediyor, sıradanlaşıyor, kanıksıyoruz.
Aura da aslında bir karşılaşmada gerçekleşen karşılıklı bakışmadan oluşuyor. Canlı ya da cansız, insan yahut nesne, baktığımız her şeyin bize aynı şekilde bir bakışla karşılık veriyor olması lazım. Yani, bir temel bağlantı kurmaktan geçiyor hayatın büyüsü, deneyimin özü bu bakışmadan geliyor. Dünya bakışımıza karşılık vermediği zaman, aura silinmeye başlıyor.
Bir başka deyişle, bakış karşılık bulursa aura vardır hayatta, yani gerçek bir deneyim yaşanır. Bakışına karşılık bulmak, bir tür odaklanmadır. Kim kime dikkat ediyor ya da kim neye gerçekten odaklanıyor bugünkü hayatta?
Han da Benjamin’in tezine çok benzer bir görüşü savunmuş kitabında. Hatta bu konuda Heidegger’in çok güzel bir deyişini alıntılıyor: “İster bir nesne olsun, ister insan veya bir tanrı, herhangi bir şeyi deneyimlemek o şeyin başımıza gelmesine, bizle buluşmasına, bize temas etmesine, bizi altüst etmesine ve bizi dönüştürmesine izin vermektir.”
Han’a göre bizler artık bunu yapmayı beceremiyoruz. Peki, neden zorlanıyoruz gerçek deneyim yaşamakta?
Han kitabın bir yerinde, düşünceli yaşamakla (yani “vita contemplativa” denilen tefekkürlü yaşamla) daima aktif, eylemli yaşamayı ( yani “vita activa” denilen etkin yaşamı) birbiriyle kıyaslarken, Hannah Arendt’in düşüncelerinden örnek vermiş.
Tefekkürle yaşamanın ille edilgen bir yaşama tarzı olmadığını, etkin-edilgen ikilemi kurmanın yanlış olduğunu, bu ikisi birbiriyle dolayımlı olduğu zaman asıl sahici ve sahih bir hayat yaşayabileceğimizi söylüyor.
Bu bağlamda, Hannah Arendt’in “vita activa” yani etkin ve eylemli yaşama teorisinde bazı yanlışlar olduğunu öne sürmüş.
Arendt, malum, “vita activa” dediği eylem teorisini geliştirirken, kapitalist düzenin çalışmayı bir kölelik hâline getirmesine karşı, insanı yeniden etkin ve sahici kılmak amacıyla yola çıkmıştı. İnsandaki eylem gücünü, daima yeni bir şeye başlayabilme yeteneği olarak, olumlu şekilde tanımlar. Olumsuz olan, emek dediğimiz üretme ve tüketme sarkacında gidip gelen kısır döngüde yaşamaktır.
Kapitalizmin doruğa çıkardığı “Animal laborans”, yani “çalışan hayvan” modeli, insanın gerçek eylem gücünü köreltmektedir Arendt’e göre. Halbuki eylem, yani “vita activa” insanın gerçek yaratıcılığıdır.
Byung-Chul Han ise Arendt’in bu şekilde eylemi öne çıkarırken, “vita contemplativa” dediğimiz derin düşünceli yaşamı çok faza arka plana attığını, hatalı bir şekilde olumsuzladığını savunuyor kitabında. Arendt’in eyleme aşırı bir kahramanlık vurgusu yüklediğini öne sürüyor:
“Arendt’in gerçekten yeni bir şeyin ortaya çıkmasının eyleme geçmeye kararlı bir kahraman özneye bağlı olduğu varsayımı hatalıdır. Dünyayı ve kültürü oluşturan olaylar nadiren aktif eylemde bulunan bir öznenin bilinçli kararlarından kaynaklanır. Aksine, serbest zamanın, zorlamadan muaf bir oyunun veya serbest imgelemin ürünleridir bunlar.”
Han’ın bu Arendt eleştirisine tam olarak katılmıyorum. Burada gerçek bir karşıtlık yok sanki, bir vurgu farkı ve belki bir yanlış anlama var.
