"Bir gün gelecek, daha iyi Türk-Yunan ilişkileri için eski yanlışları tekrar etmek istemeyenlerin kulak verdiği bir sesin parçası olacak bu kitap ve bu yolculukta daha iyi bir yere ulaşırsak, belki devamını da yazacağım."
23 Aralık 2021 18:00
Başar Başarır’ın Sibop romanının ardından altı yıl sonra yazdığı ikinci romanı Dolunay İki Gece Sürer, ekim ayında Can Yayınları tarafından yayımlandı. Sadece ülkenin değil, dünyanın bu üstümüze gelen haleti ruhiyesi içinde sıkışıp kalmışken insanın biraz durup nefes alacağı, gülümseyeceği bir roman. Neşeyle yazılmış. Bu demek değil ki kendince büyük dertleri yok; olmaz mı, elbette var. Bitmeyen derdimiz: babalar ve kızları. Emekli öğretmen İhsan Sami Bey ve annesi vefat edince yalnız kalan, evin çocuğuyken ebeveyni olan Gamze. Ana hat bu iki karakterin üzerine kurulmuş olsa da, ara karakterlerle hikâyenin gidişatını bir hayli şenlendiriyor Başar Başarır. Türk-Yunan ilişkilerinin de ortasında gezinen kitap, 2001 yılı ekonomik krizini de bütün ayrıntılarıyla hatırlatıyor.
Kısa bir zaman diliminde bir genç kızın birey olması hikâyesi gibi okunabilir Dolunay İki Gece Sürer ama insanlara başka bir şans daha vermenin aslında kendine bir şans vermek ve barışmak demek olduğunu hatırlatıyor. Şöyle bir dinlenmek ve 20 yıl öncesine bir göz atmak için okunması gereken kitaplardan biri...
Sohbete neşeyle başlamak istedim, ilk sorum da o: Tam da bu zamanda bu kadar neşeyi nereden buldunuz, ya da nasıl buldunuz?
Aramakla bulunmuyor ama dediği gibi adamın, “Bulanlar, sadece arayanlardır”. Ben bunu genel olarak benimsemiş durumdayım; sadece yazma, okuma, edebiyat bâbında değil, hayat parantezini mümkün mertebe neşeyle doldurmaya, hem kendimi hem çevreme bir kahkaha ahengiyle seslenmeye çalışıyorum. Tabii ki bu her zaman mümkün olmuyor, çok öteye de götürmemek lazım; ama olabildiğince ciddiye almadan yaşayabilmek mühim olan. Tabii ki büyük elemler, dertler, acılar, kayıplar oluyor ve bunları her zaman ti’ye almak mümkün değil. Ama dediğim gibi, olabildiğince, fırsat bulduğun her köşede önce kendinle, sonra hayatla dalga geçeceksin. Hayatı fazla ciddiye alan, bir süre sonra o gam kasavet içinde çöküp kalıyor bana göre. Bir de rahmetli babamın çok sevdiğim bir lafı vardır, “Lafın iyisi şakayla otururmuş” derdi.
Sizin bir koleksiyonerlik merakınız var mı?
Hem de nasıl!
Neleri biriktiriyorsunuz?
Haberleri… Mesela gazete kesiklerini, gazeteler dijitalleştikten sonra bütün görselleri, ilham veren her şeyi… Yani ne bileyim, kocası öldükten sonra malı mülkü satıp cruise gemisinde yaşamaya başlayan kadının hikâyesini de, kanser olup ölmek istemiyor diye kendini dondurtmaya çalışan adamın hikâyesini de... Çeşitli haberler dünyadan, Türkiye’den... Dönüp onlara bakıyorum, çünkü olağanın dışında bir şeyler dönüyor aslında. Çok sıradan, sürekli tekrarlanan bazı şeyler var. Onlar bizi felaket bir şekilde yoruyor. Güncel siyaset, ekonomi… Acılarımız, dertlerimiz… Ama onun dışında birtakım çok ilham verici şeyler oluyor: İnsanlar deliriyorlar veya delirdiklerini saklayamaz hale geliyorlar. Bunları topluyorum. Tabii birtakım efemera da topluyorum. İmzalı kitaplar, el yazıları… Basın dünyasında çalıştığım her yerde mutlaka birkaç kişinin el yazısını bir kenara koymuşumdur. Sonra dönüp onlara da bakıyorum. Ama koleksiyoner değilim, biriktiriciyim. Bunların hepsinin bir anlamı var; kıymeti benden menkul. Çok değerli olmayabilir ama bir anlamı var benim için. Onlardan ilham da alıyorum, hatırlıyorum, hafızayı da tazeliyorum. Hafıza çok önemli. Yazmanın onda dokuzu yazmamak, düşünmektir. Düşünerek yapıyorsunuz, düşüne düşüne buluyorsunuz ne yapacağınızı ama olumlu düşünmek lazım.
