Geçmişte olduğu gibi bugünkülerin de hukukla pek ilgisi yok. Neredeyse gazeteci ve yazarlara, çay getirenler de tutuklanacak. Haksızlıklar, anti-demokratik aşırı baskılar sürüyor. Dileyelim, âdalet yerini bulsun, güzel günlerimiz de olsun...
20 Ekim 2016 13:50
Yaşadıklarımızı anlamak çok güç; aslında olan bir şeyler varsa onun anlaşılırlığı da vardır. Dolayısıyla bir şeyler anlıyoruz ama anladığımız için, doğal olarak öncekilerle karşılaştırıp benzerlik kurmaya ya da tanım bulmaya çalışıyoruz. İşte güç olan bu. Öyle bir nokta ki, şu şu örnekleri sıralamak son derece yersiz. Tüm bunların absürd bir özelliği de var; yaka paça alınıp Moskova’ya götürülen Lukacs’ın “Kafka gerçekçiymiş” dediği söylenir, onun gibi işte. Ancak yirmi birinci yüzyılla hiç uyuşmayan zulmün neden olduğu onarılamaz acılar, dertler çok vahim, dehşetengiz. Öte yandan birileri için ki –evrensel değerler açısından– insanlık adına olmaması gerekenler, kimileri için olması gereken oluyor. Güç anlaşılanlardan biri de bu. Aslında anlaşılıyor da, insan doğrusu 2016’da bunu kendi ülkesine hiç yakıştıramıyor!
Yıllar önce yanlış anımsamıyorsam Kemal Özer anlatmıştı. İbretlik bir fıkra ya da mesel; size kalmış: Bektâşi’nin önüne iki şişe şarap koymuşlar, tadıp iyisi hangisi, kötüsü hangisi, söylesin diye. Birinden içmiş, içmediği şişeyi işâret ederek “bu daha iyi”demiş. Ama o şişeden tatmadığını söylemişler. Bektâşi de “bundan daha kötüsü olamaz” demiş!
Geçen sayısında Cumhuriyet Kitap Eki (6 Ekim) çok önemli bir liste hazırlayıp yayınladı. Namık Kemal’den günümüze gelen bu liste beş başlıkta toplanmış: “Tutuklanmış Yazar ve Çevirmenler”, “Tutuklanmış Yayıncılar”, “Tutuklanmış Gazeteciler”, Tutuklanmış Karikatürcüler”, “Öldürülen Yazar, Yayıncı ve Gazeteciler”. Bu listenin hazırlanışını derginin yayın yönetmeni Turhan Günay şöyle açıklıyor:
“Listeyi oluştururken kitaplara, dergilere, gazetelere ve bazı kuruluşlarımızın arşivlerine başvurduk. Sonuç pek tatmin edeci değildi doğrusu. Kişisel yaşamlara ve tanıklıklara da başvurmak zorunda kaldık. Elimizde yine de bir hayli eksik olduğunu düşündüğümüz bir liste oluştu. Yazar, gazeteci tutuklamalarının tırmanma gösterdiği bu dönemde bu listeyi yayımlamayı bir görev saydık. Uyarıcı bir niteliği olur inancındayız.” (s. 3)
Emeği geçen herkesin eline sağlık. Eksik olması çok doğal, bir başlangıç oldu, zaman içinde tamamlanabilir. Ancak öyle bir ülke ki bu listeyi tamamlamak pek olanaklı görünmüyor. Artık tamamladık deyip matbaaya verdiğinizde, basım sırasında, birkaç yazarın, gazetecinin evine ya da televizyon, radyo stüdyosuna ya da sizin gazetenize, derginize kar maskeli özel kuvvetlerle baskın yapılabilir, birkaç yazar, gazeteci daha gözaltına alınıp tutuklanabilir!
