Ölüm gerçekten bazen bir son değil başlangıçsa, sanırım bu gibi durumlar için söylenmiştir: Bazı ölüler dirileri kurtarır...
29 Ekim 2015 14:22
-Çetin Altan’a saygıyla-
Sevinçle atlamıştım ışıklı bir göle atlayan kurbağa gibi. Nazım’ın şiirleriye bambaşka bir dünya keşfediyordum, onun saçlarının yerine başında kızıl bir alev varmış gibi görünen resmine bakıyor, okuduklarıma inanamıyordum:
Denizin üstünde alabulut,
Yüzünde gümüş gemi…
Şairin başına ne gelmişti bilmiyordum. Yaşam bana bahardı, on yedi yaşımdaydım. Ne gelirse gelsindi anlayabilecek gibi de değildim, ben o sesin ışığıyla deliye dönmüştüm:
Hep bir ağızdan türküler söyleyip
Hep beraber sulardan çekmek ağı…
İlk kez zihnimde biriktirdiğim sözlerle bakıyordum dünyaya. Bana yaşam bambaşka görünüyordu: Dünya meğer yalnızca görülmez, bir de hayal edilirmiş, bunu anlıyordum.
Şiirlerini tanıdıkça, defalarca okudukça dilim damağım acılaşmaya başladı: Bu büyük sözler yer yer nasıl da acıtıyordu canımı.
Bugün pazar diyordu, beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Hapiste duruyordu şair. Ne yapmıştı da hapse girmişti, okudukça şaşırıyordum: Askere isyana teşvikten girmişti.
Askeri isyana teşvik… Böyle bir suç olduğunu öğrendiğimde aklım almamıştı.
Genceciktim ve yaşam pembe renkti; Aziz Nesin’in de hapislerde yattığını, evinin sürekli arandığını okuyup o yaşama imrenir, iyi bir şey önündeymişim, sanki bunlar acı değilmiş gibi gülerdim. Sinema basıp orada komünistleri yakmaya çalışan insanların şehrinde, Kayseri’de yaşadığım halde şehrin demokratik değerlere henüz kapalı olmadığı bir döneminde olduğumuz için hayallerimiz canlıydı.
Fakat bir gün Aziz Nesin’i okuyup okuyup güldüğüm çağın sonuna geldiğimi fark ettim: Meğer yaşam, -onun söylediği gibi- gözyaşından süzülmüş bir avuç kahkaha imiş! Bunu giderek anlıyordum. Markopaşa deneyimini okudukça iyice şaşmaktaydım: Sabahattin Ali’yle dergi çıkarmaya kalkışmışlar ve defalarca hapse girmişler… Çıkardıkları dergi toplatılmış, matbaa basılmış…
Halkı isyana teşvik… Komünistlik…
Böyle bir suçu anlamam bir türlü mümkün olmuyordu.
Halbuki Tan matbaası basılıyordu, kontrolsüz kalabalıklar komünist avına çıkıp mal yağmalıyordu. Çocukluğumda da benzer örnekler yaşanıyor, bu ülkenin meclisinde Çetin Altan’a, sokaklarında kitapçılara, sinemalarında kongre toplantılarına ölümcül saldırılar yapılıyordu.
Okudukça öğrendim ki, Sabahattin Ali öldürülmüştü.
O zaman bilmiyordum ki, yazarı ve aklı öldürme tarihi böyle başlamıştır. Ülkemin korkunç yazgısını yazanlar işe Nazım’la başlamış, onu öldüremeden elinden kaçırmış, Sabahattin Ali’yi öldürmüş, Aziz Nesin’e hep sırtaran ölüm melekleri amaçlarına ulaşamamışlardı.
“Enseyi karatmamak” gerektiğini ilk kez o zamanlarda işittik.
O zaman bilmiyordum ki “Bu ülkenin gerçek sahipleri” sayılanlardan değilsen, afedersin evin de yağmalanır, işyerin basılır, yakılır, hakkın bir kül haline getirilip avcuna verilirdi. 6-7 Eylül olaylarını milliyetçi galeyanın kendinden geçişi sanıyordum.
Güzel ve mutlu bir dünya hayali içine girilemeyecek bir korku bahçesine dönüşmekteydi, Türkiye’nin ilk 1 Mayıs’ı kana bulandığında on yedi yaşımdaydım. O gün pembe düşlerle başlayan umut yolculuğum daha aynı yaşı tamamlamadan karanlık bir ülke gerçeğine tosladı. Bu ülkenin öteki bölüğündenseniz, vatanın gerçek sahiplerinden olmuyordunuz, sizin hayalleriniz tehlikeli ve bölücü sayılıyordu, bu hayaller yüzünden ölümü hak ediyordunuz.
Gencecik yaşımda öğrendiğim şuydu: Yaşadığımız hayat pis bir tezgahtır, hayallerimiz bile tehdit altındadır. İnsanlar hayalleri için ölmektedirler.