Birincisi, kültürel ürünler her zaman rastlantıyla ortaya çıkmaz, en azından bir eylemin tetiklediği ve harekete geçirdiği rastlantılar söz konusudur olsa olsa. Bazen zincirleme bir etki silsilesi yaratır eylem ve elbette bazen hedeflediğinden çok farklı bir sonuç doğurabilir. Ama eylem ya da niyet, gene de gereklidir.
İkincisi, Arendt’in eyleme aşırı bir kahramanlık vurgusu yüklediği de doğru değil bence. Bir önem vurgusu var elbette, çünkü Arendt için sahici eylem yoluyla bir şeyi başlatmak fikri, insan özgürlüğünün ve mutluluğunun temel koşulu. Tıpkı Han için düşünceli yaşamla varoluşumuzu değerli kılmak ve zamanı geri kazanmak fikrinin mutluluk için temel koşul olması gibi. Arada çok büyük bir ayrılık yok, sadece tanımlarda bir ifade ediş farkı var.
Eylemli yaşantıyla, düşünce yaşamını bir karşıtlık olarak kurmaz Arendt, bir bütün olarak görür.
Han, “Arendt ‘animal laborans’ın edilgenliğinin etkin bir yaşamın tam karşıtı olmadığını, aksine tam da onun arka yüzü olduğunu gözden kaçırır” diyor. Bence bu da doğru değil. İnsan türünün kolektif ve artık neredeyse ototmatikleşmiş bir seri üretim içinde sürüklenişini olumlayan herhangi bir şeyi savunmak, Hannah Arendt’in aklından bile geçmezdi. Ama Byung-Chul Han, aslında Arendt’i haksız yere eleştirirken, kendisinin zamanla ilgili görüşünü daha iyi açığa çıkarıyor.
Örneğin, Arendt için, “Modern yaşamın telaş ve huzursuzluğunun derin düşünme yetisinin kaybıyla ne kadar bağlantılı olduğunu gözden kaçırır” demiş. Bundan da çok şüpheliyim. Yeni başlangıçlar yapma ve doğumlu olma teorilerini, Aziz Augustine gibi, tefekkürle çok tanışık bir din adamı ve felsefeciden esinlenerek yaratmış olan Arendt’in böyle bir hataya düştüğünü ben sanmıyorum.
Ancak Byung-Chul Han, yanlışlıkla Arendt’i eleştirirken, gene doğru bir noktaya parmak basıyor: “Vita activa’nın mutlaklaşması, Arendt’in şikayetçi olduğu ‘deneyim kaybına’ da katkıda bulunur. Katıksız eylem deneyimi cılızlaştırır. Hep aynı olanı devam ettirir. Durup ara verme becerisi olmayan kişinin tamamen başka olan herhangi bir şeye erişimi olamaz.”
Gerçekten de, “başka” olanla karşılaşmadır deneyimi zengin kılan, zamanı derinleştiren. Ve belki de onaran.
Burada, Han’ın tezinin özüne geliyoruz. Zaten birkaç paragraf sonra, kendisi gayet güzel özetliyor: “Eylemenin kendisi bile, donarak salt emeğe dönüşmemek için duraklama anları içermelidir. Eylemenin nefes dönümünde bir dinginlik bulunur.”
Duraklama ve dinginlik sözcükleri, Han’ın ana tezinin önemli dayanakları arasında. Arendt’e yönelik eleştirisi ne kadar isabetsizse, bu konudaki saptamaları da o kadar isabetli bence, çünkü insanın etkin ve eylemde olması ile, derin düşünceyi ve tefekkürü hayatına katması arasında önemli bir denge olması gerektiğini savunuyor. Günümüzde giderek kaybolan şey de bu denge.
“Yaşam bütün derin düşünme anlarından mahrum kaldığında yoksullaşarak salt işe dönüşür” diyor Han. Bu çok önemli. Başka türlü ifade edersek, “vita activa” denilen eylemli yaşam ile “vita contemplativa” dediğimiz tefekkürlü yaşam arasında zorunlu olarak bir dolayım yapmak gerekiyor, eylemi düşünceyle harmanlamak gerekiyor, birisi olmadan diğeri anlamsız. Han bunu çok güzel ifade etmiş: “Eylemsiz bir derin düşünce yaşamı kördür, derin düşüncesiz bir aktif yaşam ise boş.”