Bundan 85 yıl önce, Nâzım Hikmet’e açılan “ilginç” bir dâvâ var. Nâzım Hikmet’in Türkiye’de yayınlanan ilk beş kitabı 835 Satır, Jokond ile Si-Ya-U, Varan 3, 1+1=1, Sesini Kaybeden Şehir büyük yankı uyandırıyor. Memet Fuat’ın[1] aktardığına göre, Ankara’da CHP çevrelerinde “sınıf edebiyatı” yaptığı, dâvâyı-görevi öven şiirler yazdığı, buna karşın elini kolunu sallaya sallaya dolaştığı konuşuluyor. Nâzım Hikmet o sıralarda mâlûm TKP’nin ileri gelenlerinden. 1 Mayıs 1931’de sivil polis bir çağrı götürüyor Nâzım Hikmet’e, ertesi gün sorgu yargıçlığında sorgulanması yapılıyor, İçişleri Bakanlığı’nın emri doğrultusunda ilk beş kitabındaki şiirlerinde “bir zümrenin başka zümreler üzerinde hâkimiyetini temin etmek gayesiyle halkı suça teşvik ettiği” gerekçesiyle mahkemeye veriliyor. Mahkeme de 6 Mayıs’ta, her şey ışık hızıyla gerçekleşiyor. Nâzım Hikmet mahkemedeki savunmasında şöyle diyor:
“... Evet, ben komünistim, bu muhakkaktır. Komünist şairim ve daha esaslı komünist olmaya çalışıyorum. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince ben komünist şair olmakla cürüm işlemiş olmam. Komünistlik bir tarz-ı telakkidir. Diğer iktisadi ve siyasi meslekler nasıl cürüm değilse, komünist mefkûresi de cürüm değildir. Benim bir sınıf halkı diğeri aleyhine tahrik ettiğim iddiası söz konusu değildir.”
Şâirin savunmasından sonra savcı görüşünü bildirip suç bulamadığından beraat istiyor. Ardından, şâirin avukatı İrfan Ersin’in doğal olarak beraat isteyen savunması da var. Yargıçlar karar vermek için içeri çekiliyor, özellikle savcının görüşüne rağmen karar vermiyorlar ya da herhâlde iletişim bugünkü kadar hızlı değil, cep telefonu falan yok! Duruşmayı 10 Mayıs gününe erteliyorlar. Ancak o gün beraat kararı verebiliyorlar.
Yine yukarıdan gelen emirle olmalı, Kuyucaklı Yusuf, 1937’de “halkı aile hayatı ve askerlikten soğuttuğu” gerekçesiyle toplatılıyor, Sabahattin Ali ile yayınlayıp satanlara dâvâ açılıyor.[2] Mahkemeye üç bilirkişi rapor sunuyor. Reşat Nuri Güntekin, denizci kurmay binbaşı Münci Ülhan ve felsefe doçenti Ziyaettin Fahri. Üçü de kitap ve yazar hakkında olumlu görüş bildiriyor. (Tahmin edileceği gibi Reşat Nuri’ninki roman üzerine edebî bir makale.) Bu raporların sonrasında Sabahattin Ali de kitap da beraat ediyor. Cağaloğlu’ndaki Yeni Kitapçı, vitrinine yapıştırdığı “Kuyucaklı Yusuf Beraat Etti” ilânıyla duyurmuş, altına da savcının sözlerini yazmış: “Kuyucaklı Yusuf emsallerinden üstün bir eserdir.”
Bu tür dâvâlar, hukukla pek ilgisi olmayan, tarihimizde çokça gördüğümüz, çoğunlukla yukarıdan gelen emirle açılan siyâsî dâvâlar. Belki hukuk felsefesiyle ilgileneler için, hukukun alanı, sınırları falan gibi konularda bulunmaz bir kazı alanı ama mâdurlar için haksızlığın daniskası!
1966’da Gün Yayınları’nın yayınladığı Nâzım Hikmet’in Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’in ikinci basımı toplatılıp dava açılıyor. Yayınevinin sahibi Mehmet Ali Ermiş savunması sırasında kalp krizi geçirip ölüyor! 12 Eylül sonrasında, yayınladığı kitaplardan dolayı hakkında yüzlerce yıl ceza olan Konuk Yayınları’nın sorumlusu, aynı zamanda köşeyazarı da olan Cavit Tuncer, kaçak günlerinin birinde İstanbul’da trafik kazası geçiriyor, girdiği komadan çıkamayarak hayatını kaybediyor. Kimileri bu kazanın şüpheli olduğunu söyler. Çünkü hastanede yattığı sırada, ziyarete gelenler gözaltına alınmış; kesin değil ama kim bilebilir...
