14. İstanbul Bienali’ndeki sanat çalışmalarına “Bir Göçük Deliğinden Manzaralar” diyebiliriz. Yani, dünyanın bugünkü haline, sanatçıların farklı tepkileri ve bakışları. Sizinkinden, benimkinden çok farklı değil aslında...
26 Ekim 2015 15:00
Bienal Gezileri-3
Bienal son günlerine girdi, ben de nihayet geçen hafta bütün sergileri gezmeyi tamamladım. İyi ve kötü sürprizler devam etti.
İyi sürpriz-1: Küçük Mustafa Paşa Hamamı (enfes bir tarihi bina) ve Wael Shawky’nin “Haçlı Seferi Kabaresi” adlı, camdan kuklalarla çektiği tarihi film.
Kötü sürpriz: Büyükada’daki işleri, belki bir teki hariç, hiç sevmedim, olmasalar da olurmuş. Hatta, Büyükada kısmı tamamen kalksa, Bienal bir şey kaybetmezmiş bence. İnsan o kadar yolu gidip, onca yokuşu tırmandığına biraz hayıflanıyor.
İyi sürpriz 2: Hrant Dink Vakfı ve Agos Gazetesi’nin yeni ve çok güzel binasında, Nguyen Huy An’ın harika suluboyaları ve barut tozundan gölgeleri.
Bu iki çalışma, Francis Alys’ün Depo’daki “Ani’nin Sessizliği” filmiyle birlikte ilk üçe girer ve kendi başlarına bir bienal olurlar bana kalırsa.
Pelin Tan-Anton Vidokle’nin “2084 - 2. Bölüm/ Sanatçı Cumhuriyetinin Çöküşü” filmiyle, Kristina Buch’un Çukurcuma’daki videolarını da eklersek, bu ilk beşle ben işi bitirirdim.
Şaka bir yana, son yıllarda bienallerde (Venedik de dahil) birleştirici ana kavramı giderek ağırlaştırmak moda oldu. Fazla felsefeye kaydık. Ya işler, kavramın ağırlığını taşıyamayıp çöküyor, ya da kavram, işlerin karmaşıklığından, bir noktada dağılıyor.
İstanbul’da ikincisi olmuş sanki.
Tuzlu su mecazları, yahut teosofi dersleri, bu kadar işi bir arada tutamıyor. Kavram yahut tema olmadan gezsek daha iyi olurmuş.
Epey zahmetli, iskeleden geri dönmeli, kış tarifesini şaşırmalı, uykusuz kalmalı denemeler sonucu, bir buçuk saat tuzlu su katettikten sonra Büyükada’ya ulaştığımızda, belki bir teki kayda değer dediğim çalışmayı görmek için de ayrıca epey çamurlu bahçe ve çalılık geçmek zorunda kaldık. Troçki’nin sürgündeyken kaldığı ve artık harabe olmuş evin bahçesiydi bu.
Çağdaş sanatın bir başka yeni modası, hazine avcılığı oynar gibi, izleyicileri bir yerlerde (genellikle de karanlıkta, yokuşta, dehlizde) gezdirtip orada burada sanat eserlerini keşfetmeye teşvik etmek. Sürpriz faktörü önemli. Bizleri azıcık çocuklaştıran bir sergileme yöntemi. Bazen, şehrin ihmal edilmiş yerlerini canlandırmaya da yarıyor elbette, farkındalık yaratıyor, onu da yadsıyamam.
Troçki evinin deniz kıyısına ulaştığımızda, bizi hakikaten büyük bir sürpriz bekliyordu, boyut anlamında büyüktü her şeyden önce.
Meksikalı sanatçı Adrian Vilar Rojas, denize döktüğü beton kaideler üzerine dev boyutta hayvan heykelleri koymuş. (Alçı heykeller Kartal’dan gemiyle gelip vinçle indirilmişler.) Fil, zürafa, bizon, aslan, ne isterseniz var, ürkütücü bir safari.
Sırtlarında keçe, çöp, moloz, garip ağırlıklar yüklü. Trajik göçmenlere de benziyorlar, sirk kafilesi de olabilir.
Nuh’un gemisinden mi çıktılar? İnsanlığı tehdit ve istila etmeye mi geliyorlar, yoksa bizi ne hale getirdiniz diye sitem etmeye mi? Paris’teki çevre zirvesine konulsa daha iyi olurmuş. Çalışmanın adı, “Tüm Annelerin En Güzeli.”
Zoraki epey fotoğraf çektikten sonra, bahçeyi gerisin geri tırmandık, rehberimiz meşgul olduğu için, iskemlesine oturduğum bekçiden yorum istedik. Profesyonel sanat eleştirmenini aratmayacak bir yorum yaptı.
Tabii, herkesin farklı bir görüşü var, diye başladı söze, diplomatik bir edayla. Ama, bir görüşe göre, Tabiat Ana’dan söz ediliyor; hayvanlar biz insanlara, siz dünyayı kirletiyorsunuz, biz temizlemeye çalışıyoruz, diyorlar. Barınacak yer, yaşanacak hayat bırakmadınız, gene de direniyoruz ve dünyayı iyileştirmeye çabalıyoruz, mesajı veriyorlar.