Deneyimin neden bozulduğunu anladık. Zamana, dolayısıyla yaşamaya ahenk veren dengelerden yoksunuz. Çalışma hayatı, ne kadar üretici de olsak, bizi boş bir alanda tüketiyor, asıl ihtiyacımız olan tatmin, şu anda dünyaya hâkim olan “emek” düzeninde mümkün değil.
Üstelik, sanayileşme döneminde makinelerin kölesi gibi yeknesak, biteviye kol gücü sarf eden eski tarz emekçilere kıyasla, yani Marx’ın kapitalizmi çözerken tanımladığı proletaryaya kıyasla, bugünkü teknolojiye köle olmuş, bilgisayar ekranları karşısında saatlerini geçirip beyin gücü sarfeden yeni çağ insanlarının durumu belki daha da kötü olabilir. Çünkü boş zamanlarını da aynı makinelere, aynı ekranlara, aynı teknolojiye bağlı olarak geçiriyorlar.
İnternet ve sosyal medyada geçirilen zaman ve daha da önemlisi bu teknolojilerin yarattığı zaman algısı, artık geceyle gündüzün farkını ortadan kaldırdı, örneğin; ayrıca mesafe duygusunu da köreltti. Daha da önemlisi, bizleri “sürem” yani “aralıksız bütün” (continuum) denilen zaman duygusundan giderek kopartan bir teknolojiyle ve çalışma düzeniyle haşır neşiriz. Byung-Chul Han’ın deyişiyle bir “varlık eksikliği” duymaktayız.
Peki ama, nedir bu sürem ya da varlık eksikliği?
Bana kalırsa ana nedeni, kendiliğinden, doğallıkla zaten esnek olan zamanı bizlerin yapay şekilde daha fazla esnemeye zorlamamız. Zaman, biz onu zorladığımızda, normalde olmayacak kopmalara uğruyor, parçalanıyor, dağılıyor, esnemek yerine kırılganlaşıyor âdeta.
Neredeyse organik diyebileceğimiz zaman dokusu bozuluyor.
“Boş zaman tembel bir eylemsizliğin komşusu değil, tam tersidir” diyor Byung-Chul Han. “Dağılmaya değil toplanmaya hizmet eder. Bulunmak, duyuları bir araya toplamayı şart koşar.” Bizler ise günümüzde dinlenmeyi, ara vermeyi, dağılmak olarak yaşıyoruz, çoğunlukla. Yani zamanın ritmini yitiriyoruz, tanıdığımız bir müzik parçasını yanlış ritimde dinleyip, sürekli rahatsız olmak gibi bir şey bu.
Ritim bozukluğu, tıpkı düzensiz atan bir nabız gibi, yaşamanın “sürem” dediğimiz bütünlüğünü kesintiye uğratıyor, sanki sürekli çarpıntıyla, sürekli taşikardi hâlinde yaşıyoruz.
Han’ın bir tür çare olarak, iyileşme yolu olarak önerdiği “vita centemplativa” yani düşüncelilik, derin düşünceli yaşayabilmek, “sürem” dediğimiz şeyin değerini bilerek yaşamakla eşanlamlı sanki.
“Vita contemplativa bir sürem pratiğidir. Çalışma zamanını kesintiye uğratarak bir başka zaman tesis eder.”
Bu “başka zaman” dediğimiz, ritmi geri kazanılmış, belki “kokusu” yeniden duyulacak zamanın bir takım formları, biçemleri var, yazarımız bunlara “varlık kipi” diyor. Bunların aynı zamanda ilginç sözcükler olarak karşılığı var, belki bu sözcükleri de artık yeteri kadar sık kullanmıyoruz, yahut eskisi kadar değer vermiyoruz.
