“Hasan Ali Toptaş’ın yeni romanı” ifadesini görünce kalbimiz aynı heyecanla çarpıyor. Kuşlar Yasına Gider, kışa denk geldiği ve benim zihnim Cennet’in oğluna büründüğü için mi bilmem ama ikisi arasında, eh biraz –belki epey- duygusal bir bağ kurdum ben...
08 Aralık 2016 17:11
“Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş
Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi kar
Geçen eyyam-ı nevbaharı arar”
“Elhan-ı Şita”, Cenap Şahabettin
Kış geldi. 2004’ten, yani Gölgesizler’i ilk okuduğum günden beri, kış geldiğinde zihnimde hep aynı cümleyle dolaşırım: “Kaar nedeen yağaar kaaarrr?” Bu soru zihnimdeki uykusundan uyanınca etrafa Cennet’in oğlu gibi bakmaya başlarım. Çünkü ben de tıpkı Cennet’in oğlu gibi düşünür dururum o soru üstüne. Ve sorunun cevaplanamazlığını bir ben bilirim bir de Cennet’in oğlu. Çünkü Cennet’in oğlu harf harf doğarken ben oradaydım. Sen de oradaydın, bunu sana neden anlatıyorum ki sanki. Fakat o sırada ne sen beni gördün ne de ben seni ve ikimizin gördüğü de aynı değildi. Bunu da biliyorsun tabii. Fakat ortak bir yanımız var yine de. “Hasan Ali Toptaş’ın yeni romanı” ifadesini görünce kalbimiz aynı heyecanla çarpıyor. Kuşlar Yasına Gider, kışa denk geldiği ve benim zihnim Cennet’in oğluna büründüğü için mi bilmem ama ikisi arasında, eh biraz –belki epey- duygusal bir bağ kurdum ben.
2009’da, Hasan Ali Toptaş romanları üzerine yazdığım yüksek lisans tezimde, Gölgesizler’deki Cennet’in oğlunun aklını yitirdikten sonra sorup durduğu o soruya, “Cennet’in oğlu” ifadesinin çağrışımları, söz konusu genç adamın kimliği ve ölme biçimi üzerinden bazı yanıtlar aramaya çalışmıştım. Toptaş’ın, “Okuyana Mektup” başlıklı yazısında romanları “hiç kimseye yazılmış mektuplar” olarak tanımlayışından, Cennet’in oğlunun da sorguya çekilmeden evvel “hiç kimseye mektuplar yazması” arasında bir ilgi kurup, şehirdeki yazar-anlatıcının köydeki izdüşümünün Cennet’in oğlu olduğu yorumunu yapmış ve köyün bir tür “ilk form” olmasıyla da yazarın ne kadar ispat edilirse edilsin hep o ilk formda kalarak dünyaya ilk soruları sorduğu sonucuna ulaşmıştım. “Kaar nedeen yağaaar kaaarrr?” sorusu da bunun göstergesiydi bana göre. Fikrim değişmedi şüphesiz. Hâlâ, Cennet’in oğlunun, şehirde görülen yazar-anlatıcının köydeki izdüşümü olduğunu düşünüyorum. Gölgesizler’i okulda öğrencilerimize okuttuğumuzda bir öğrencimiz, “Madem eriyip yok olacak, o halde neden yağıyor bu kar? Yani, madem yok olacağız, gölgesizleşeceğiz, o halde neden varız, diye soruyor olabilir mi?” demişti. O öğrencimiz Cem’in alnından bir kez daha öpüyorum müsaadenizle ve evet, tezimi yazarken benim hiç aklıma gelmeyen bu katmanı da ekliyorum o soruya. Toptaş’ın son romanı Kuşlar Yasına Gider’i okuyunca bu kez başka türlü girdi zihnime aynı soru. İşte bu yazıda, onu çözmeye çalışacağım.
