Başkalığa dokunmak– akıl sağlığı için garanti mi?

Akıl sağlığımızın en büyük garantisi hâlâ sanat; bir de tabii hayata olan sarsılmaz güvenimiz. Hayata ve sevdiklerimize güvenmek

“Sanat, akıl sağlığının bir garantisidir.” Bu sözler Louise Bourgeois’ya ait.

Çağdaş sanat dünyasındaki en büyük kahramanım. Tate Modern Müzesi’nde sırf ona ait bir “oda” düzenlenmiş olmasına çok sevindim. “Art is a guaranty of sanity.” Odayı dolaşırken bu cümle çıktı karşıma.

Odanın ortasında duran o dev bronz örümcek heykeli gibi, hem tanıdık, hem şaşırtıcı.

Oda derken, galeri boyutunda muazzam bir mekândan söz ediyorum. Bazı sanatçılara böyle özel bölümler ayırmışlar, Tate Modern’in Haziran’da açılan yeni ek binasında. Binanın adı “The Switch.” Elektrik düğmesi mi kast ediliyor, eski enerji santraline bir gönderme gibi? Belki de, akıl düğmesi.

Binanın kendisi sanat eseri. Cephesi tuğlayla örülmüş, duvarları büyük dalgalar gibi kavisleniyor, gökyüzüne doğru uzanan bir ziggurat adeta.

Onuncu kattaki manzara terasından, Londra’nın giderek çirkinleştiğini hayretle fark ettiğim, karman çorman gökdelenlerle bezenmiş yeni silüetine bakarken, Evet, dedim kendime, akıl sağlığımızın en büyük garantisi hâlâ sanat; bir de tabii hayata olan sarsılmaz güvenimiz. Hayata ve sevdiklerimize güvenmek.

Sonra, aşağıya doğru bakacak oldum, başım döndü. Sürekli tazelenen vertigo günleri yaşıyoruz ne de olsa.

Londra’da geçirdiğim sanat dolu bir haftayı sizlerle paylaşırken, bu duygularımı da yazayım istiyorum. Akıllı değil, duygulu bir yazı olacak bu.

Mekân değiştirmek iyi geldi. Bol sanat görmek iyi geldi. İkisi de akıl sağlığım için gerekliymiş. İngiltere Dışişleri Bakanı Boris Johnson ile Cumhurbaşkanı Erdoğan Ankara’da zoraki el sıkışırken, ben Millenium Köprüsü’nden yürüyüp, Tate Modern’deki Georgia O’Keefe sergisine gidiyordum. Modern sanat dünyasından bir diğer kadın kahramanım. Onun sergisini son haftasında yakalamak da iyi geldi.

Whitney Müzesi’ndekiler dışında, toplu eserlerini ilk defa çıplak gözle görme şansım oldu. Bir dönemin bütün moda akımlarına karşı, ısrarla kendi yolunda gitmenin, büyük sanatçılara özgü olduğunu tekrar duyumsadım.

Dev çöl çiçeklerini, boynuzlu hayvan iskeletlerini, soyuta yakın çöl manzaralarını, sabırla, saatlerce, defalarca çalışmış; renk onun için, tıpkı müzik gibi, ayrı bir dile dönüşmüş. Suluboyaları, deniz gibi içine çekiyor insanı.

Bir başka gün, Royal Academy’nin yüksek tavanlı saray benzeri odalarında, “Soyut Ekspresyonizm” sergisini gezerken da aynı duyguya kapıldım. Hele bir başka büyük kahramanıma, Mark Rothko’ya ayrılmış salona girdiğimde, duygu iyice somutlaştı.

Renk üzerinde ısrar, boya katmanlarını saatlerce üst üste çalışmak, meditasyon yapar gibi, insanı muazzam bir tinsel derinliğe götürüyor, demek ki. Sanat, akıl sağlığının garantisi, çünkü insanın ruhunu ve zihnini, bütün zehirlerden bir an için böyle arındırıyor.

Sanat bazen bir toksin atma ritüeli sanki. Sokağa çıkıp, kabul edilemez gerçekleri kabullenmek için, hiç değilse direnmek için, biraz daha taze enerji topluyor insan. Nefes alabilmek için, diyeceğim neredeyse.