“Tereddüt” bunlardan birisi. Daha Hannah Arendt’i eleştirirken söylüyordu yazarımız:
“Tereddüt etmeyi bilmeyen bir eyleme geçme kararlılığı kördür. (...) Tereddüt kendi içinde olumlu bir edim değildir elbette. Ama eylem açısından kurucu önemdedir. Eyleme geçmeyi salt emekten ayıran şey bir eylem fazlalığı değil, bir duraklama yetisidir. Tereddüt etmeyi bilmeyen kişi, sadece bir emekçidir.”
Burada kullandığı “duraksama” ve “durak” sözcükleri de önemli. Tereddütle doğrudan ilintili:
“Yürümede herhangi bir tereddüt ya da duraksama olmazsa, katılaşır ve uygun adım ilerlemeye dönüşür” diyor yazarımız. Bugünkü otoriter eğilimleri tanımlıyor sanki.
Parmak basmak istediği şey, hayatımızda sükunet olmadığı zaman, şiddet olduğu gerçeği. Aradaki farkı yaratan şey de, dolayım yani dolaylılık. Yani farklı şeyler arasında bağlantılar kurmak. Han’a göre, dolaylı şeyler hayatımızdan yok olursa, dünya formlardan yana zayıflar, yoksullaşır. Daha da kötüsü, şiddete yol açılır.
Örneğin, dil, dolayımla metafor yaratır, mecazla zenginleşir, dünyayla farklı bağlar kurdukça derinleşir. Dolayımsız, mecazsız, renksiz ve belki de “kokusuz” bir dil zengin olamaz.
“Dil, içerdiği dolaylı unsurlardan arındırılırsa, bir çığlığa ya da bir emre dönüşür. (…) Şiddet, dolaysızlığa meyleder” diye ifade ediyor bu düşünceyi.
Duraksama ve duraklamalar da aynı işlevi görüyor, zamanın “sürem” dediğimiz organik dokusunda. Duraklama, yaşamın içinde uğradığımız duraklar, birer sükunet kapısı, birer nefes alma fasılası olmalı, Han’a göre. Tıpkı müziğin bazen “es” vererek ahenk yaratması gibi. Halbuki günümüz insanlarının çoğu, serbest zamanı sadece tüketerek geçirmeyi biliyor, duraklayarak değil.
Han’ın deyişiyle “Animal laborans, sadece molalara aşinadır, derin düşünceli bir dinlenme bilmez.” Yani hayatı ahenkli değildir.
Diğer varlık kipleri için de aynı şey geçerli, yazarımıza göre. Bazen “itidal”, bazen “çekingenlik”, kimi zaman da “bekleme” veya “metanet” olabilir bu kipler. Byung-Chul Han, bu sözcükleri felsefe ustası Haidegger’den ödünç almış. Heidegger’le ilgili görüşleri de hayli eleştirel ve gene çelişkili bence. Ama önce, yazarımızın “vita centemplativa” tasavvuruna göz atmayı tamamlayalım.
Kesinlikle anladık ki, çalışma hayata egemense, tefekkürlü yaşam yani “vita contemplativa” ile tüm bağları koparılmış bir “vita activa” sözkonusudur. Makinelere ve teknolojiye bağımlı, sadece çalışma, üretme ve tüketme döngülerine göre düzenlendiği için yozlaşan bir zaman ayarına bağlıyız.
Byung-Chul Han’a göre, insan derin düşünme yetisini tamamen kaybederse, kaliteli yani düşünceli bir dinginliğe ulaşamazsa, “yozlaşarak bir ‘animal laborans’a dönüşür.” Bu durumda boş zaman da sadece öldürülecek zaman olur, kalitesi kalmaz. “Tüketim malları derin düşünceli bir bulunmaya izin vermez” diyor yazarımız. Bu durumda, yavaş yemeğin bile “fast food”dan farkı kalmamıştır.