Hasan Ali Toptaş romanları, döngüsel bir yapıya sahiptir. Romandaki hikâyenin başı ve sonu bir biçimde birleşir ve roman dairevi bir yapıya kavuşur. “Romandaki hikâye” ifadesini özellikle kullanıyorum çünkü Toptaş metinlerinin dış çerçevesinde yazma edimi vardır. İç çerçevede de hikâyesi yer alır. Bu iki çerçeve birbirinden tamamen kopuk değildir. İç çerçevede de zaman zaman yazarın kalem cızırtılarını duyarız. Bu, metnin yazılmakta olduğunu unutmamamıza yarar. Döngüselliği, merkezden çevreye, çevreden merkeze doğru akan bir şema gibi düşünebiliriz. Yapının hem merkezinde hem de dış çerçevesinde görülen yazma edimi, okunan bütün metnin, yazarın ya da çoğunlukla olduğu gibi yazar-anlatıcının, hikâyeyi kurduktan sonra değil, kurarken anlattığını gösterir. Böylece de “… anlatmakla ben onu bir yandan yaşatıp bir yandan öldürüyorsam bu güzel günahın birazı da sizin olabilsin istiyorum” demektedir yazar okuruna (Bin Hüzünlü Haz: 124).
Kuşlar Yasına Gider de bu bakımdan Toptaş yazını ile uyumlu. Romanın daha ilk sayfasında yazar-anlatıcı, “… lacivert gövdeli kalemi çıkardım kutusundan; kapağını açtım, yavaş yavaş mürekkep çektim ve haznesi tamamen doldu mu diye kaldırıp baktım. Solumdaki pencereye doğru tuttum bakarken. Ardından döndüm, aylardır önümde açık duran defterin ağartısına doğru tuttum” diye anlatmaya başlıyor (7). Romanın sonunda da, “… defterin üstünde duran lacivert gövdeli kalemi elime aldım. Haznesinin boş olduğunu biliyordum tabii. Doldurmak için, soluma dönüp raftaki mürekkep şişesine uzandım” cümleleri yer alıyor (248). Bu iki alıntıdan, yazar-anlatıcının roman boyunca anlattıklarını yazdığı için ilk sayfada doldurduğu mürekkebin bittiği yorumunu çıkarabiliriz. Kuşlar Yasına Gider de, alışık olduğumuz Toptaş metinlerinden işte bu bakımdan ayrılmıyor. Metinde yazılmakta olanları araştıralım şimdi.
İlk cümleden başlamak istiyorum ama gözünüzü korkutmak da istemem. Bıraksanız, Hasan Ali Toptaş’ın her bir cümlesi üzerine sayfalarca yazmayı isterim tabii. Kendisi suskun olan Toptaş, okurunu gevezeleştiriyorsa kabahatin tümü benim mi? Her neyse. “İçimdeki ses uzaklara çekilmişti.” İlk cümle bu. Hasan Ali Toptaş cümleleri söz konusu olduğunda dikkatli olmak gerek. Tamam dili muhteşem kullandığını biliyoruz, tamam dil terazisinin hassaslığının farkındayız ama hadi gelin itiraf edelim, Notos’un 42. sayısında yer alan söyleşisinde, kendisi söylemeseydi asla fark edemeyeceğimiz şu dikkatten sonra Hasan Ali Toptaş’ın dile yüklediği anlam bambaşka bir boyut kazandı:
Heba’daki Sınır bölümünü çalışırken şöyle bir cümle yazdım: “Sadece Suriye topraklarından değil, belki yedi sekiz Kalaşnikofla Türkiye tarafından da ateş ediliyordu mevzideki nöbetçilerin üzerine.” Bu cümleyi yazdım ama bir türlü üzerime sinmedi. Neden sinmediğini de anlayamadım. Cümlenin lafzına ve ruhuna defalarca baktım, sesli okudum, sessiz okudum, sonra acaba yakınındaki bir cümlenin tatsızlığı onun üzerine mi düşüyor diye önündeki ve arkasındaki cümleleri de kontrol ettim ama olmadı. Bir türlü bulamadım bu cümledeki yanlışı. Birkaç sayfa ilerlemiştim ama aklım hâlâ o cümledeydi. Üç dört gün sonra, birden yanlışı buldum. Yanlış olan şuydu; cümle bize, mevzideki nöbetçilerin üzerine her iki taraftan da ateş edildiğini, başka bir ifadeyle, nöbetçilerin iki ateş arasında kaldığını söylüyordu ama cümlede yer alan nöbetçiler iki ateş arasında değildi, cümlenin sonunda duruyorlardı. Hemen düzelttim tabii ve cümle romanın 240. sayfasında şu şekilde yer aldı: “Sadece Suriye topraklarından değil, mevzideki nöbetçilerin üzerine belki yedi sekiz Kalaşnikofla Türkiye tarafından da ateş ediliyordu.”