Roman 2001 ekonomik kriziyle başlıyor ve 11 Eylül’le son buluyor. Aslında kısa bir zaman dilimi anlatılıyor ama insanların 20 yıl sonra hatırlamayacakları şeyler var.
Hepsini kendi arşivimden buldum diyemem. Bir sürü şeyi geriye dönük okuyarak, araştırarak fark ettim ama bazı şeyleri hatırlıyordum. 2001’in en unutulmaz hikâyesi de İsmail Cem’le Yorgo Papandreu’nun arkadaşlığı, Boğaz’a bakıp rakı içmeler, Sisam Adası’nda sirtaki oynamalar... Böyle şeyler kalıyor. Bunlar unutulmaz şeyler. 2001’de üniversitede ders veriyordum, her gün derse girdiğimde çocuklara, “Bu hafta en önemli şey nedir?” diye soruyordum. İletişim Fakültesi olmasına rağmen hiçbiri ne gazete okuyor ne de haber takip ediyordu. O yüzden bilemiyorlardı. “Bu hafta bak bu oldu, bunu hatırlayacaksınız ömrünüz boyunca” diyordum. Ben hatırlıyorum, onlar hatırlamıyordur muhtemelen ama böyle şeyler kalıyor insanın içinde.
Dille ilgili de bir şeyler biriktiriyor musunuz? Hiç duymadığım deyimler, atasözleri, argo ifadeler… Argoyu da çok seviyorsunuz ve çok yerinde kullanıyorsunuz. Nereden besleniyor dil oyunlarınız?
Öncelikle teşekkür ederim iltifatlarınız için. Elden geldiğince lafı gediğine koymaya çalışıyorum, işim de bu. Bir yazarın, yazıyla uğraşan insan diyeyim, tek bir malzemesi var aslında. Kelimelerim var, başka bir şeyim yok ve bir de o kelimelerin dizilimi var. Deyimler, atasözleri, eğretilemeler... Bunlara hâkim olman lazım, yoksa “Ali gitti Veli geldi” yazarsın. Farklı bir şey yazabilmek için çalışman lazım. Bu en azından benim için böyle. Oturdum yazdım; çok çalıştım, düşündüm, araştırdım, tabii ki biriktirdim de; dolayısıyla dille ilgili de bir defterim var: Topluyorum, yazıyorum bir kenara, “Bunu kullanabilirim” diye alıyorum, ayırıyorum; herkesten, her şeyden, çünkü dil kamusal bir alandır, hepimizin malı dil. Sen bir şey söylediğin zaman kelimeler sana ait olmuyor ki… Hepimize ait olduğu için, tekrar tekrar yaşaması gerektiği için, ben onları, beğendiğim şeyleri alıp kullanmak için pusuya yatıyorum.
Romana dönecek olursak, bu İhsan Sami Beylerin iktidarı nereden geliyor?
Kendinden menkul! Onlar “Cumhuriyet”in kurucuları, sahipleri olarak görüyorlar kendilerini. Tırnak içinde “Cumhuriyet” diyorum. Burada her “Cumhuriyet”in içini başka şekilde doldurabilirsin. İyi niyetli; kesinlikle kötü niyetli değil, kalbi temiz. Fakat dönüp kendine bakamayan, aynasız tipler yani bunlar. Niyetleri sahih olduğu için her yaptıklarının makbul olduğunu düşünüyorlar, çünkü başka türlüsünü görmemişler, gördükleri tek şey bu. Tahtadaki öğretmenin sopa sallayarak bize “Bunların doğru, bunların yanlış, bunların gerçek, bunların hayal” olduğunu söylemesi gibi bir şey. İhsan Sami Bey’in başka bir defosu daha var ki, o kuşakta çok yaygındır: Babasız büyümüş. Baba görmemek de çok büyük bir dert, özellikle bir erkek çocuğu için. O yüzden de babalık yapmayı beceremiyor. Gene çok iyi niyetli, kalbi temiz, severek, iyiyi isteyerek, doğrusunu arzulayarak, inandıklarından taviz vermeden yaşamaya çalışıyor. Öyle bir kuşak bu. Çok sınav verdiler 21. yüzyılın ilk iki on yılında. Gördüğüm kadarıyla, benim ölçütlerime göre kötü sınav verdiler.
Bu babasız büyümelerinden ötürü mü? Bir kuşağı da babasız bıraktılar. Onların yetiştirdiği babalar var olsalar bile yok numarası yaptılar.