“Esas sorun, dayanıklı olan, kalıcı ve yavaş olan her şeyin tamamen ortadan kalkma ya da hayattan eksilme tehditi altında olmasıdır” diyor Han. Halbuki, düşünce en etkin eylemden de daha etkindir yazarımıza göre. “Düşünmenin en etkin eylem olmasının nedeni tam da, en yükseklere çıkması ve en derinlere inmesi, bütün eylemler arasında en ileri gitmeye cesaret etmesi ve derin düşünme olarak, en geniş alanı ve zamansal mesafeyi kendi içinde toplaması, yani, derin düşünceli olması değil midir?”
Bu soruya evet diyen geçmiş filozofların başında, Heidegger geliyor, en azından Byung-Chul Han o görüşte. Onun yanı sıra, en öne çıkardığı diğer düşünür Nietzsche. Yazarımıza göre, Heidegger’in “geç dönem” düşüncesinde derin düşünme öne çıkıyor. “Kıryolu” anlatısı, doğadaki tefekkür imkânı, bunun başlıca örneği.
“Bu kıryolundaki kişi bir yere gitmez, düşünerek orada bulunur” diyor Han. Böylece kişi, “yavaş ve uzun şeylere açar kendini.” Bu sükunet, tefekkür ve tereddütlü adımlar bütünü, “epoche” sözcüğüyle karşılığını bulan duraksamadır. (Han söylemiyor ama epoche’yi ilk ortaya atanın fenomenolojinin kurucusu Husserl olduğunu unutmuyoruz.) Han şöyle devam ediyor düşüncesine:
“Kısa süre için durmak: sürüp gitmek, hareketsiz durmak, kendinde ve kendi içinde duraklamak, yani sükunet içinde durmak demektir.”
Böylece derin düşünceyle -tefekkürle- durmayı/bulunmayı bilen insan, zamanı yeniden kazanır. “Varlık biçimini enginleştirir” diyor Han. “Yaşam, derin düşünme kabiliyetini tekrar kazandığında zaman ve mekân, sürem ve enginlik de artar.”
Ve işte belki o sayede, şu kaybettiğimiz “kokusu” geri gelir zamanın. Şu anda biliyoruz ki, elimizde kokmayan, plastik bir çiçek duruyor.
Ve böylece anlıyoruz ki, tefekkürlü yaşam, yeniden canlandırılmak zorunda – tabii bu hızla akan, telaşlı, endişeli, karmaşık çağda nasıl olabilecekse. Sadece tefekkür “nefes almak için alan açar” diyor yazarımız. Latince “otium” deyimini kullanmış, yani “derin rahatlama”. Nefesin yavaşlaması.
“Emeğin demokratikleşmesinden sonra otium’un demokratikleşmesi gelmelidir ki, emek herkesin köleleşmesine dönüşmesin” diye noktalıyor meseleyi.
Nietzsche’den güzel bir alıntı yapmış: “Huzur eksikliğinden dolayı uygarlığımız yeni bir barbarlığa doğru gidiyor. (...) Tefekkür unsurunu büyük ölçüde güçlendirmek için insanlığın karakterine zorunlu bir değişiklik yapmak gerekiyor.”
İyi, güzel de, nasıl?
Günümüzde “mindfulness” yani “düşünceli olma, farkındalık” denilen bir akım var, biliyorsunuz, herkes bu kurslara gidiyor. Yoga veya Tai Chi yapılıyor, meditasyon seansları dolup taşıyor, kırlara koşuyoruz, ama nafile.
Bana kalırsa çoktan kaybedilmiş bir mücadele bu. Cep telefonlarını, tabletleri, İnternet’i belli bir süre kapatmakla da başarılacak gibi değil. Gittiğimiz felsefe kursları, rahatlama dersleri yeterli mi? Çoğunu denemiş bir kişi olarak, hiç sanmıyorum.
Rahatlamayı, tefekkürü, derin nefes almayı, düşünmeyi, tartmayı, iyiden iyiye CİDDİYE almalıyız önce. Kültürümüzde rahatlamaya bilinçli olarak yer açmalıyız. Bugünkü yaşamda buna yer açmak, bir dağı yerinden oynatmak kadar, hatta daha bile güç sanki.