Böylesi hassasiyeti olan bir yazar, “İçimdeki ses uzaklara çekilmişti” diyorsa, buradaki “uzak” kelimesi üzerine biraz yorulmamız gerekir. “Uzak” bir mesafe ifadesi şüphesiz. Fakat o mesafe, iki şehir arasındaki mesafe mi, iki insan arasındaki, iki ruh, iki beden arasındaki, ya da kişinin bedeniyle ruhu, aklıyla kalbi arasındaki mesafe mi? Yoksa metnin metne, kelimenin kelimeye, sesin sese, harfin harfe mesafesi midir? Olmadı tümü müdür, düşünmek lazım.
İlk cümlede geçen “içimdeki ses”, aynı sayfada bir kez daha çıkıyor karşımıza: “İçimdeki ses dört yüz altmış kilometre uzağa gitmiş de oradan annemi taklit ediyormuş gibi geldi bir an…” (7). Buradaki “içimdeki ses” ile “uzak” sözcükleri, bize romanın hikâyesinin başladığını imliyor olmalı. İlk cümledeki “içimdeki ses” ile buradaki “içimdeki ses” aynı “iç”in sesi değil muhtemelen. İlki, kalemine mürekkep doldurup “defterin ağartısına” tutan dıştaki yazar-anlatıcının “iç”i; ikincisi de romanın hikâye kahramanlarından biri olan içteki yazar-anlatıcının “iç”i olmalı.
Dıştaki yazar-anlatıcının içteki yazar-anlatıcı ile temas halinde olduğunu da roman boyunca görüyoruz. Dıştaki yazar-anlatıcı, defterin ağartısına kalemini tuttuktan sonra, biz, roman boyunca o “ağartı”yı sık sık göreceğiz: Beyaz giysi, beyaz mendil, beyaz bir sessizlik, tavandaki beyazlık, beyaz bir bulut, beyaz tenli hemşire, beyaz plastik sandalye, beyaz çizgili yelek, beyaz sargılar, beyaz tülbentler, beyaz don, beyaz beyaz takırdayan dişler, beyaz bürgü, beyaz kâse, beyaz bir örtü. Bunların dışında, “süt kırı bir at” biçimi kazandığını da göreceğiz sayfadaki ağartının mesela; küçük bir çocuğun gömleği, yazar-anlatıcının beş yaşındaki kızı Ayperi’nin rüyasında gördüğü defterin “beyaz sayfası”, yazar-anlatıcının yıllar önce ölmüş kardeşi Suat’ın paltosunun sarılı olduğu “kar gibi bembeyaz bir bohça” biçiminde de göreceğiz. Yazar-anlatıcının babası Aziz’in, yolda kalan insanlara yardım eden Gömü halkını anlattığı bölümde “kar” olarak göreceğiz. Ve biz “kar”ı yalnız burada değil, romanın ilk bölümünde, yazar-anlatıcının babasının, tedavi olmak için geldiği Ankara’da göreceğiz. Ne ki bu, pek hoş bir kar manzarası olmayacak. Aziz Baba, Güvenpark’taki havuzu fark etmeyip suya düşecek, koltuk değneğine ulaşamadığı için suyun içinde debelenip duracak ve yanından geçen hiç kimse ona yardım etmeyecek. Yazar-anlatıcı, babasını Güvenpark’a epey uzak bir mesafede bulunan Sezenler Sokak’taki Özdemir Kırtasiye’den aldığında öğrenecek bunu. Fakat biz, babanın havuzdan nasıl kurtulduğunu öğrenemeyeceğiz. Yazar-anlatıcı karısı Seher’e olayı anlattıktan sonra Seher, “Ben bu tür tesadüfler sadece filmlerde ya da romanlarda olur sanırdım” diyecek (25). Bu cümle bize, Aziz Baba’nın oradan “filmlerde ya da romanlarda” olabilecek türde çarpıcı bir tesadüfle kurtulduğunu gösterecek yalnız. Bu, önemli bir nokta kuşkusuz. Yine bir kurmacanın içinde olduğumuz vurgusu var evet ama nasıl bir “tesadüf” ola bu?