Evet, tabii ki… Dedesizler, babasız da oluyor. O yaşadıklarını sorgulayabilenler, birkaç kuşak sonra düzelebilir. Herkes için aynı diyemem. Bazı mucizeler de oluyor. Babasız olduğu halde görüp öğrendikleriyle kendini başka bir yere atabilmiş insanlar da var. Ama genel manada babasız büyümek, babalık etmek konusunda büyük bir engel ve eksikliktir. Öte yandan bunların etkileri giderek azalıyor artık. Geldiğimiz noktada, yaş itibariyle 100 yıl öncesinin izleri silinmeye başladı. Hatta biz arkadaşlarımızla konuşurken şöyle diyoruz: “Anne-babanın kral, çocukların köle olduğu zamanlarda biz çocuktuk; sonra anne-babanın köle, çocukların kral olduğu dönemde de anne-baba olduk!” İşler başka yöne doğru gidiyor artık.
Sizin hem koleksiyonerliğiniz hem Gamze’nin hayatında fotoğrafın ve karanlık odanın önemli bir yeri olması şu soruyu getirdi aklıma: Bu dijital çağ, bizim dünyayla, imgelerle olan ilişkimizi de biraz değiştirdi mi sizce? Karanlık odasız fotoğraf hâlâ Gamze için gördüğü işlevi görüyor mu?
Elbette… Mesela Bulut Atlası’nın fütüristik bölümlerinde, kitabın gelecekte geçen yerlerinde bazı markaların bazı nesnelerin yerine geçişini anlatır. Atıyorum, “O gün oturduk evde, Sony seyrettik” der, “Televizyon seyrettik” demez. “Duvarda bir Kodak asılıydı” der. Tam bunları yazdığı çağ da dünyanın fotoğraf konusunda en büyük patlamayı yaşadığı çağdır. Yani dakikada 1 zirilyon fotoğraf yükleniyor Instagram’a. Herkes fotoğraf çekiyor, herkes fotoğraf paylaşıyor ama Kodak battı! O başka bir şey artık. Çünkü Kodak o günün fotoğrafına hizmet eden bir markaydı; bugünkü fotoğraf, o günkü fotoğrafla aynı şey değil. Bugün hemen çekilip hemen paylaşılmadığı ve özellikle geniş açıyla çekilip insanları yamuk yumuk göstermediği zaman değeri olmayan bir şeye dönüşmüş durumda fotoğraf. Elbette fotoğraf sanatını icra edenler, değerini, manasını kavramış ve sürdürmeye çalışanlar var. Öbür yandan oksijen satmak gibi bir şey artık fotoğrafçılık. Herkeste var, herkesin hâkim olduğu bir şey haline geldi. Muhtemelen on yıl sonra bu konuştuklarımızı okuyanlar “Ha ha, ne kadar ilkel bakıyorlar” diyecekler bu söylediklerimize. İnanılmaz bir hızla değişiyor ve öngörmemiz mümkün değil. Öyle bir iddiam yok, fakat karanlık odada çok zaman geçirmiş biri olarak, yani o filmi çekmek, banyo etmek, asmak, kurutmak, beklemek, sonra compact baskısını yapmak, kareleri seçmek, sonra onları basmak, onları banyo etmek, onları kurutmak, onları beklemek, olmadı bir daha yapmak falan… Yani saatler, günler süren ve çok da pahalı bir işti. Ben hem öykü yazıyordum hem fotoğraf çekiyordum. Evden bana “Sen niye öykü yazmıyorsun sadece?” diyorlardı! Bunlar çok geride kaldı artık, anlatmamız mümkün değil kimseye. Filmlerde görülen, kırmızı ışıklı bir acayip şey o. Kimsenin geri dönmediği, dönmek de istemediği bir şey.
Gamze için de orası el yordamıyla, kendi kendine kurduğu bir dünya aslında.
Eve gitmek istemeyenlerin sığındığı…
Annesinin ölümünden de babasını sorumlu tutuyor. Feriha Hanım’ın “Sevgisizlikle kimseyi terbiye edemezsin” cümlesi sürekli dolaşıyor ortalıkta.
İhsan Bey’e diyor Feriha. İhsan Bey’in bunu anlayacak durumu yok. O yeterince iyi niyetli olduğuna inandığı için bunun geçeceğini düşünüyor. “Terbiye etmek falan ne demek ya, işte ben seviyorum, yeter. Yani bundan sonra söylediğimi yapacak, artık benim istediğim gibi birisi olacak, çünkü ben babasıyım, ben onu seviyorum.” Hiçbir anlamı olmayan bir argüman bu.
“Evden kaçmak değildi, maddenin ataletini yendim, diye açıkladı Gamze, beni aşağı çeken, olduğum yere sabitleyen o içimdeki ataleti. Hareket etmeye karşı isteksizlik. Bir şeyi yapamama. Zincirlerimi koparıp özgürlüğümü ilan etmekteki kabiliyetsizliğim.” (s. 232)
Kendimde de deneyimlediğim bir şey: Evden kaçmadan evin neresi olduğu bulunamaz. Gamze’nin evden kaçması bir şekilde hayatla, evle, aslında büyümeyle, kız çocukluğundan kadınlığa geçişle ilgili bir davranış mıdır, değil midir?
