Pete Najarian'ın romanlarının gücü ve etkisi bireysel hikâyelerle toplumsal hikâyeler arasındaki bağları açık etmesinde. Onun romanlarında bireysel ve toplumsal hikâyeler birbirine dolanan iki sarmal hâlinde çıkıyor karşımıza...
18 Ekim 2018 14:00
Pete(r) Najarian[1], Türkçede 2004’te yayımlanan Son Ermeni’nin “Önsöz”ünde romanın kahramanlarından söz ederken, “Anlatıcı dahil tüm karakterler[i], gerçek modellerden yararlanarak hayal ettiği[ni]” belirtir. Kahramanlarla gerçek modeller birbirlerine o denli benzemektedir ki sürekli karıştırılmaktadırlar; Najarian da, bu nedenle “Önsöz”de romandaki annenin kendi annesi, abinin de abisi olmadığını belirtme ihtiyacı duymuştur. Bu karıştırılma riskine rağmen neden böyle bir yol izlediğiniyse şöyle açıklar: “Ben kurmaca yazıyorum çünkü yaşama deneyimimi en iyi ifade etme biçimim bu.” Bu açıklama, romanda anlatılanların hangi bölümlerinin kurmaca, hangi bölümlerinin gerçek olduğu sorusunun bir önemi olmadığının ifade edilmesidir aynı zamanda. Kurgusal bir gerçeklikle karşı karşıya olduğumuzu bilmemizi ister, ama gerçek modellerin yaşadıklarının daha iyi anlatılabilmesi için bu yolun yeğlenmiş olduğunu da akıldan çıkarmamamızı salık verir gibidir. Başka bir deyişle, edebiyatın yaşananları, deneyimleri, his ve muhakemeleri gerçek hayatta olduğundan daha farklı, daha iyi anlatma kaygısından doğduğunu hatırlatır.
Najarian, Belleğin Kızları’nın ilk sayfasında da pek alışılmadık bir şey yaparak romanın konusunu özetleyiverir.
“Konu basit, burnundan kıllar fışkıran ve azgın ihtiyar bir sanatçı, hayatı boyunca yaptığı işlere yeniden dönüp bakarken tarihin, birbirini öldüren türümüzün ve çölde katledilen anneannesinin ruhuyla yüz yüze gelir. Anneannesi kimdir, neye benzemektedir? Onu, hep istediği kadınmış gibi çizmek ister, onun görünüşünü aramak yazarı gizemli dişinin labirentine sürükler.”
Romanın konusunun peşinden kurgusuna dair bir şeylere de değiniyor Najarian: Bazı bölümlerin romanın başkahramanının eski dostu Charlie’ye yazdığı mektuplardan oluştuğunu ve aralarda 1915’te küçük birer çocukken Anadolu’dan ABD’ye göçmek zorunda kalmış bir grup yaşlı Ermeni kadının kendi aralarındaki sohbetlerinin serpiştirildiğini belirten Najarian, romanın girişindeki bu açıklayıcı özetle, her şeyden önce bir romanın konusundan, kurgu ve yapısından ibaret olmadığını, bunları bilmenin o roman hakkında bize çok da önemli şeyler söylemediğini hatırlatıyor.
Son Ermeni’nin “Önsöz”ündeki açıklama Belleğin Kızları için de geçerli. Gerçek modelle kahramanlar gene çok yakınlar, üstelik Son Ermeni’nin kahramanlarıyla da çok yakınlar. Bu iki roman arasında pek çok paralellik var. Bütün benzerlik ve yakınlıkların yanında çok farklı iki noktaya odaklandıklarını da eklemek gerekir. Son Ermeni’de ülkesiyle hesaplaşan genç bir adamdır anlatıcı-kahraman. Ermeni’dir, göçmendir, 1915 soykırımından sağ kurtulmuş bir annenin çocuğudur, ama ABD’de doğmuştur. Romanın Türkçe basımı için yazdığı önsözde romandaki hesaplaşmanın, isyanın nedenini şöyle açıklıyor Najarian:
“Bu kitabı, Amerika dediğim şeye karşı isyan eden gençlik tutkumla yazdım; tabii isyanım gerçekten Amerika’ya değil, bana içinde kendimi bu kadar yabancı hissettiren şeye karşıydı. Bir şeyler beni rahatsız ediyordu ve o yazma ihtiyacı içinde ben, tıpkı ustalarım gibi, bunu yalnızca bir şarkıya değil, kendimi artık içinde yabancı hissetmeyeceğim bir dünyaya dönüştürmek istiyordum. Çünkü sanat, sonuç olarak bizim yaşam sevgimizi ve tarihimizin acılarını bir araya getirir.”