Bu soruya yanıt verebilmek için de romanın bütününe bakmak gerekiyor. İlk bölümde yazar-anlatıcı, babasını karşılamak üzere tren garına gitmek için bindiği otobüste “yeşil paltolu” bir çocuk görür. “Hayalet gibi birdenbire nereden çıktığı” anlaşılmayan bir çocuktur bu. Yazar-anlatıcı garda babasıyla göz göze geldiğinde otobüsteki çocuğun paltosunu hatırlar. Babanın gözleri de tıpkı paltonun rengi gibi yeşildir çünkü. Her ağlayışında babanın gözünden “yeşil yeşil yaşlar” dökülmesinden bu sonuca ulaşmamız mümkün. Fakat bununla kalmayacak ve haklı olduğumuzun kanıtı verilecek.
Aziz, durumu ağırlaştıkça, yıllar önce ölen ve cenaze merasimine yetişemediği oğlu Suat’ı hatırlar. Karısına onun hakkında sorular sorar. Suat’tan bir şey kalıp kalmadığını soran yazar-anlatıcıya annesi, “Kalmaz olur mu oğlum,” der, “baban ona yabandan bir palto getirmişti, şöyle düzgünce, iri düğmeli, çok hoş bir şeydi. Bilerek mi satın aldı yoksa öyle mi denk geldi bilmiyorum ama babanın gözlerinin renginde, koyu yeşildi bu palto” der (154). Yazar-anlatıcı heyecanla paltoyu görmek istediğinde annesi, “Yok oğlum, yok, işte baban trenle Ankara’ya, senin yanına gittiği günden beri yok!” der palto için. O halde, romanın ilk bölümünde görülen, “hayalet gibi” olan yeşil paltolu çocuk, yazar-anlatıcının kardeşi Suat’tır.
Burada bir halka kapanıyor evet ama önceki Toptaş metinlerinden biraz farklı bu. Çok daha açık biçimde kapanıyor. Okurun dikkati ilk bölümdeki yeşil paltolu çocuğa bariz bir biçimde çekiliyor ve ardından o çocuğun kurmaca düzlemde nasıl göründüğü belirgin bir biçimde anlatılıyor. Fark, bu belirginlikte işte. Neden Toptaş’ın böyle bir şey yaptığını düşünürken benzer bir halkayla daha karşılaşıyoruz. Daha doğrusu halka kapandığı vakit biz bir halkanın varlığını fark ediyoruz. O da şu: Yazar-anlatıcı, babasını Mercan Medikal’de bıraktıktan sonra, Konur Sokak’taki İmge Kitabevi’ne giderek, Tristram Shandy’nin üçüncü baskısının gelip gelmediğini soruyor. “Gelmedi” yanıtını alıyor. Daha sonra babasının ölüm haberini alacağı gün yine aynı kitabevine gidip aynı kitabı soruyor. Fakat burada önemli bir nokta açığa kavuşuyor. Daha önce kitabevinde Tristram Shandy’nin üçüncü baskısını sorduğu genç adam bu kez sakal bırakmıştır. “Mermi yerine namlusuna karanlık sürülen bir tüfek yüzünde tıpkı filmlerdekine benzeyen bir sesle çehovvv diye patlamış da çenesini, ağzını ve yanaklarını gözden silmişti sanki” (241). Burada “çehovvv” diye patlayan bir “tüfek” varsa orada Çehov ve tüfeği vardır. Yani, nedensellik vardır. Yani, romanın başında anlatılmaya başlayan şey, romanın sonunda nihayetlendirilmelidir. Evet, Toptaş “yeşil paltolu çocuk” meselesini de, “Tristram Shandy’nin üçüncü baskısı”nı da romanın sonunda nihayete erdiriyor. Fakat burada iki baskı, affedersiniz, iki halka var gördüğünüz gibi. “Tristram Shandy’nin üçüncü baskısı”nın başka bir anlamı var mı çözemedim ama sözünü ettiğim üç halkayla ilişkisi olabileceği kanısındayım. Nedir o çözüme kavuşmayan üçüncü halka?