“Devam Etmeye Devam Etmek” için.

Mizahına bayıldığım tiyatro yazarı Alan Bennett’in yeni kitabının adı bu. On yıllık günlüklerini ve denemelerini topladığı kitap ben Londra’dayken piyasaya çıktı. Tam da, Türkiye’de birçok televizyon kanalının karartıldığı günlerdi. Sanat kadar mizahın da, aklımızı sağlam tutmak için önemli olduğunu hatırlattı bana. Hele, mizahla bezenmiş sanatsa, iyice öyle.

Tarih Öğrencileri oyununu ve filmini, ayrıca, Maggie Smith’in harikalar yarattığı The Lady in the Van (Zoraki Komşu) adlı tiyatro eserini, sonra da aynı isimli filmin senaryosunu yazan adam bu. Külüstür kamyonetiyle sokakta yaşayan kadın ve kaldırımını işgal ettiği yazarın zoraki dostluğu. Şimdiki göçmenlerle, İngiliz orta sınıfı arasındaki çok zor ilişkiyi anımsatıyor bana.

Başparmağın sırrı

David Shrigley'nin Really Good adlı heykeliİngiltere’nin yeni Başbakanı Theresa May, Avrupa Birliği’nden ayrılışı hararetle savunduğu konuşmasında “sınırlarımızı koruyacağız” diye haykırırken, ben de Trafalgar Meydanı’na yeni yerleştirilen heykeli izliyordum.

Başparmak havada işaretini simgeleyen dev bir bronz el heykeli bu. Tarihten kahramanların durduğu üç kaidenin yanısıra, her yıl yeni bir çağdaş eserin dikildiği “dördüncü kaide,” yeni misafirine o günlerde kavuştu. Başparmağı havada duran bu sıkılmış yumruk, kamuoyunu şaşırttı. Başparmak normalde olması gerekenden çok daha uzun ve inceydi. Büyük neşeyle, “Her şey yolunda” mı diyordu insanlara, yoksa başka bir manası daha mı vardı?

Avrupa Birliği’nden ayrılış ne kadar da güzel olacak masalına karşı bir alay mıydı?

Shakespeare’in deyişiyle, “Size nasıl geliyorsa” diyelim, en iyisi. Theresa May ne kadar içe dönük bir söylemle haykırsa da, İngilizlerin demokrasisi ve mizahı, hâlâ biraz içimi ısıtmayı başarabildi sanki.

Bu heykeli yapan David Shrigley gibi sanatçılar ve böyle heykeller ısmarlayabilen belediyeler oldukça, delirmeye karşı bir küçük garanti kalabileceğini hissettim gerçekten de. Taksim’e nasıl da yakışırdı bu heykel, diye düşündüm hatta. Neyse, onu geçelim.

Sanıyorum Murat Özyaşar’ın gözaltına alındığı gündü, Kraliyet Akademisi’ndeki “Soyut Dışavurumculuk” sergisini gezdiğim gün. Sonradan Piccadilly Caddesi’nde biraz zorlandım, o günlerde ağır bir mide bozukluğu geçiriyordum, ama bir yandan sanatın iyileştirici gücü sanki hâlâ benimleydi.

Şimdi, İstanbul’a döndükten sonra, bu yazıyı yazarken ve Murat’ın serbest bırakıldığı müjdesini alırken, gerçekliğin bizi umursamayan o bükülmeleri ve kaymaları geliyor tekrar aklıma; sanatın, gerçeklik dediğimiz bu lunapark hız treninde tutunabilmek için bir disiplin olduğunu düşünüyorum. Londra’daki “Soyut Dışavurumculuk” sergisi öyleydi.

Amerikan sanatının Arshile Gorky’den Jackson Pollock’a ve Willem de Kooning’e kadar uzanan bu ilginç çizgisinde, Clyfford Still gibi birkaç ufak durak dışında, benim için zirve elbette ki Rothko’ydu.

Ona ayrılan salonda, bir mabette dua eder gibi, zamanın dışında dakikalar geçirdim. Belki de “donmuş zaman” demeliyim buna. Tıpkı O’Keefe gibi Rothko da, boya katmanlarını sabırla üst üste işlerken, günlük hayatın çok ötesinde, farklı bir boyuta geçmiş bence. Sanatçı olarak yaşadığı bu süreci ve biz izleyicilerde yarattığı etkiyi, başkalığa dokunmak, başkalığa ulaşmak diye de tanımlayabilirim belki.