Evet, dönüm noktası üniversiteden mezun oluşu. Oğuz Atay da der ya, “Mühendis doğmamıştım”. Bir karakterine söyletir tabii: “Elimde, rüzgârlı bir günde, rüzgâra karşı, diplomanın mürekkebi kurusun diye yürüyordum ama ne yapacağımı bilmiyordum.” Gamze’nin de durumu o, henüz mürekkebi kurumamış bir diplomayla hayatın ortasında cascavlak kalmış. Süregiden neyse onu sürdürmek istemiyor ve bir çıkış arıyor. Hayattan, o âna kadarki durumunu da ileride bir yerdeki bir muhabbetinde anlatıyor Gamze, “Sürtünme kuvveti...” benzetmesiyle. Sürtünme sizi sabit çizgiye hareket etmeye yönlendirir ve o sabit çizgi genellikle sıfırdır, sabit. Daha doğrusu Newton’un kuralından bahsediyor. Newton der ki, “Sabit kuvvetler altındaki bir kütle daima sabit bir hızla hareket eder, dengelenmiş kuvvetler altındaysa.” Bizi yerçekimi aşağı doğru çekiyor, şu oturduğumuz koltuk da yukarı doğru itiyor, bu ikisinin kuvvetleri birbirini dengelediği için sıfır hızla, sabit olarak duruyoruz. Bunu değiştirmek için bir şey yapmamız lazım. Hareket lazım. Dinamizm, aktif bir müdahale gerekli. Gamze’nin yaşı 22, üniversite mezunu, annesiz. Babasıyla kalmaktan boğulan, üniversite mezuniyetinden sonra karanlık odadan da atılmış, cebindeki anahtarı vermek zorunda artık. Dediğin gibi, birey olmaya geçiş… Kadın/erkek neyse o, bir bireylik hareketi. “Ben artık kendi kaderimin belirleyicisiyim” diyor. Ayrıca güzel bir yaz tatili umudu var; sevgilinin peşinden gitmek veya sevgiliyi peşinden sürüklemek, bundan güzel hatıra var mı?
Tabii… Bir de babanın tamamen karşı çıktığı, Yunan bir sevgili. Bir dönem Yabancı Damat diye bir dizi vardı, hatırlar mısınız? O da bu Türk-Yunan dostluğu hikâyesi üzerine kuruluydu.
O güzel bir diziydi, Türk televizyonlarının kaliteli işlerinden biridir. Şöyle bir üstünlüğü vardır: Bu kitabı yazmaya ya da düşünmeye başladığımda Herkül Millas’la yazıştım. Böyle böyle bir şey yazmak istiyorum” dedim. O zaman kafamdaki hikâyede Gamze değil de, bir Türk erkek vardı ve Yunanlı sevgilisi olacaktı. Herkül Millas, “Bu bir stereotiptir. Kim yazıyorsa, kendi milletinden olanı ‘erkek’ yapar, karşı tarafı da ‘kadın’ yapar, bu stereotipten kaçınmanı tavsiye ederim” dedi. “Akın” koymuştum adını; Akın’ı bıraktım, Gamze’ye döndüm bunu duyunca. Yabancı Damat da o stereotipten kaçınmıştır, yani gelin Türk, damat yabancı: Bu zor bir tercihti.
Kitabın ana hattında milliyetçilik de var. Ben kafamda biraz karanlık odayla birleştirdim milliyetçiliği. Gamze’nin bile olmadık bir masada aniden milliyetçiliği ortaya çıkıyor. Milliyetçilik insanların dünyadan korkup girdikleri bir karanlık oda olabilir mi?
Güzel bir benzetme. Karanlık oda değil de, benim algım şu: İnsanlar bir şeye ait olmak istiyorlar; o kadar mülksüzleştirilmiş, o kadar koparılmış, değersizleştirilmiş ki insanlar, bir şeylere tutunmak istiyorlar. Alucralılar Derneği gibi, ya da ne bileyim, Fenerbahçe gibi ya da mübadillerin “Biz Giritliyiz” demesi gibi. Bir yere, bir şeye tutunmak istiyorlar. Öte yandan milliyetçiliğin şöyle yalan bir dünyası var: İnsanlara bir üstünlük duygusu pompalıyor, hiç karşılığı olmadığı halde kendilerini geçmişleriyle gurur duymaya yönlendiriyor. Bunlar çok besleyici işler: Yalanlama, hayalleme... "Muhayyel” Benedict Anderson’ın dediği gibi… Ama “muhayyel” olmasına rağmen ruha çok iyi gelen şeyler. Öbür taraftan hiç de makul olmayan bir çıkar ittifakı var “milliyetçilik” parantezinin içinde. Biz ve onlar olduğu zaman, “biz” kendi içinde ister istemez toplanıyor, dayanışıyor. Bu bir çıkar ittifakıdır, “onları” dışarıda bırakmanın kârı vardır işin içinde. Ama tamamen boş, hiçbir karşılığı olmayan şeyler bunlar ve dünyada bu kadar hareketlilik varken, insanlar bu kadar birbirine karışmışken, ırkmış, “kan”mış, “soy”muş, ülküymüş, tarihmiş: En başından beri hiçbir şekilde kabullenmediğim, algılamadığım şeyler. Fakat şunu anlıyorum; insanların buna ihtiyacı olduğunu ve bir şey elde ettiklerini ve bu sonsuz zorluklar içinde iyi geldiğini de anlıyorum, ona da bir itirazım yok. Birazcık dine benziyor bu açıdan. O yüzden de beraber iyi giderler bunlar.