Kırlara koşuyoruz ama, gidene kadar geçtiğimiz kalabalık havaalanları ve stresli trafik ne olacak? İklim değişikliği kadar ciddi bir yaşamsal sorundan söz ediyor burada yazarımız. Çözümü de aynı ölçüde zor, belki imkânsız, belki çok geç.
Byung-Chul Han’ın incelemesini tam da bu nedenle, kitabın “vita centemplativa” adını verdiği son bölümünde zayıf buldum. Önerdiği çareler, ileri sürdüğü görüşler yeterli değil, sorunun büyüklüğüyle baş edebilecek herhangi bir görüş öne sürmeye neredeyse başlayamamış bile. Ama buna karşın, kitabın ilk bölümünde, yani sorunu teşhis ederken yazdıkları, çok güzel ve etkileyici.
Hatta diyebilirim ki, sorunu teşhis ederken kullandığı kavramlar ve sözcükler, yazışındaki üslup, daha derinden bir çareye işaret ediyor, âdeta kendiliklerinden.
Ne demek istediğimi anlatmaya çalışayım, son olarak, örneklerle. Çünkü Han’ın her teşhisinde değindiği birkaç örnek var ki, âdeta hastalığın çaresini, şifasını içinde saklıyor, biraz kurcalasak ortaya çıkacak gibi. Felsefe yönteminden çok, bir hayal gücü çalışması gerekiyor galiba, ben öyle hissettim. Bu da hoşuma gitti. Çünkü yaşamın içinden gelmeyen felsefe, benim için artık tamamen değersiz, boş sözcüklerden ibaret.
İşte bir örnek: Kitabın en kısa bölümlerinden birisi “Şimdiki Zamanın Paradoksu” adını taşıyor. Yazarımız şöyle söylüyor: “Şimdinin paradoksu, daha çok, her şeyin aynı anda şimdiyi oluşturması, her şeyin, şimdinin bir parçası olma fırsatına sahip olması, hatta bunun zorunlu olmasıdır. Şimdi kısalıyor ve süremini kaybediyor. Aynı zamanda her şey şimdiye doğru itiliyor. Bu da derin düşünerek bulunmayı imkânsız kılan bir imge-olay-bilgi izdihamına yol açıyor. Böylece insan dünyada sürekli ‘zapping’ yapıyor.”
Yani olayların, bilginin ve imgelerin sıkıştırılması, derin etkilerden, doyumlu deneyimlerden koparıyor bizi. Han’ın burada dijital teknolojinin özelliklerinden söz ettiği malum. Ama nasıl söz ettiği önemli.
Zaman aralıklarından söz ediyor mesela. Eşiklerden söz ediyor. Ne kadar ilgi çekici, hayal uyandırıcı sözcükler. O da bunların büyüsüne kapılıyor. Kayıp, korku, ölüm ve kaygı çağrıştırdığı kadar, umut, macera, vaat ve beklenti de yaratıyor bu sözcükler, yazarımıza göre. Haklı da. Tutku giriyor devreye.
Zaman aralıkları ve onların yarattıkları eşik duygusu, bilinmeyene doğru geçiş olduğu için kaygı vericidir mutlaka, ama bir yandan da umut ve beklenti zamanlarıdır yazarımıza göre.
Aynı şekilde, bir yerden bir başka yere giderken katedilen yol da bir heyecandır. Ama turist gibi giderken değil. Turist için “görmeye değer” sayılan şeylerin dışında her şey boş geçitlere, bir an önce aşılması gereken angaryalara dönüşür. İnsan bir eşik varlığı olmaktan çıkar. Sadece hedefe kilitlenir. Bu yüzden de “yolun zengin semantiği ortadan kalkar. Yolun bir kokusu da yoktur artık. Hatta yol da ortadan kalkar” diyor Han. Çok zengin mecazlar kullanıyor “zaman kirizi” teşhislerinde.
Biz insanlar artık “hemen erişim” istiyoruz ve buna karşı koyan bütün aralıkları yok etmeye çalışıyoruz.