Belleğin Kızları’nın anlatıcı-kahramanıysa hayatı boyunca takip edip ulaşamadığı ebedî bir kadın imgesinin peşinde olmuştur, bir anlamda o ebedî kadına duyduğu arzu ve tutkuyla (ve kuşkusuz kendisiyle) hesaplaşmakta, bu tutkunun, bu arayışın kökenini, nedenini anlamaya çalışmaktadır.
Najarian’ın romanlarının gücü ve etkisi bireysel hikâyelerle toplumsal hikâyeler arasındaki bağları açık etmesinde. Bireysel ve toplumsal hikâyeler birbirine dolanan iki sarmal hâlinde çıkıyor karşımıza. Belleğin Kızları’nın kurgusundan söz ettim: Yaşlı ressam Zeke’nin hatırladıkları; Zeke’nin arkadaşı Charlie’ye (zihninde) yazdığı mektup; annesinin anlattıkları ve yaşlı Ermeni kadınların sohbetleri. Zeke hayatı boyunca onu cinsel anlamda etkileyip iç dünyasında çok zaman adını koyamadığı bir şeyleri tetiklemiş olan kadınları anlatırken söz Dolores’e geldiğinde anlatının muhatabını değiştirip Dolores’le ilgili hatırladıklarının büyük bölümünü Charlie’yi muhatap alarak aktarıyor. Bunun nedeni Dolores’in Charlie’nin karısı olması. Charlie gençlik arkadaşıdır, büyük beklenti ve umutlarla dolu gençlik yıllarında heyecan ve heveslerini paylaştığı, günlerini, yıllarını beraber geçirdiği, belki de en yakınındaki kişidir. Zeke ressam, Charlie yazar olmak istemişlerdir. Charlie’ye “yazdığı” mektuplarda o yıllara, o yılların genel havasına da değinir Zeke.
Charlie’yle aralarının açılmasının nedeni Zeke’nin arkadaşının karısına âşık olması değildir – bu durum büsbütün kopmalarına neden olsa da. Esas neden gençlik heyecanlarının azalmış, belki de hiç kalmamış olmasıdır. Onları heyecana sürükleyen gençlik hareketleri resmî güçlerce bastırılmıştır, ülkelerinin içeride ve dışarıda gerçekleştirdiği katliamlara tanık olmuşlardır. (Burada Son Ermeni’yi ve o romanın anlatıcısının Amerika’ya isyanını hatırlayabiliriz.) Charlie’ye gıyabında seslendiği şu satırlarda ona bir şeyleri izah etmekten çok dertleşme arzusu hissedilir:
“Aynı yanma hepimizde vardı ve yıllar içimizdeki yangınla geçip gitti, yangın kişisel hayatlarımızda büyümekle kalmadı, büyük kalabalıklardaki çıplak kızların ve plastik torbalarda Vietnam’dan gelen oğlanların o ünlü çağında, yangın her yerdeydi.
Saykodelik renklerde alevlendi ve yüzeyi çatlatan derindeki şey neyse, mantar gibi çoğalıp hayatlarımızı paramparça etti. Senin evliliğinin sonu, evinde aile gibi bir araya gelmiş bizi ayıran bir yarık gibiydi.”