Yayın dünyası tatsız, hukuk dışı olaylarla geliyor günümüze; darbeler sonrasında gözaltına alınıp tutuklanan gazeteci ve yazarların gördüğü işkenceler de var tabiî ki! 12 Eylül’de, yayıncı İlhan Erdost’un gözaltındayken dövülerek öldürülüşünü anımsatmama gerek var mı! Ya da 12 Eylül öncesinde faşistlerce katledilen Politika Gazetesi’nin yazıişleri müdürü Ali İhsan Özgür’ü!
Türkiye Yayıncılar Birliği’nin düşünce ve ifâde özgürlüğü başlıklı bir ödülü var, her yıl verilir; ve bu ödül töreninde bir yetkili, o yılın gözaltına alınan, tutuklanan, dâvâ açılan yazar ve gazetecileriyle (dolayısıyla kitap ve makalelerle, hatta kitapçılarla) ilgili bir rapor okur; hep uzun bir liste vardır, sayı iki yüzleri bulur. Her seferinde de olmaması dilenir ama bu da olanaksızdır. Bir-iki yıldır bu ödül törenine katılamadım ama değişen bir şey olduğunu sanmıyorum. Üstelik önümüzdeki yıl bu rapor, belli ki ve ne yazık ki çok şişkin, liste de çok uzun olacak!
Bir şeyi daha anımsatayım, bu raporu önceki yıllarda demokrasi ve özgürlükler için bir ömürboyu mücadele eden Ragıp Zarakolu hazırlayıp sunuyordu; şu ân o da tutuklu. Hep barıştan, silâhların susmasından yana olan, onun için yazan Aslı Erdoğan da. Hangi gerekçeyle? Aslı Erdoğan iyi ve gerçek bir yazardır; bu özellikleriyle zâten özgürlükten, demokrasiden yanadır ve terörün her türlüsüne karşıdır. Yıllardır edebiyata emek veren, yazar ve çevirmen Necmiye Alpay da tutuklandı; şimdinin listesi pek biteceğe benzemiyor, Şahin Alpay, Ali Bulaç, Ahmet Altan, Mehmet Altan...
Geçmişte olduğu gibi bugünkülerin de hukukla pek bir ilgisi yok. Neredeyse bu gazeteci ve yazarlara, çay getirenler de tutuklanacak. Olduğu gibi siyâsî ve “muhalefet”ten ciddî biçimde rahatsız olma durumu var! Dolayısıyla bir susturma var, bir sesi kesme var da nereye kadar basın, gazeteciler, yazarlar susturulacak? Dönüp baktığınızda süreklilik görüyorsunuz, hiç bitmiyor, kesilmiyor, haksızlıklar, anti-demokratik aşırı baskılar sürüyor. Dileyelim, âdalet yerini bulsun, güzel günlerimiz de olsun.
Bu konular bizde tükenmez! Yazımı, gözaltında alınıp bırakılan bir yazarın, Murat Özyaşar’ın kısa ama parlayan hikâyesiyle[3] bitireyim:
Derttir bu, kimini lal ederken kimini eder gezeve. Derttir ve dile düşer önce, sonra sonradır dile düşürdüğü. Onun da başına geldiği için değil, başından atmak istediği için hikâyesi böyle başladı.
İki gagası vardı kuşun, iki de dili. Haliyle yoktu bir tek dili. Geveze denemezdi ona ya da lal. Belki belki, dili kırma bir ketum.
Nasıl oldu da oldu.
Bir gün dile geldi. Boğazında yumruk olmaya çalışan bir yumru; başı düştü, yüzü, omuzları. Tam vazgeçecekken, onun birbirini feci kırmış iki diliyle söylersem: Dili geldi, tesellisi düştü, kendine yazığı geldi.
Kanatlarını iki yana açıp sonunda şöyle diyebildi:
“A güzelim Dünya, ben sana şimdi bunu nasıl edeyim Türkçe: Ez nemînim!”[4]