Sonuç: aslında zamansallığı ortadan kaldırmaya çalışıyoruz. Böylece zamansal bir çözülme başlıyor etrafımızda. Burada önemli olan, ne tek başına hız, ne de hız-yavaşlık ikilemi. Asıl önemli olan, bizim zamanın yapısal ögelerine yok ediyor olmamız. Geçiş, eşik, aralık ve elbette ki en önemlisi “tamamlanış” gibi süreçleri ve süremleri imha edişimiz.
Böylece zaman süreksizleşiyor. Her şeyi hemen ve şimdi istiyoruz. Elektronik posta gibi, her şey hemen erişime açık olsun istiyoruz. Bir yandan da hiçbir tamamlanış yaşayamıyoruz, her şey havada ve sonuçsuz.
Bu durumda geçmiş de bizim için derhal geri çağrılabilecek bir şeye dönüşüyor. Hayat böylece kısırlaşıyor, hatırlamak bile tadını kaybediyor. Zamanın çeşitli biçemleri arasında bağlantılar kuramamak yüzünden, “aura” yok oluyor.
Olaylar, bilgiler ve imgeler bir araya sıkıştırılıyor demiştik. Bir izdiham yaşanıyor demiştik. Yani her şey “nokta”laşıyor. Anlatı dediğimiz doğrusal bir hatta ilerleyen sürekliliğin hazzı ortadan kalkıyor. O haz gittikçe de, “zamanın kokusu” siliniyor hayattan.
“Günümüz sanatı ve müziği de bu yeni algı biçimini yansıtır” diyor Byung-Chul Han; “Sanat epik soluğunu kaybetmektedir.”
Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde romanındaki zaman algısından söz ediyor, karşı örnek olarak. “Kokular ve tatlar geçmişin en uzak köşelerine kadar uzanır” diye ifade ediyor kaybettiğimiz estetiği, acelecilik çağı kokusu olmayan bir çağ, diye tanımlıyor, halbuki “Zamanın kokusu bir sürem fenomenidir. (...) ‘Dolaysız hazdan’ geri durur. Dolaylı, dolambaçlı ve dolayımlıdır.”
Bir başka deyişle, en ufak şeyin bile dünyanın bütünüyle iletişim içinde olduğunu bize gösteren ‘aura’dır yaşamanın büyüsü. “İşte varlığın bu himmeti dünyanın güzel bir koku salmasını sağlar” diye ifade ediyor Han bu büyüyü.
Hakikatin bir bağlantı meselesi olduğu, zamanın bu varoluş yasasının tam da özünde durduğu ve bizim bu özü bozmakta olduğumuz, su götürmez gerçekler olarak çıkıyor karşımıza, Han’ın kitabını okurken.
Sadece doğayı kirletmedik, zamanı da bozduk, özetle.
Han böylece çok korkutucu bir teşhis yapıyor, ama bir yandan da neyi kaybetmek üzere olduğumuzu inanılmaz güzel cümlelerle ifade ediyor.
“Metaforlar birbirine dostça yakınlaşan şeylerin saldığı kokudur” diyor mesela. Böyle bir cümleyi okuyunca da insanın içinden kaleme sarılıp yazı yazmak geliyor.
Jean-François Lyotard’ın felsefesinden söz edip, “anlatının sonunu” ilan ediyor mesela yazarımız. Anlatının sonu bir zaman krizidir, diyor, ama bir yandan da Rainer Maria Rilke’nin meleklerine değinip, Heidegger’in Varlık ve Zaman eserine geçiyor, “Dasein” bu koşullarda ne durumda diye bakıyor. “Aceleciliğin hüküm sürdüğü ve süremin olmadığı yerde, sürem eksikliğini, hatta varlık eksikliğini telafi etmek için, katıksız bir nicel yoğunlaşma olan hızlanma devreye girer” diye hatırlatıyor.
Bu nedenle, Heidegger’in “kıryolu” aradığımız çarelerden birisidir belki de. Ama Heidegger’in asıl çözümü, zaman krizinin aynı zamanda bir “benlik krizi” olduğunu saptamasıdır. Tarihin ve zamanın çekim kuvveti, artık benlik vurgusundan kaynaklanacaktır.