Najarian’ın her iki romanındaki başkahramanların ülkeleriyle sorunları sadece kendi tanık oldukları ve yaşadıklarıyla ilgili değildir, annelerinin ve anneannelerinin yaşadıklarıyla, onların başlarına gelenlerle de ilgilidir. Anneleri kıyımdan kaçmış, yerlerinden yurtlarından olmuş, kendilerine hiç bilmedikleri bir ülkede gelecek çizmeye çalışmışlardır. Kolay olmamıştır yeni geldikleri memleketlerindeki hayatları, sadece çalışma hayatlarında yaşadıkları sıkıntılar, çektikleri yokluk yoksulluk değildir baş etmek zorunda kaldıkları; kendi küçük cemaatleri içerisinde bile sorunlar yaşamışlardır. Beri yandan tanık oldukları büyük kıyım, büyük felaket, yitirdikleri yakınları, uzakta, çok uzakta kalan memleketleri her an belleklerindedir. Belleğin Kızları’nda romanın olay örgüsünden bağımsız olarak bölümler arasına serpiştirilen yaşlı Ermeni kadınların sohbetleri onların gündelik çene çalmalarıdır, ama bir yandan da bu kadınların çok uzak iki ayrı evrendeki hayatlarını birbirine teyelleme çabalarının bir görünümüdür. (Bu nedenle romanın olay örgüsünden hiç de bağımsız değillerdir.) Çocuklarının, torunlarının kendilerine göre daha yerleşik olmaları mesela, onlara bir yandan gurur ya da bir tür hoşnutluk vermekte ama bir yandan da aralarındaki mesafenin arttığını sızıyla fark etmelerine neden olmaktadır. Sağ çıktıkları felaketin ardından böylesi sızılar önemsizmiş gibi konuşurlar, hayatlarının sonuna yaklaşmanın boşvermişliği de sezilir cümle aralarında, ama çocukları ve torunlarıyla aralarındaki mesafenin artmasıyla o çok uzaktaki eski evrenlerinin daha da uzaklaştığını hissettikleri sezilir.
Bu yaşlı kadınlar çocuklarının kendilerinden daha yerleşik olduklarını düşünürlerken çocukları da, en azından hikâyelerini daha yakından öğrendiğimiz Najarian’ın roman kişileri, yersiz yurtsuzluk hislerinden kurtulabilmiş değillerdir. Bunun bir nedeni ülkelerine duydukları isyandır, onları bu ülkeye atan katliamların benzerleri durmamış, dinmemiştir. Zeke, Charlie’ye “yazdığı” mektuplardan birinde, “Yaz Charlie, yazar olan sensin, gençliğimizin şarkısını […] yaz,” dedikten sonra arkadaşından şunları da yazmasını ister:
“Çocuklar ölürken ne kadar sağ olduğumuzu yaz, vahşi sanat aşkımızı ve bu aşkın acizliğinin kasvetini yaz. […] Sanat şehrimizi ve yüzü bir havan mermisiyle paramparça olan oğlanı, içkiden ve uyuşturucudan ölen Coltrane’i yaz.”
Zeke (ve arkadaşları) bir dönem sanat aşkına tutunmuşlardır, sanat yapıtlarından oluşan bir evreni yurt saymışlardır, ne var ki hem geçmişteki katliamlar hem de tanık ya da haberdar oldukları katliamlar, sadece yaşadıkları ülkeyi yurt saymalarının, yersiz yurtsuzluklarından kurtulmalarının önüne geçmemiştir, aynı zamanda sanatı da beyhudeleştirerek, sanatçılardan ve sanat yapıtlarından oluşan fiktif memleketlerinin de onlara yurt olamayacağını göstermiştir. “O yuvayı, sanat dünyasındaki tüm vaftiz babalarıyla bulduğunu sanmıştı, ama o babaların hepsi ölmüştü.”
Zeke için kadınlar da yurt-yuva arayışının bir başka görünümüdür. Onu sanata, özellikle çıplak kadın resimleri çizmeye iten ergenliğinin şafağından itibaren kadınların bedenlerinden yayıldığını düşündüğü parıltıdır ve bu parıltının nedenini bilemediği, bir türlü çözemediği bir etkisi vardır Zeke’nin üzerinde. Bulurken yitirdiği bir şeydir, yuva hissi gibi, anlık bir parlama, parıltı. Varlığından emin olup gördüğü, etkilendiği ama tutamadığı bir şey, kalıcı olmayan, güçlü, yakıcı ama gidici. Zeke’yi peşinden sürükleyen.
Yurt-yuva özlemiyle kadınlara duyduğu tutku ebedî bir kadın imgesinde buluşmuştur. Bu buluşmaya hayranı olduğu ressamların çizdiği kadın resimleri de dahildir, onlarda da o parıltıyı, o ebedî kadını görür gibi olmuştur. Onu sürekli kadın resimleri çizmeye iten de o ebedî kadın imgesini resmedebilme ihtimalidir. Annesinden hikâyesini dinlediği, tek bir fotoğrafını görmediği, çölde katledilen ya da esir edilen anneannesinin imgesinin ve hikâyesinin peşine düştüğünde, aynı zamanda yurdunun, ebedî kadın imgesinin, o gizemli parıltının da peşinden gitmektedir.