“Başkalığa dokunmak.” Bunu Rothko mu söylemiş, sergiyi birlikte gezdiğim ressam arkadaşım Barbara mı söyledi, emin değilim, önemi de yok aslında. Birbiri ardından bir sürü renk kapısından geçiyor insan, boyut değiştirir gibi.

Derinlik nefes kesici. Rothko bana hep Mübin Orhon’u hatırlatır. Mübin’in de bir salonu olmalıydı bu sergide, diye düşündüm. Ama o da önemli değil.

“Göllerde bu dem bir kamış olsam” misali, derin sularda, başka kıyılarda arındırdı beni o salon. Başkalığa dokundum gerçekten, sanatın bizi iyileştiren tarafı bu işte.

Şu sıra hepimiz bir başkalığa dokunuyoruz bence. “Öteki” dediğimiz farklı insanların hayatından sahneler görüp, empati kurmaya çalışırken; savaşta hayatları yıkılan insanların çaresizliğine kendi çaresizliğimizle cevap verirken, başkalığa dokunuyoruz.

Hapiste olan yazarlar, sanatçılar, hapiste olmanın başkalığına dokunuyor; dışarıdaki yakınları, onlarsız kalmanın başkalığına dokunuyor.

Başkalıkta, bir değişme, başkalaşma, başkalaşım unsuru da var elbet. Değişiyoruz, her gün farklıyız. Bir şeyleri kaybettikçe, başkalaşıyoruz, kendi içimizde barınan ama genelde görmezden geldiğimiz başkalığa dokunuyoruz.

Aşina olana, tanıdık şeylere dokunmak da güzeldir, insana güven verir. Ama aşina olan şey ansızın başkalaşıyor işte, ansızın yabancılaşıveriyor. Bunun heyecanı ve korkusu da vardır hayatta. Başkalığa dokunmak bir yandan da böyle bir şey.

Ne kadar çeşitli endişelere dokunuyoruz şu sıra, bir düşünün. Bütün bu deneyimleri, bütün bu başkalıkları bize duyumsattığı içindir ki sanat, bence, delirmemizi önleyen bir sembolik dil, bir iç şarkı gibi kucaklıyor bizi.

Okunamazlığın kıyısı

Bunları düşündüğüm günlerde, Turner Ödülü’nde finale kalan dört sanatçının işleri de Tate Britain Müzesi’nde sergileniyordu. Bu sergide en ilgimi çeken sanatçı, Michael Dean, “Sic Glyphs” adlı enstalasyon eserinde, çeşitli inşaat malzemesiyle, demirle, bükülmüş çubuklarla, hiyeoglif gibi, hat sanatı gibi şekiller dokumuş, okunamaz bir dil kıyısı yaratmış, önünde de bir bozuk para denizi yatıyor.

Bakır İngiliz penny’leri.

Toplam olarak 20,436 sterlinlik bir kuruş denizi bu, dört kişilik bir ailenin yıllık geçimi için saptanan yoksulluk sınırı. Sanatçı, tek bir kuruş/ penny çıkartmış yığından. Yoksulluğun kıyısında, anlaşılmaz bir dilin karşısındayız. Başka bir başkalığa dokunuyoruz.

Sanatçının bir cümlesini okuyunca, rastlantı içimi ürpertti. “Her kıyı bir dokunuştur” diyordu. “Yeniliyoruz, yanılıyoruz, her şey kırılıyor, düşüyoruz ve bu tanıdık malzemeyi size bir an için şu kapıdan içeriye girmenize değecek hâle getirmekti amacım” demiş.

Kapıdan girmeye değdi elbette. Enstalasyon ve heykel karışımı, Louise Bourgeois’ya layık bir düzeydeydi bence.

Diğer üç Turner finalisti, kadın sanatçılar. Onlar da çeşitli başkalıklara dokunmak peşindeler, sonuçlar çok farklı tabii.