Etrafımda katliamlar kol geziyordu: Maraş olaylarında yüzlerce Alevi katledilmişti, Çorum’da da. Bu ülkede sıradan kalabalıklar başkasının malını ve canını yağmalamaya alıştırılmıştı: Dinsel bir düşman yaratıldı mı, birtakım caniler ellerinde silahları ve alevleriyle geliyor, insanları öldürüyor, evlerini yakıyordu. Otobüs durakları taranıyor, kahvehaneler bombalanıyordu. Dünya yaşanır bir yer olmaktan çıkmış, hırs ve düşmanlık dolu bir yere dönüşmüştü.
Doğan Öz, Abdi İpekçi, Kemal Türkler, Ümit Kaftancıoğlu ve Bedrettin Cömert gibi bazı önemli aydınlar ve sendika liderleri bu yıllarda öldürüldü.
Sol şiddet teorilerine yöneldi, bu böyle olmayacak, dedi.
Sevgiyle büyütülmüş çocuklar bile bu kadar kindar ve saldırgan dünyada isyan eder; kaldı ki hepimiz sevgiyle büyütülmüş falan da değildik: Herkes birbirine bu koşullarda en kolay şeyi, nefreti öğretti.
O yıllarda kendi kendime düşünür, ışıklı gölün kaybolduğunu sezerdim. Uğrunda ölüler verdiğimiz yol niye sevimsiz görünmeye başlamıştı, bunun nedeni düşmanlarımız mı, biz miydik? Yaşadıklarım bana sokağa fazla çekildiğimizi, aklı ve bilimi ıskaladığımızı söylüyordu. Sovyetler, Çin ve Avrupa’da neden farklı sosyalizmler vardı? Neden hep savaş kültürü yüceltiliyordu? Okuduklarımdan anladığım kadarıyla 1800’lerin sonundaki sosyalizm düşüncesinden çok sayıda düşünür, yazar ve bilgin etkilenmişti; oysa devrimden sonra en çok devrim kaybetmiş, yazarlar ve bilginler devrimi terk etmişti.
Cezaevindeydim; 12 Eylül üstümüze çökmüştü ve hepimizi Atatürkçü yapmak için kolları sıvamıştı. Her günümüz ağır işkenceyle doluydu. Bazı arkadaşlarımız öldürüldü, en acısı da elbet İlhan Erdost’un öldürülmesiydi. Arkadaşlarımızı darağacına yollanmış bulduk, çok dayak yedik ve oradan ağır bedensel hasarlarla çıktık. Cezaevinde Atatürkçü eğitimi dayatan o günün rejimi, aynı zamanda harıl harıl İmam Hatip liseleri açmakla meşguldü, komünizme karşı din panzehrini kullanacaktı.
Cezaevinden çıktıktan sonra yeniden ışıklı bir göle atlar gibi kitaplara döndüm ve bu kez yapmadığım bir şeyi yaparak dünya klasiklerini okumaya başladım.
Askerliğimi huzur içinde yapamadım, çünkü arkadaşlarımdan ikisi askeri isyana teşvikten hapsedildi: Bunlar Ali Nesin ve Sevan Nişanyan’dı. Gözümün önünde yaşanan bu yargılama tiyatrosu bana bildiğim o acı gerçeği bütün çıplaklığıyla anlatıyordu: Sevan Ermeniydi ve Marx’ın Grundrisse’sini çevirmiş bir solcuydu o zamanlar. Ali Nesin ise devletin bir türlü öldürmeyi beceremediği büyük bir yazarın oğluydu. Matematik profesörü bir dünyalı.
Askerliğini bile devletin pençesinde kıvranarak yapabilen insanlardık biz. Devlet bir kıyma makinesi gibi çatır çutur dönerek bizi içine çekiyordu. Her zaman içine düşmüyorduk elbette, bazı kıyımlar yarım kalıyordu. Fakat devlette “karanlıkta duran” birileri biliyordu ki bu iş er veya geç bir yerde yeniden sürecektir.
Hiçbir suç işlemeden “askeri isyana teşvik”ten yıllarca yatabiliyordun hapiste; fakat bu ülkenin karanlık adamları her fırsatta yağmacıları isyana teşvik ediyor, onların alıştığı vandallığı toplumun üzerine bir kâbus gibi çökertiyordu.
O karanlık akıl 1993’te yarım kalan işini anımsadı, Sivas katliamını punduna getirdi. Aziz Nesin’in ölümden kılpayı kurtulduğu o feci olayda pek çok arkadaşımız öldü. Cezaevinde ellerimizde arkadaşlarımız öldüğü halde, Sivas’tan sonra çok şaşırdığımı biliyorum. Dünya artık iyiden iyiye kötüydü, bundan daha kötüsü olmaz diyordum.
Meğer yeni başlıyormuşuz.
Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy ve Turan Dursun art arda katledilince karanlıklardan karanlık beğendik. Katliam günlük olay haline geldi. Böyle olunca tarih kapısı önümüze açıldı, ne oluyor burada deyip geçmişimize baktık: O korkunç gerçek yüzümüze çarpıyordu durmadan: Yakın tarihimiz, Ermenilerin, Yahudilerin, Rumların, Dersim Zazalarının, Alevilerin, Kürtlerin ve komünistlerin acı dolu kitlesel ölümleri, yağmalanmaları ve sürgünlerinin tarihiydi. Üstelik bu ülkede Balkanlardan sürülmemizden beslenen, bir öteki düşmanlığı kurmak çok kolaydı ve devlet en önemli paramiliter desteğini bu kaynaktan alıyordu. Öldürmeye eğilimli olan ve bundan zevk alan bir sapıklığı okşamak; devletin içindeki karanlık odaklar ne zaman bir tasfiye hareketi planlasa bunu yapıyordu.
Bu ülke aydını, mutlu bir çocuk masalının ormanında doğmuş, fakat büyüdükçe oranın bataklığa dönüştüğünü görmüştür. Bataklığı kurutmak için çırpınmak; bütün aydınların kaçınılmaz kararı budur, hepsi de mutlu ve ışıklı bir gölde ışıl ışıl parlayarak yüzmek için yola çıkmış ama kurt kapanında ölmüş kişilerdir. Bunu herkes bilir ama yine de bu ülkede aynı yola gitmekten başka bir seçenek yoktur.
Doksanlı yıllarda göz göre göre bombalanan gazetelerde arkadaşlarımız biraz da bu yüzden ölüp gittiler.
Bir ülke tarihi anlatacak değilim. Yıllar geçti, postmodern darbe de, askeri vesayetin sona ermesi de bu süreçte yaşandı; AB değerlerine uygun demokratik bir ülke kuracağımızı sanırken kendimizi bir kez daha o korkunç kızma birader oyununun giriş basamağında bulduk.
Genç insan kanı içmeye hevesli cangılımızdaki ejderha yine kana susadı: Öyle görünüyor ki bir kuşağın daha ışıklı göllere dalıp yüzme hayali suya düştü, üstelik bu kez alçakça, bilgisizce, görgüsüzce yağmalanan bir yerdeyiz. Ülkeyi Ortadoğu batağına saplayan muhteris, kindar, acımasız, bölücü, habis bir yapı, nihayet amacına ulaştı, Bağdat’ta, Halep’te olduğu gibi bizim şehirlerimizde kitle halinde ölümler yaşanan katliamlar görüyoruz. Halkına zulmeden bir diktatörlüğü ilk kez bu kadar pervasızca karşımızda bulduk. 6-7 Eylül 1955’teki iki gün yapılan ve yıllarca saklanan çapulculuğu hiç çekinmeden, aylardır Kürtlere ve solculara yapan, Batman’ı, Suruç’u, Kırşehir’i, Ankara’yı can pazarına dönüştüren ve bunu pervasızlık ölçüsüne vardıran basiretsiz ve bölücü bir iktidardan ötürü ıstırap içindeyiz. Koltuğa yapışmış, sorumluluğuna aldırmayan, hiçbir demokratik değeri önemsemeyen, işgalci, hotzotçu bir yapı bu. Milletvekillerinin vandalların önüne düşüp “halkı isyana teşvik ettiği” bir lumpenliğin örgütü. Bu konuyla ilgili olarak savunmasını da bir toplumun en dokunulmaz olan “Basın Yayın Özgürlüğünü” ortadan kaldırmak için saldırdığını söyleyerek yapan cehalet.
Işıklı göllerin çağrısı bu ülkenin aydınlık yüzleri için tuzaktır: Kitle katliamları arkadan gelir. Suruç, Diyarbakır ve Ankara’da yüzlerce insana varan katliamı kim yaptı sorusunun yanıtı dolambaçlı olabilir fakat hiç de dolambaçlı olmayan gerçekler bu iktidara, dünyada hiçbir mutluluğun kan ve gözyaşıyla elde edilemediği gerçeğini öğretmeye hazırlanmaktadır.
Bir gün, bu arbededen sonra, denizin üstünde alabulutlar, yüzünde gümüş gemiler, içinde sarı balıklar olduğunu çocuklarımıza öğreteceğiz. Onlara “Deniz olunmalı” diyeceğiz, “Özgürlüğümüz bir denizdir, bu ışıklı sulara hep bir ağızdan türküler söyleyip gireceğiz, ağlarımızı gülerek çekeceğiz sulardan…”
Bu kadar ölüyü boşuna vermiş olmayacağız.
Bu ölülerin ahı onları öldürene yüktür, işiteni çılgına çeviren sirenlerin sesi gibidir. Oysa biz vicdanı temiz olanlar için ağıt bile denizin çağrısı olarak görünecektir, sevinçle zıplayan kurbağalar gibi, başımıza ne geleceğini düşünmeden, geleceği kurmak için göllere atlayacağız.
Enseyi karartmak yok.
Nazım’ı, o alev saçlı büyük ozanımızı boşuna okumuş olmayacağız. Aziz Nesin’ler boşuna acı çekmemiş, Sabahattin Ali boşuna öldürülmemiş olacak.
Ölüm gerçekten bazen bir son değil başlangıçsa, sanırım bu gibi durumlar için söylenmiştir: Bazı ölüler dirileri kurtarır.