Zeke, Charlie’ye “yazdığı” mektuplardan birinde onunla beraber geçirdikleri neşeli bir Noel gecesinin görüntüsüyle yıllar sonra ortak bir dostlarının cenazesindeki soğuk karşılaşmalarının görüntüsünün zihninde “çift pozlama tekniğiyle çekilmişçesine” iç içe geçtiğinden söz eder. Sadece bu iki an için geçerli değil aslında bu “teknik,” yukarıda belirttiğim üzere, Zeke’nin iç dünyasında kimi görüntülerin, olguların iç içe geçtiği ya da üst üste düştüğü rahatlıkla söylenebilir. Hatta Najarian’ın yazı tekniği için de “çoklu pozlama” tekniğinden söz etmek mümkün belki de. Yazıda, fotoğrafta olduğu gibi, şu ya da bu teknikle aynı cümlede farklı zamanlarda yaşanmış iki olayı üst üste düşürmek pek mümkün değildir, bir ardışıklık kaçınılmaz gibidir. Birbirini takip eden iki cümleden biri şimdiyi, öbürü geçmişi anlatabilir, ama tek bir cümlede –tek bir karede olduğu gibi– iki farklı zaman söz konusu olamaz.
Beri yandan belleğin tekniği sanki daha yakındır “çoklu pozlama”ya, anlık çağrışımlarla zamanlar iç içe geçer, mekânlar, kişiler, duygular ve ruh hâlleri hatta. Najarian, Zeke’nin hatırladıklarını ya da “yazdığı” mektubu aktarırken düz bir zaman çizgisi içerisinde ilerletmiyor metni, çağrışımlarla ya da sıçramalarla belleğin işleyişini andırırcasına zamanda ileri geri gidebiliyor. Ama çok daha önemlisi romanın bütününde farklı zamanların iç içe geçtiği hissini duyuyoruz. Başka bir deyişle, zamanların çoklu pozlama tekniğiyle üst üste düştüğü. Bu hissi yaratan birkaç etmenden söz edilebilir: Roman boyunca Zeke’nin çok farklı kadınlardan söz ederken devreye giren ebedî kadın imgesi bu etmenlerden biri. Zeke’nin düşlerinden çocukluğuna, aşklarından hayranlıklarına, sanat sevdasına bir biçimde sirayet eden bu imgenin zamansız oluşu (ya da bütün zamanlarda, hatta düşlerde dahi karşımıza çıkması), romanın başka bölümlerindeki handiyse belgesel olabilecek dokuyu seyreltirken aynı zamanda farklı dokuların iç içe geçmesine de imkân sağlıyor. Yaşlı Ermeni kadınların gündelik sohbetlerinde de zaman kaymasına el veren bir yan var. Ömrünün sonlarına gelmiş bu kadınlar, günlerini biraz daha rahat ve sağlıklı geçirmek dertlerini ifade ederlerken bile sözün bir biçimde çocukluklarında sağ çıktıkları katliamlara, sağ çıkamamış aile bireylerine, oradan torunlarının olası geleceklerine sıçrayıvermesi zamanların üst üste düştüğü hissini güçlendiriyor. Şunu da belirtmeden geçmemek lazım: Yaşlı kadınların kendi aralarında çene çaldıkları bu bölümlerin her biri sadece diyaloglardan oluşan, etkileyici kısa birer öykü aslında.
Kendisini “azgın ihtiyar” olarak tanımlayan Zeke, “Peki arzunun sonu neresi, nerede serbest kalıyor insan?” diyerek içinde bir türlü sonlanmayan arzuyu tutsaklığa benzetir. Daha çocukluğundaki ilk erotik rüyasından itibaren bütün hayatına eşlik etmiştir bu arzu, hayat hikâyesi arzularının ve tutkularının hikâyesi olmuştur. Arzunun bu zaman-ötesi varlığının çok farklı bağlamlarda karşımıza çıkması da romanla ilgili zaman algımızı etkiliyor olabilir. Zeke’deki arzunun bir görünümü olduğunu düşünebileceğimiz Najarian’ın kalemindeki erotik tını da romanın bütününe yayılmış durumda, sadece neşeli, coşkulu anların değil kederli anların anlatımında bile mevcut.