En genç olan Helen Marten, bir “küçük şeyler filozofu” adeta. Oyuncak gibi eşya parçalarından, kendi yarattığı yahut bulduğu nesnelerden, büyük heykeller ve mekânlar yaratıyor.

Parçalarına ayrılmış bir animasyon filminden sahnelerin içindeyiz sanki. “Okunabilirliği krize dönüştürmek sürecini seviyorum” sözlerine bayıldım. Hayatı, okunabilenle okunamayan arasında bir dengede tutan, delirmeye karşı garantili bir delilik oyununa çevirmiş adeta. Ödülün diğer güçlü adayı bence.

Onun hayal dünyasına bakarken, kendi geçmişimin parçaları, yaşadığım ülkenin travmaları, çocukluğumun oyuncakları ve hayalleri, bir yandan da hukukta ulaştığımız okunamazlık hâli film gibi zihnimden akıp geçti.

Umudun başkalığı

Diyorum ya, karmakarışık duygularla dolu, başkalığa dokunmalarla geçen bir Londra ziyaretiydi bu, benim için. Hem oradaydım, Londra’da, hem de buradaydım, İstanbul’da. Bir yandan da, çok başka bir yerdeydim.

Belki de, Georgia O’Keefe’in, New Mexico çöllerinde keşfettiği “Beyaz Yer” ile “Siyah Yer” arasında gidip geliyordum. Sürekli resmini yaptığı bu beyaz kalker kayalar ile granit, koyu kanyon arasında, yıllarca rahibe gibi, şaman gibi bir hayat sürmüş sanatçı. Ben de şimdilerde sanatı tasavvufa, sanatçıları da sufilere benzetir oldum. Başkalığa dokunmak için, çok mertebe geçmek gerekiyor.

Turner Ödülü’nün diğer iki finalisti, daha kolay işlere kalkışmış gibi geldi bana. Anthea Hamilton, NewYork’ta bir sosyal konut projesinden ödünç aldığı enstalasyonuyla dikkat çekmeyi başarmış. Poliüretan köpükten dev bir insan poposunu iki elin kavradığı kocaman bir kapı, bir geçit bu. Trafalgar’daki dördüncü kaidede duran başparmak havada benzeri, tanıdık bir şeyleri başkalığa çevirmeye çalışıyor.

Josephine Pryde da dokunmayla ilgili fotoğraflar kullanmış. Farklı renklerde tırnak cilalı kadın elleri, farklı nesnelere dokunurken, tanıdık insan eli bile başkalaşıyor.

Tate Britain Müzesi’nden biraz kafam karışmış, biraz da başım dönerek çıktım. Moda ve tiyatro tanıtımlarıyla dolu reklam panoları, sinema afişleriyle kaplı kırmızı otobüsler, gazete bayilerinde Halep’in yerle bir oluşunu gösteren fotoğraflara karışıyordu.

Bir an şüpheye düştüm. Sanat delirmemek için bir garanti mi gerçekten?

Georgia O’Keefe’in sulu boya dev zambaklarının içine girerken, bu kuşkuya yer var mı, diyorum kendime. Rothko’nun renk kapılarından geçerken, endişe diye bir şey barınabilir mi insanın ruhunda?

O bir anlık arınmayla yetinmeyi öğren, diye telkin yapıyorum. Bir zikirdir sanat. Nefes almayı biraz daha kolaylaştırır. Delirmeyi önler. Adaletsizliğin demir kapısını açamaz, onu biliyorum. Fakat başkalığa dokunabilir derken, umuda dokunmak da var işin içinde. Umut da bir başkalıktır.

Sokakta bir hayvanın başını okşarken, onun başkalığına dokunmanın büyüsünü düşünün, mesela. Umut da öyle bir şey galiba.

Biz Londra’dan ayrılırken, Tate Modern’in o dev türbin holünde, Philippe Parreno’nun yarattığı dijital masal dünyasının son hazırlıkları tamamlanıyordu. Zinedine Zidane hakkında yaptığı filmle ünlenen Fransız sanatçı, görüntü, ses ve uçan nesnelerle doldurmuş o katedral gibi alanı. O da gelecek sefere, dedim içimden.