Sıkı bir yorumdu. Bravo bekçiye. Tabii o beton kaideler pek ekolojik olmamış.
Bu muazzam sitem ordusu, bende “Yıldız Savaşları” filminde, Luke Skywalker’ın büyüdüğü, galaktik barlarında garip yaratıkların kaynaştığı o grotesk gezegeni hatırlattı. Gerçi, aynı grotesk gezegen havasını, Wael Shawky de “Haçlı Seferleri Kabaresi”nde yaratmış.
Bu sefer Murano camından yapılmış korkunç ve muhteşem kuklalar var. Ne insan, ne hayvan, gerçekten grotesk hilkat garibeleri.
İstanbul’un çok farklı coğrafi mevkilerinden birbirine seslenen, birbirini yankılayan akraba işler yerleştirmek bu Bienal’in en başarılı eylemi olmuş. Ama bu etkiyi yaşamak için Bienal’in tamamını gezmek ve çok dikkatli olmak gerekiyor. Hazine avcılığı, sürpriz ve çocuklaştırma modası diyorduk, hatırlayın.
Shawky, bunun da ötesine gidip, siyasal ve sosyal açıdan derin bir ironi yaratmış. Haçlı Seferleri’nin tarihini, uzaylıya benzeyen cam kuklalar canlandırınca, izleyicide bir uzaklaşma/ yabancılaşma etkisi oluyor ister istemez. Brecht kabaresi gibi biraz. O sayede, tarihin ve bugünün fecaatini daha iyi görüyorsunuz.
Hristiyanlar ve Müslümanlar bir yandan savaşırken, bir yandan da kendi içlerinde daha acımasızca birbirlerini yiyorlar. Alevi, Sünni, Şafi ya da Şii, halife veya hükümdar, tarih kabaresi tüyler ürpertici ve gülünç. Hırslarımızın ne kadar boş ve şu andaki halimizin ne kadar zavallı olduğu iyice meydana çıkıyor, bu enfes kukla gösterisinde.
“Tarih tekerrür etmez, ama kafiye yapar” demiş Churchill.
Nguyen Huy An ise, Vietnam kırsalından durgun gölleri, ipek kâğıt üzerinde suluboyayla canlandırmış. Soyut mu soyut üstelik, incelik dolu. Resimlerindeki gölge, ışık, renk ve neredeyse duyabildiğim ses oyunları, titreşimler, beni büyüledi.
İnsanı yeniden dünyaya getirecek birer rahim gibi dingin, doğurgan, kuytu yerler bunlar. Sonsuzluk ve hayal üzerine kurulu imgeler. Sanattan beklediğim en önemli şeyi yapan, insanın gönlüne coşku veren işler. Ahmet Haşim’in Göl Saatleri kitabındaki şiirleri hatırlattı bana. O kitabın yüzüncü yılında yeniden basımı için bu sanatçıdan el isterdim, yayıncı olsam.
Huy An’ın gölgeleri ise, barut, savaş, şiddet çağrıştırıyor, ama bir yandan huzur özlemi, duygu derinliği, garip bir mutluluk da tattırıyor izleyiciye, travma sonrası iyileşme kıpırtıları gibi. Bu Vietnamlı sanatçıya hayran oldum. Malzemesine saygı, malzemeyle derin ilişki, zanaatine sevgi seziliyor, her dokunuşunda.
Uzakdoğulu sanatçıların sahip olduğu bu engin malzeme geleneği, geçenlerde Londra’da sergisini gezdiğim Ai Wei Wei’yi, Asya’nın gizemini düşündürttü bana.
Beyoğlu FLO binasında da, Cansu Çakar, bizim tezhip, minyatür, camaltı geleneklerimizi çağdaş yaşamla buluşturmuş, kayda değer bir çalışma.
Bizler, dünyadaki bütün insanlar, birbirimizi hiç tanımasak bile, içten içe konuşuyoruz, birbirimizi hissediyor ve dokunuyoruz. Sanatın özeti bu.
Çağdaş sanat bunu bazen damardan yakalıyor, bazen de kavramsal olacağım derdiyle tamamen ıskalıyor. Yakaladığı ve ıskaladığı çalışmalar neredeyse tam eşit İstanbul Bienali’nde. Bütün bienallerde olduğu gibi.
Ama bienallere gene de ihtiyacımız var. Birbirimizi hatırlamak, hayatın neresinde olduğumuzu hissetmek, zihinsel bir check-up’tan geçmek için, bienaller önemli fırsatlar. Peki, İstanbul Bienali sonuçta bize ne söylüyor? Tuzun hem güç hem hayat olduğunu unutmayın, ama tuzda aşırıya kaçmayın ve cep telefonlarınızı tuzlu suya düşürmeyin diyor. Sanatı kavramla örgütlemek galiba çok iyi bir fikir değil.