Afyon gibi aslında biraz... Bir “kafası” var.
Çok güzel kafası var. Şimdi böyle konuşuyoruz ama bu da sınanmamış bir şey, sınandığı zaman ortaya çıkıyor. Yabancılarla temas etmek ve onların senin hakkında ülken, ırkın, geçmişin, tarihin hakkında düşündüklerini duymak, söylediklerini içselleştirmek sınavından geçmeden bunların çok fazla kıymeti yok, sınanması lazım bunun. Milliyetçilik sadece Türklere özgü değil ki, her yerde var. Bu kafa her yerde çok güzel. Hele suyun öbür tarafında bunun en âlâsı var. Dolayısıyla tabii ki önemli olan ilk önce dönüp kendine bakabilmek, kendini tartabilmek, kendini ve çevreni tartabilmek. Dünyanın her yerinde aynı hastalıklar, aynı şekilde milliyetçilik yaşıyor. Buna bir “dur” diyebilmemiz gerekiyor, yoksa çözemeyeceğiz bunu, şu mavi kürenin üzerindeki hayatı bir araya getiremeyeceğiz.
İnsanlar kalabalıklaştıkça, gıdaya ulaşmak sorun olmaya başladıkça, gerçekten “Bizden olan yaşasın” zihniyeti daha hızlı, daha çok yayılıyormuş gibi geliyor bana.
“Bizden olma” meselesi çok karmaşık. Önce ülke, sonra şehir bazına inebiliyor. Trabzonlular Rize il sınırını geçmeden benzin almıyor mesela. Adam kendi il sınırının içindekinden alsın benzini dışından almasın, para burada kalsın gibi manyaklıklar. Sonra mahalle bazına iniyor, aile bazına iniyor. İşte yok mu köylerde birbirine düşman olan aileler? Milliyetçilik teorisi gereği bunların kardeş olması gerekir ama gırtlak gırtlağalar. Gamze de anlatıyor babasına “Türkler Türkleri öldürmez desek doğru olur mu?” Öldürüyorlar. Gamze, İhsan Sami Bey’i karısını öldürmekle suçluyor, “Sen duyarsızlıkla inciterek öldürdün onu!” diyor. “İnsan karısını nasıl öldürür ya!” diyor. Şema soy kütüğü bazına kadar indiğinde herkes birbirini incitiyor, kötülüyor. Hani milliyetçiydiniz siz, niye birbirinize bunu yapıyorsunuz? Onlar sizden değil mi?
Evet, aile o iktidarın en çekirdek haliyle bulunduğu yer.
Aile bir piyango. Yani mutlu geçmiş bir çocukluk dünyanın en büyük hediyesi, en büyük serveti. Bunun yerine koyabileceğimiz hiçbir şey yok, ama elimizden gelen bir şey de yok. Kan grubumuzu seçemediğimiz gibi ailemizi de seçemiyoruz. Başımıza ne geliyorsa onu yaşıyoruz. Şefkatli bir anneyle; içten, sıcak bir babayla büyümek hiçbir parayla, hiçbir bedelle ödenemeyecek kadar büyük bir şans. Dolayısıyla aile ne iyidir ne de kötü; aile bir piyangodur.
İhsan Sami Bey, kendisi yaşamasa da sürekli mübadele hikâyesini anlatıyor, onun yaşamadığı ama ona da aktarılan ve onun da aktardığı bir travma var. Bu travmalar çözülmeksizin aktarıldıklarında, kemikleşip daha yapısal, daha keskin kimlik unsurları haline mi dönüşüyor? İhsan Sami Bey’in dilinde bir kuşak öncesinin kopuş öyküsü, onun kendi hikâyesinin yerini alıyor.