Kederden kahkahaya

Buluştuğumuz bütün arkadaşlar, nasılsınız, durum nasıl, diye soruyordu. Cevap veremiyordum tabii. Yabancılar için, sanki doğal felaket yaşanmış, büyük deprem olmuş bir ülkeden geliyormuş gibiydim. Bazı günler, sahneye çıkıp anlatsam, diye düşündüğüm oldu, bir sahne şovunda, bütün tuhaflığı sergilesem.

Financial Times gazetesinde, Türkiye edebiyatı üzerine yazdığım yazı Londra’da olduğum hafta yayımlandı. Birçok kişiden güzel mesajlar aldım. Zamanlar tuhaflaştıkça, Türkiye edebiyatı daha ilginçleşiyor gibi bir şey söyledim o yazıda. Ama yazı çok durağan bir araç gibi gözüktü birden. Bir sahne oyunuyla turneye çıkmak istedim, gerçekten.

Sonra, bir akşam, tiyatroya gittik. Londra’daki en pahalı, en bulunmaz bilete ulaşamadık tabii. Harold Pinter’ın No Man’s Land / Sahipsiz Toprak adlı iki kişilik oyunu yeni bir uyarlamayla sahneleniyordu ve başrolde IanMcKellen vardı. Keşke bizde de yeniden sahnelense, diye düşündüm.

Pinter’ın kendisini bu rolde izlemiştim, yıllar önce. Ian McKellen’ı da sahnede izlemişliğim var. Ama bu sefer kısmet olmadı.

Onun yerine, David Baddiel’in Ailem/ Komedi Dizisi Değil adlı tek kişilik oyununa gittik. Nefis bir kara komediydi. Bazı anlarda, kendi kitabımın, Karasevda Kitabı’nın sahnelendiği izlenimine kapıldım. Komedyen, geçen yıl kaybettiği annesinin ardından duyduğu kederi ve bunama teşhisi konan babasıyla ilgili duygularını anlatıyordu.

Aile hikâyeleri en acı güldürüdür daima. Baddiel, ne ailesini ne de kendisini kayırmış, korkusuzca işlemiş bu çok nazik malzemeyi ve nefis bir gösteriye dönüştürmüş.

Nazi kamplarından kurtulan ebeveynler, beklenmedik gizli hayatlarıyla, bazen de açıkça yaşadıkları gizli hayatlarıyla, çocuklarını dehşete düşürüyorlar bu senaryoda. Ama Baddiell, dehşeti komediye, kederi kahkahaya dönüştürmeyi başarmış. Sanatın, delirmeye karşı en büyük garantisi de burada galiba.

Ben Londra’dayken, iki yeni kitap daha yayımlandı. K24’te seyahat dosyasında işlediğimiz Jan Morris’in hayatını anlatan bir biyografi, Ariel: Jan Morris’in Edebî Hayatı (Faber Yayınları) Derek Jones tarafından kaleme alınmış.

Observer gazetesinde eleştiri yazan Sara Wheeler, pek beğenmemiş kitabı. Resmî biyografi değil, dolayısıyla özel malzeme yok içinde. Olağandışı bir hayat yaşayan, erkekten kadına dönüşen ve sehayat yazarlığında bir zirve oluşturan Morris’in iç dünyasını hiç tanımıyoruz, diye eleştirmiş.

Diğer kitap, bir başka büyük İngiliz gezgin ve maceracı olan Patrick Leigh Fermor’la ilgili. Dashing for the Post/ Postaya Yetişmek: Fermor’un Mektupları (John Murray Yayınları), editörü Adam Sisman. Bu kitapta ünlülerin dedikodularından, Fermor’un yazarlık enidşelerine kadar çok zengin bir malzeme var anlaşılan. Geçen ay yayımladığımız mektup dosyasına güzel bir dipnot.

Şiir, roman ve bir “şiir- roman”

Kitapçılara girmek gene en büyük keyfiydi Londra’nın, her ne kadar bu sefer çok yapamadıysam da. Waterstones’dan Bernard Lewis’in son kitabını aldım: Notes On a Century/ Bir Yüzyıl Üzerine Notlar: Bir Ortadoğu Tarihçisinin Düşünceleri. (Buntzie Ellis ile birlikte, Phoenix Yayınları)

Ortadoğuya pek bakasım yok gerçi bu sıra. Ama Lewis hocayla başbaşa çay içip şimdiki durum üzerine sohbet etmek isterdim doğrusu. Hayal kurmak da bir başkalığa dokunmaktır, öyle değil mi?