Büyükada’daki metruk, karanlık eski evlerde ve kayalık sahilde kendimiz de tuzlu suya düşmemek için epey zorlandık. Tophane ve Karaköy yokuşlarını tırmandık, belki sanatla biraz oyalandık şu zor günlerde. Sahtekâr politikacıları atmak için proje deliği keşfettik, Bizans ve Osmanlı kalıntılarında dolaştık, kentsel dönüşümün zorlu yollarında iyi restore edilmiş birkaç güzel binayla tanıştık.
Üstelik, kendim henüz görmedim ama yazılanlardan anladığım kadarıyla, bu yılki Venedik Bienali’yle de çok akraba bir konumu var İstanbul Bienali’nin.
1915’in yüzüncü yılında olmamız nedeniyle, her iki bienal de Ermeni sanatçılara ve temalarına ağırlık vermiş. Ayrıca Venedik jürisi bu yıl Altın Aslan ödülüne Ermenistan pavyonunu layık gördü. Türkiye pavyonunda ise, Ermeni asıllı bir sanatçı, Sarkis, tek başına temsil ediyor bizi.
Benzerlik bunun çok ötesine gidiyor aynı zamanda. İki Bienal de, geleceği görmek için geçmişte ilham aramış. Venedik Bienali’nin başlığı zaten “Dünyanın Bütün Gelecekleri.” Afrika kökenli küratör Okwui Enwezor, tıpkı İstanbul’da Carolyn Christof-Bakargiev’in yaptığı gibi, sanatın dünüyle bugününü birleştirmeye çalışmış.
Bu geriye bakış, Venedik’te yeni gerçekleştirilen “Arena” isimli kamusal tartışma alanında, Karl Marx’ın Das Kapital kitabının sesli okunmasını merkeze koymuş. İstanbul’da ise Leon Troçki’nin hayaleti geziniyor.
Büyükada’da, Splendid Palas Oteli’nde, William Kentridge’in Troçki üzerine video yerleştirmesi, bende büyük düş kırıklığı yarattı. İstanbul’da Troçki göndermelerini, Venedik’te Das Kapital’in okunması kadar yersiz buldum. Klasik devrimler çağı kapandı. Sanat, dünyanın şu anda yaşadığı çalkantılara cevap verecek güçte değil bence. Sanat bu kadar büyük sorulara cevap arayamaz.
Wael Shawky’nin yaptığı gibi ironik tarihsel ve siyasal bağlantılar kurmak mı, Nguyen Huy An’ın yaptığı gibi ruhsal titreşimler yaratmak mı daha etkili, diye sorulsa, ikincisi demek geliyor içimden. Birinci yaklaşım, Shawky’nin çalışmasında olduğu gibi, çok güzel yapılsa bile, cevabım aynı.
Belki farklı bir mecazla bitirmek güzel olabilir. Büyükada’da, Rizzo Palas adlı eski bina, Hitchcock’un “Sapık” filminin çekilebileceği kadar metruk ve korkunç bir yer. Sergi yerleştirmek şöyle dursun, bence ziyaretçi hiç sokulmamalıymış o binaya. Hijyen ve kaza tuzağı.
Karanlık merdivenlerde kalabalıkla boğuşurken, düşmemek için cep telefonumu kullandım. Ayrıca, bu kadar büyük binalarda, videolar niçin ille en küçük odaya konur, asla anlayamamışımdır.
Ed Atkins’in “Hıslayan” adlı işi, Amerika’da birkaç yıl önce, yatak odası aniden yerin dibine çökünce ölen bir adamın hikâyesini anlatıyor. Gerçek bir hikâye. “Çökme çukuru” yahut “göçük deliği” (sink hole) denilen garip bir doğa olayı bu, ani bir göçük etkisiyle, büyük arazileri bile yutabiliyor.
Bana kalırsa İstanbul Bienali, böyle bir göçük deliğinde batmaktan kılpayı kurtulmuş. Ama mecazı biraz daha ilerletirsek, bugünlerde modern uygarlığın bir göçük deliğinde hızla batmakta olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bienal üzerine ilk yazıma bu yüzden “modern uygarlık yok oldu” temasıyla başlamıştım. Gene o temayla bitireyim.
14. İstanbul Bienali’ni, tıpkı Venedik gibi, modern uygarlığın yok oluşuyla ilgili bir nabız yoklaması olarak görebiliriz belki. İstanbul’un çeşitli semtlerine yayılmış sanat çalışmalarına da, “Bir Göçük Deliğinden Manzaralar” diyebiliriz. Yani, dünyanın bugünkü haline, sanatçıların farklı tepkileri ve bakışları. Sizinkinden, benimkinden çok farklı değil aslında. Onlar sadece malzeme kullanmayı bildikleri için, düşündüklerini daha iyi dile getiriyorlar.
O yüzden, devrim hayal etmek yerine, belki de yapabileceğimiz en iyi şey, malzemeye özen göstermek, yani en başa dönmek. Yaptığımız işe değer vermek, kullandığımız malzemeye saygı duymak. Asıl devrim bu olurdu.