Romanın dokusunu, üst üste düştüğünü hissettiğimiz farklı zamanların yanı sıra, iç içe geçen bireysel ve toplumsal hikâyeler birlikte örüyor. Zeke’nin bireysel hikâyesiyle Ermenilerin 1915’te ya da ABD’ye göç ettikten sonra yaşadıklarının (toplumsal hikâyenin) birbirinden bağımsız olmadığını, geçmişte ailesinin, toplumunun başına gelenlerin onun da kaderini derinden etkilediğini görüyoruz. Zeke’nin kendi çocukluğundan ve gençliğinden hatırladıklarıyla Adana’dan düştükleri yolda Suriye çöllerine vardıklarında ailesinden koparıldığında “evrenden başka kendisine bakacak kimsesi” kalmayan annesinin hatırlayıp anlattıklarını peş peşe okurken iki kuşağın çok farklı iki uzamdaki çok farklı sarsıntılarına tanık oluyoruz. Beri yandan bu hikâyelerin büyük bir ortak hikâye tarafından çevrelendiğini de seziyoruz.
Son Ermeni’nin “Önsöz”ünde Najarian bu iç içe geçen hikâyelere şöyle değinir:
“Benim kendi hikâyem katliam hakkında değil; toplumdaki o muazzam hareketliliğin uyanışı hakkında ve bazı bölümler dile âşık genç bir adam tarafından yazılmış olsa da, içinde yalnız bana değil hepimize ait bir şeyler var. Biz, hepimiz, Ermeniler, Kızılderililer ya da her kimse, bizler bir şekilde tecavüz ve cinayet çocuklarıyız, yine de bu katliam herkese ait ve hepimiz aynı yerden geliyoruz.”
Najarian, Belleğin Kızları’nda bu ortak hikâye meselesini bir adım öteye taşıyarak, bunun sadece mağdurların ortak hikâyesi olmadığının da altını çiziyor. Bu hikâyenin katledilenlerin olduğu kadar katledenlerin de hikâyesi olduğunun. Zeke, romanın sonlarında o gizemli ebedî kadının resmini çizme uğraşından vazgeçip önce gençliğine, gençken gittiği Avrupa ülkelerine, peşinden de “kemikler diyarına” doğru çıktığı seyahatte Türkiye’ye, annesinin memleketi Adana’ya geldiğinde Taşköprü’nün üzerinde balık avlayan bir çocuk görür, onu kendisi gibi resim çizmeye tutkun olduğunu annesinden dinlediği Arşag dayısının çocukluğuna benzetir, hatta dayısının hayaleti olduğunu düşünür. Zeke’nin resim çizerek peşine düştüğü parıltıdan yukarıda söz etmiştim. Benzer bir parıltının çölde katledilen dayısında da bulunduğunu düşünmektedir, onun hayaleti olduğuna vehmettiği Adanalı oğlanın misinasının ucunda da o parıltıyı görür. “Oğlan bekledi. İnanç ve cesaretin tohumu olan gençlik sabrıyla bekledi, oltası dimdik gerilmiş, misinası derinlere ulaşmıştı.” Oğlanın bir balık yakaladığını hayal eder, onu yanındaki kovaya bırakışını, balığın ölüşünü. Peşi sıra şunlar geçer Zeke’nin aklından:
“Yaralanacaktı. Balığı yakalayacaktı ama sakat kalacaktı ve hayatı boyunca yeniden bir bütün olmaya çabalayacaktı. Balığı nehirde kaybedecekti ve yeniden yakalamak için olta atmaya devam edecekti. Olta atmak onu bir bütün yapacak mıydı, misinalar ona yardım edecek miydi?”
Belleğin Kızları, dünyaya gelmeden çok önce parçalara ayrılmış Zeke’nin bütünlenme arayışının, bu uğurdaki mücadelesinin hikâyesi, bu bütünlenme çabasındaki farklı merhalelerin: arzu, aşk, sanat, isyan, aile bağları, kökler… Çok bireysel bir hikâye ama aynı zamanda alabildiğine toplumsal hatta evrensel bir hikâye – bütün bu hikâyelerin iç içe geçişinin hikâyesi.