İhsan Sami Bey’in durumu açık; hayatta bir halt başaramadığını, ihmal edildiğini, fırsatların verilmediğini, kendisi gibi kıymetli bir adamın kenara atılıp Maarif Vekâleti tarafından tekaüte ayrıldığını veya unutulduğunu düşünüyor. “Gelseler sorsalar, ben onlara anlatsam” diye bekleyerek geçen yıllarda bu boşluğu, orada söylendiği gibi, mübadeleyi temellük ediyor, yani mülk ediniyor kendine, onu giyiniyor. Çok “Biz ne acılar çektik” diye anlattığı bir düsturu var. Evet, bazı acılar çekti İhsan Sami de ama mübadele acısı değildi o. Göçmenlik acısı aileden aşağı doğru geliyor. Fakat bu, mübadele acısını küçültmez. O ayrı mesele, gerçekten çok zor bir iş ailelerin yerlerinden koparılması, gönderilmesi. Çok kısa bir süre içinde ve çok az değeri yanlarında taşımalarına müsaade edilerek göçe zorlanmaları. Bir sandık, bir şamdan, bir tuzluk bile çok değerli onlar için. Su içtikleri tası getirememenin acısını yaşatıyorlar onlara. O insanlar her şeye rağmen geliyorlar ve genç Cumhuriyet onlara bir yer gösteriyor, oturuyorlar, bir evleri oluyor. İcabında zeytinlik veriyor, tarla, dükkân veriyor, çalışıyorlar. Dil bilmeyen dilini öğreniyor, yol bilmeyen yolunu öğreniyor, sonunda bu ülkeye giriyorlar ve bu ülkenin bir parçası haline geliyorlar. İhsan Sami Bey açısından bu asla unutulmaması gereken, çok değerli bir madalya. Onu üstünde bir şey olarak taşıyor. Milliyetçilik bâbında söylediğimiz gibi, bu da iyi gelen bir şey, onu besliyor. “Biz kimiz biliyor musun, biz neler çektik biliyor musun” duygusu bu ve bir öğretmen için de anlatmak çok önemli olduğu için, öğretmen sesiyle herkese bunu anlatıyor döne döne, hem de çeşitli versiyonlarla değiştire değiştire. Burada şimdi iki şeyi birbirine karıştırmamak lazım: İhsan Sami Bey’in insani zayıflıklarla bu işe yüklediği lüzumsuz anlamlar bir tarafa, bir de mübadelenin bir gerçekliği var ve o mübadeleyi yaşamış kuşağın ve onlardan sonra gelenlerin çektiği acıların hakikiliği var. Ben anlatıcı olarak araya girmeden, resmi gördüğüm gibi çizmeye çalıştım. Okur nereden bakmaya meylediyorsa öyle anlayacaktır. Bazıları “Ne kadar güzel anlatmışsın Milli Mücadele günlerini” diye de bakıyor. Bazılarıysa “Üff, ağzının payını vermişsin” diyor. Bu tamamen ortada bir şey, ben tarafsız durmaya çalışarak söylemeye çalıştım. Tabii ki birtakım sarkazmlar var ama kendimi tutmaya çalıştım yazarken.
Sizin aile kökeniniz de aslında Girit’e dayanıyormuş.
Annemin annesi Giritli, annemin babası Selanikli. Annem iki taraftan da mübadil, çifte mübadil.
Peki, siz de çok dinlediniz mi bu hikâyeleri?
Bu işler karışık, çünkü ben annemin ailesinin benden önceki mensuplarıyla pek temas içinde değildim. Annem rahmetli, teyzem de gitti, büyük teyzem de yok, bir dayımız sağ; onlardan öncekilerle temasım olmadı, onların dinlediklerini dinledim ama herkes başka türlü hatırlıyor hikâyeyi.
E tabii doğal olarak.
Girit’e gittim bizzat ve anlatılanların çoğunun kendince şişmiş balonlar olduğunu da gördüm ama işte anneme sorarsan bizim Hanya’da çok büyük arazilerimiz, tarlalarımız, kahvemiz, tavernalarımız, bir şeylerimiz varmış, çok zenginmişiz. Çanakkale’ye gelmişler, fukara düşmüşler.
Peki, Girit nasıl bir yer bugün?