Fakat Byung-Chul Han, bu çözümü tam olarak benimsemiyor kitabında, eleştirel ve mesafeli yaklaşıyor. Çünkü onun gözünde, benlik krizi, Hediegger usulü bir “kıryolu” çözümüyle de düzelecek gibi değildir.
“Diskroni” diye adlandırdığı zaman krizi, yani zamanın çekim gücündeki zayıflama, yani zamanın bozulması, yani zamanın artık yerleşik koordinatlarda olmaması, insanın elinde çok zayıflamış bir benlik bırakmaktadır, Han’a göre. Bu benlik, yani günümüz insanı, ne kadar çevrimiçi bağlantılı olsa da, sosyal medyadan herkese ve her şeye ulaşıyor gibi gözükse de, aslında dünyayı kaybetmek üzeredir, gerçek birlikte oluşu da kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıyadır.
“Dünya yoksunluğu, bir diskroni belirtisi. İnsanı, bütün gücüyle sağlıklı tutmaya çalıştığı küçük ve önemsiz bedenine ufaltıyor. Bundan başka hiçbir şeyi yok insanın. Kırılgan bedeninin sağlığını korumak, dünyanın ve Tanrı’nın yerini alıyor.”
Ve bu ilginç kitabında Byung-Chul Han sonucu daha en başta açıklıyor : “Zaman krizinin aşılması için yaşamın, gündelik hayatın en küçük unsuruna kadar farklı bir biçim alması zorunlu.”
Peki ama nasıl? Hannah Arendt’in o çok eleştirdiği eylem teorisindeki “devrim” tanımıyla mı? Tefekkürle devrim mümkün mü? Dev bir çaba gerekiyor, özetle söylersek. Han’ın kitabındaki zaaflar ve çelişkiler de böylece su yüzüne çıkıyor.
Haksızlık da etmek istemem, gerçi. Kitabı çok ufuk açıcı buldum. Byung-Chul Han, bu ürkütücü ve haz verici kitabı nedeniyle, izlenmesi gereken bir felsefeci olarak ilgi alanıma girdi.
Metis Yayınları’ndan daha önce iki kitabı çıkmış. Şeffaflık Toplumu bir tanesi. Şeffaflık idealinin, günümüzde ne yazık ki pornografik bir müstehcenliğe dönüştüğü saptamasıyla etkiledi bu kitap beni.
Diğer kitabı ise, Şiddetin Topolojisi. Din ve benzeri kural koyucu çabalara, yani temeli olumsuzluğa dayanan eski sistemlere kıyasla, gene günümüzde “olumlu” diyeceğimiz özgürleşme, sınırları aşma, ritüellerden sıyrılma hareketinin nasıl gene aşırılaştığını, âdeta bir “orji” hâline geldiğini, “aşırı olumluluktan” muzdarip olduğumuzu saptayan, özgürleşmenin artık neredeyse şiddete dönüştüğünden söz eden ilginç bir çalışma. Yani ölçüsüz bir aşırılıklar çağındayız.
Bu kitapları da karıştırdıktan sonra, Zamanın Kokusu kitabındaki “zaman krizi” anlayışının çerçevesi gözümde daha çok belirginleşti .
Örneğin, insanlığın niçin hâlâ dine bu kadar bağlı olduğunu sanki daha iyi anladım. Dinin sağladığı ritüellerin, yüzeysel de olsa zamana getirdiği çekim gücünün, hükmedici de olsa sağladığı anlatı boyutunun ne kadar önemli sığınaklar olduğu, kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Güney Kore asıllı olmasına rağmen, Almanca yazdığı ve Alman felsefesi formasyonundan geldiği için bir Alman felsefeci olarak kabul edebileceğimiz Byung-Chul Han’ın, yaşadığımız olağanüstü çağı okuma çabalarını önemsiyorum.
Bana bu yazı boyunca söz ettiğim temalardan bile daha önemli bir şeyi hatırlattı en azından, o da çok basit bir önerme: Felsefeye, ama mutlaka yaşayan ve bizi sarmalayan bir felsefeye, her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.