King’s Road, John Sandoe Books. Nefis sanat kitaplarıyla dolu. O’Keefe çok pahalı, çok da ağır, alamıyorum.

Fulham Road, Daunt Books. En sevdiğim kitapçılardan birisi. Heybesini yıllardır keyifle taşıyorum. Sevdiğim kitapçıların logosu olan heybeler taşımak da, bir güzel başkalığa dokunmaktır benim için.

Eskiden duyup bir türlü okuyamadığım küçük kitaplar aldım sonunda.

Dennis Johnson’un Tren Düşleri, Alejandro Zambra’nın Eve Gitme Yolları, bir de bu yıl yeniden yayımlanmaya başlayan Penguin Modern Şairler dizisinin nefis ilk cildi:

Korkarsam kazanamayız.

Sanki bugüne bir mesaj. Emily Berry, Anne Carson, Sophie Collins. Çağdaş zamanların en müthiş üç kadın şairinden seçmeler. Ann Carson’un sözleri insanın içine işliyor, her zamanki gibi. “Olmak istediğin özgür insan değilsen, bununla ilgili doğruyu söyleyecek bir yer bulmalısın.”

Son olarak , bir de şiir- roman aldım, geçen yıl İngiltere’de çok satan Keder O Tüylü Şeydir adlı ilginç küçük kitap. Bir annenin ardından yas tutan iki oğlan çocuk, bir baba, bir de masal kargası. Gene hayvanların başkalığına dokunmak. Gene başkasına, başkalığa dokunmak. Akıl sağlığımız için.

Ama bir yandan da gerçekten deli, sahiden deli nüfuslu bir uçakla döndük Londra’dan. Uçak yolculukları, başlı başına bir başkalık oldu çağdaş yaşamda.

Yürüyüşe çıkanlar, panik atak geçirenler, bağrışanlar arasında, gözlerimi kapatıp Londra’daki bir haftayı yeniden zihnimde canlandırdım.

Yeni aya orada girdik. Sonbaharın kızıllığı ağaçlara düşmeye başlamıştı. Nehir yoğun akıyordu. Sabaha karşı, gökyüzü ışırken, atlı güvenlik birliklerinin caddelerde nal sesleri yankılanıyordu.

11 numaralı otobüste, yeni gösterime giren Trendeki Kız filminin afişleri vardı. O kitabı nihayet, Londra’dan dönüşümde okuyup bitirdim. Bir zamanlar, trenlerin ikide bir durup sinyal beklediği ve herkesin şikâyet ettiği ağır taşra yolculukları geldi aklıma. Bugünkü Londra, o günlerden çok farklı, çok hareketli, ama bir yandan da geleceğe dönük endişeli bir bekleyiş var her yerde.

Tiyatroların önü gene kalabalıktı, elbette. Piccadilly Meydanı her zamanki gibi kaynıyordu. Shakespeare’in Globe Tiyatrosu’nda çok farklı yorumlanmış bir Cymbeline başlıyordu. Angel metro istasyonu çevresinde, Islington’un bar ve cafeleri cıvıl cıvıldı.

İspanyol lokantası İberica’da barmen Ignacio, memleketinde, Asturias Üniversitesi’nde tarih okuduğunu söylüyordu bana. Kuaförde saçımı tarayan Lyon’lu Patrick’le, Fortnum’da çayımı getiren Romalı Maria ile şakalaşıyorduk.

Başbakan May, “sınırlarımızı koruyacağız” diye bağırıyordu. İngiltere en büyük zenginliğine, yabancılara, kapılarını kapatıyordu. Biz Türkiye’de hangi kapıları kapatıyoruz, düşünmeye gücüm yetmiyor. Ama Rothko’nun, O’Keefe’in renk kapıları kapanmadıkça, Louise Bourgeois’nın “odası” açık durdukça, akıl sağlığımız için hâlâ bir garanti var belki. Korkmadan, başkalığa dokunmak şansımız var.

Başparmak havada.

 

Ana görsel: Louise Bourgeois'nın Tate Modern'deki Sanatçı Odası.