Girit ilginç bir yer, bir kere Yunanistan değil. Yunan olmayı reddeden bir ada ama Türk de değil tabii ki, öyle bir şey de yok. Nev-i şahsına münhasır; bir tarafı, bir yüzü Afrika’ya, bir yüzü Ege sularına bakıyor; ince uzun, ağzı açık bir sarhoşun sırtüstü yatmış halidir Girit. Giritliler Yunanları küçümserler. Yunanistan’da da biraz Girit’e hafif böyle, nasıl söyleyeyim, Lazlara bakışımız gibi, Laz fıkraları gibi… Giritlilerin deliliği, hafif çatlaklığı üzerine kurulu, “Çok kavgacıdır, kafası çok acayip çalışır, anlamaz ya da söylediğini sen anlamazsın” gibi kalıplar var, aralarında öyle bir bakış var. Kısa süren bir bağımsızlık hikâyesi de var Girit’in, Venizelos sayesinde. Osmanlı’dan ayrılıp Yunanistan’a katılmadan önce, tam 20. yüzyılın başında, 10-15 sene İngiltere-Fransa-İtalya himayesinde bir bağımsızlık. Kendine ait bayrak, konsül gibi bir meclisi de var. Bugün Girit büyük bir turist istilası altında ama orada da çok acayip bir şey var. Almanların II. Dünya Savaşı’nda yaptığı en büyük katliamlardan biri Girit’te olmuş, çünkü Girit Adası çok direnmiş Alman işgaline. Bir Alman askeri öldürüyorlar, Almanlar girip bütün köyü öldürüyor. Çok kan dökmüşler. Bütün Yahudileri toplayıp bir gemiye koymuşlar, yolda batırmışlar. Ta Cenevizliler zamanından beri var olan Yahudi cemaatini yok etmişler. Yedi kişiye düşmüş savaştan sonra Yahudi sayısı adada. Ama Girit, efsaneye göre Zeus’un doğum yeri: Orada, Girit’in ortasındaki Beyaz Dağ’ın tepesinde doğmuş Zeus. Başka bir efsaneye göre kayıp kıta Atlantis, bir başkasına göre Santorini’deki volkanın patlamasıyla üzeri tamamen külle örtüldüğü için bütün Minos uygarlığı yok olmuş gitmiş, üç dört yüzyıl kimse yaşamamış adada. Sonra yavaş yavaş hayat geri gelmiş. Yani küllerinden doğmuş. Mübadele din temelinde yapılmış bir şey, ırk temelinde değil. Sadece Müslümanları gönderiyor Yunanistan, Türkler de Ortodoks Hıristiyanları gönderiyor. Müslümanların bir kısmı Girit’ten gönderildiklerinde, “Benim ne işim var Türkiye’de” deyip Cezayir’e, Libya’ya, Kuzey Afrika’nın köylerine, Tunus’a yerleşmişler, çünkü Müslümanlar. Ama ırk olarak Türk değiller, reddediyorlar Türkiye’ye gelmeyi. Gelen bir kısım siyahi Giritliler, Anadolu’nun kıyılarındaki çeşitli köylerde hâlâ yaşamaya devam ediyorlar. Baktığın zaman adam buz gibi Afrikalı, yani Anadolu topraklarından değil. Girit enteresan bir yer ve gezmekle bitmiyor, gerçekten kendi kendine yetebilecek güçte. Şarabıyla, zeytiniyle, peyniriyle, dağlarıyla, turizmiyle bir cumhuriyet gibi, bağımsız bir ada.
Romanın polisiye kısmı için orayı kullanmak çok mantıklı ve işleyen bir yapı olmuş.
Evet, hem de Giritlilerin polisiye vurdu kırdıları çok gerçekten. Her yıl Girit’te birkaç turist öldürülür, kaybolur. E tabii öyle, çünkü deli bunlar ya!
Brendan da ilginç biri. Ne olduğunu çözemedim romanın içerisinde. Hani hem ortalığı karıştırıyor hem geziyor hem o polisiye hikâyelerin içerisine giriyor…
Brendan kraliçe ölmeden İngiltere’ye dönmeyi reddedecek birisi, bir sürgün, bir kaçak. İngiliz hariciyesinde yaşadığı bir gönül ilişkisinden yaralı, ailesinden destek görmediği için İngiltere’den “Yakındoğu’ya” onların deyişiyle ‒sonradan terk edilmiş bir tanım bu, “Yakındoğu” diye bir şey var‒, gelmiş ve kraliçenin ölmesini bekliyor geri dönmek için. Brendan, Stavros ve Gamze’yle ya da Yunanlı gençlerle, Giritli gençlerle Türkler arasından bakıldığında, benim için bunları birbirine kapıştırıp kenara çekilen büyük İngiliz çakallığını temsil ediyor.
İhsan Sami Bey’le Gamze’nin de ilişkisi değişiyor hikâye ilerledikçe. Fotoğrafın dijitalleşmesi gibi, bellek de çok dijital bir şeye dönüştü. Belki de bu yüzden barışamıyoruzdur; insan unuttuğu şeyle barışamaz, barışmak için hatırlamak gerekir. İnsanın kendisiyle helalleşmesi de gerekir. Gamze’nin eve dönerken babasıyla barışması, hayatıyla da birazcık barışmasının yolunu açacak mı? Gamze’nin öyküsü bitmemiş gibi. Yeri gelmişken, siz şu ara gündemde bulunan helalleşmeyi, barışmayı nasıl yorumluyorsunuz?
Ya işte “İnsan sınanmadığı günahlarından masum bulunsaydı” demiş ya, bunlar baba-kız çok zorlu bir şeyden geçiyorlar, deneyden, bir maceradan, bir serüvenden geçiyorlar, bu serüven onları yakınlaştırıyor. Nasıl söylemeli? Birbirlerine hak veriyorlar, anlıyorlar birbirlerini ve bu anlama meselesi de işte yaşanmışlıkla oluyor. Öyle durup dururken anlayamıyorsun birbirini, anlamak için bir şeyler oluyor, bir diğerinin duygu ve düşüncelerini ve başında, onun içinde dolaşan şeytanları anlamak için bunun kaynağı olan yere gidiyorsun ve “Evet, bu yüzden böyle” diyorsun. Hak vermek ayrı, anlamak ayrı. Anlamak… Anladığın zaman da baban ya da kızın işte, ne yapacaksın? Tabii ki sarılacaksın ve sevgini söyleyeceksin. Oturup devam yazmaya niyetli değilim, ama oraya bir virgül koydum. Biraz Türk-Yunan ilişkileri söyleyecek. Yunanistan ve Türkiye birbirlerine doğru düzgün birer adım atmayı becerebilirlerse önümüzdeki 20 yılda, 20 yıl sonra oradan bakarak 20 yıl geriyi yazmayı deneyebilirim. O zaman bir sebep olur devam etmek için. O sebep açık ve net duruyor zaten kitabın sonunda.
2001 ve 2021 arasında o ilişki o kadar bozuldu ki… Sadece Yunanistan’la ilişkiler bozulmadı. Türkiye’deki pek çok insani ilişkinin de bozulduğuna tanık olduk.
“Balık baştan kokar” lafı çok doğru bir laf. 20 yılda 20 yıl geri gittik biz gerçekten. 2001’de tamam, kriz var, depremden çıkmış ülke. Ama bugün yaşadıklarımızın pek çoğu yoktu; yani adalet, eğitim, sağlık, insan ilişkileri, kadın cinayetleri, yabancılara bakış, ırkçılık, vs… Bunların hiçbiri böyle değildi. Biz çok geriye gittik 20 senede.
Milliyet röportajınızda tarafsızlıktan bahsetmişsiniz. Az önce de yazarken tarafsız olmaya çalıştığınızdan bahsettiniz. Tarafsız olmak gerçekten mümkün mü, bunu başarabiliyor musunuz?
Hayır… Tarafsızlık çok tartışmalı bir kavram ve gazetecinin objektifliği gibi prensipte bir hedef sadece, yani tarafsız olunamaz ama tarafsız olmaya çalışılır, tarafsızlığa niyet edilir. Ben tarafsızlık lafını Türkiye ve Yunanistan bağlamında söyledim, yoksa bazı şeylere tarafım tabii. Her konuda tarafsız değilim. Bir şeyin tarafı olmak da “Ben bunun tarafıyım” şeklinde yazılmaz, tam tersini yazarak da taraf tutabilirsin ama bu bağlamda, yani Türkler ve Yunanlar arasındaki o büyük çatışmanın, hesaplaşmanın bir türlü bitmemesi, işte helalleşmenin gelmemesi… Yap Yapma Kılavuzu’nun konusu olan meselede elimden geldiğince tarafsız durmaya çalıştım, bunu söylemiştim.
Twitter’da aslında romanın hikâyesini anlatmaya devam ediyorsunuz, yaşayan bir şey haline getirdiniz o hesapla…
Matala’daki kumsal neye benziyordu veya Hanya’daki sinagogdaki Nikos nasıl bir herifti ya da bilmiyorum işte, faytonlardaki atın çektiği zavallı acılar; biraz Yap Yapma Kılavuzu mesela. Yap Yapma Kılavuzu çok ilham verici bir şey. Açarsan Kılavuz’u, 2002’de basıldığında destek verenler, yani maddi destek veren belediyeler Çankırı Belediyesi, Çeşme, Marmaris, Bergama. “Ya” diyorsun, “neredeyiz biz?” O günlerde çok daha iyiymişiz biz, yani 2002’de. Yap Yapma Kılavuzu’nu yazan Herkül Millas’a kitabı gönderdim. Bak, benim için güzel hatıra bu. Dedim ki, “Herkül abi, ben kitabı bitirdim, basıldı”. Haberi de yoktu. “Senin Yap Yapma Kılavuzu da var bunun içinde. Onun için de sana teşekkür ederim.” İki-üç gün gibi kısa bir zamanda okudu ve gözlerimi yaşartan iyi şeyler söyledi, yazdı ve o zaman birazcık inandım yapmak istediğime yaklaştığımı. Bir gün gelecek, evet, daha iyi Türk-Yunan ilişkileri için eski yanlışları tekrar etmek istemeyenlerin kulak verdiği bir sesin parçası olacak bu kitap ve bu yolculukta daha iyi bir yere ulaşırsak, belki devamını da yazacağım.
•