Romanın akışı bağlamında bir sıralama yaparsak ikinci halkaya denk düşen bu mevzu, nihayete kavuşmuyor. Romanın ilk bölümünde karla kaplı Kızılay sokaklarında yazar-anlatıcı ve babası, babanın tedavi olması için Kızılay’daki Mercan Medikal’e doğru yürüyorlar güç bela. Tedavinin üçüncü gününde oğul babasını almaya Mercan Medikal’e gidince oradaki görevliden Aziz Bey’in çoktan ayrıldığını öğreniyor. Yazar-anlatıcı, kalbimizi güm güm attıran bir telaşla dolaşıyor Kızılay sokaklarında. Derken telefonu çalıyor ve karşıdaki ses babasının Sezenler’deki Özdemir Kırtasiye’de olduğunu söylüyor. Hemen verilen adrese gidiyor ve babasını görünce duruyor: “Afallamıştım çünkü, çamurlu bir göle dalıp çıkmış gibiydi babam, pantolonu bacaklarına, saçları kafasına yapışmıştı ve üstünde başında otlar, çöpler vardı” (19). Babanın neden bu halde olduğunu öğreniyoruz. Öğrenemediğimiz, babanın havuzdan nasıl çıkıp oraya gittiği. Yani, patlamasını beklediğimiz Çehov’un tüfeği patlamıyor. Tüfeği yazar, yani Hasan Ali Toptaş bilhassa patlatmıyor. Çünkü yazar-anlatıcı babasını telaşla ararken “Kar hâlâ yağıyordu o sırada, hatta büsbütün azıtmış, şehrin üstüne kalın perdeler hâlinde inmeye başlamıştı” (18).
Bunun nedenini, iddialı olmak pahasına da olsa, yazarın, yazdığı ve yazacağı bütün metinlerinin buharını gördüğümüz metni, biçiminde tanımladığım Bin Hüzünlü Haz romanında geçen, “Hikâyenin bütünlüğü daha fazla çözülmesin diye, bu bölümde de boş bırakılmış birkaç sayfa tadı bulunsun istiyorum” cümlesinde aramamız gerektiğini düşünüyorum (124). Yazarın, Aziz Baba’nın o havuzdan nasıl kurtulduğunu anlatmayışı “boş bırakılmış birkaç sayfa tadı” veriyor metne. Çünkü Kemal Varol’un, “Acaba yazar-anlatıcının yazarı da dünyayı, yazılmayı bekleyen ya da yazılagelen ya da yazılmakta olan bir beyaz sayfa olarak mı görüyor?” sorusuna Toptaş, “Evet, aynen öyle görüyorum, kelimelerin dışındaki dünya koca bir yalan benim için” diye yanıt veriyor. Yani “beyaz bir sayfa” olarak gördüğü dünyada “boş bırakılmış sayfa tadı”, “dünya” denen hikâyenin bütünlüğünü koruyacak. Bir, “Boş bırakılmış birkaç sayfa”ya bir de romanın ilk bölümündeki “defterin ağartısı”na gözlerimi çevirdiğimde, yine, “… anlatmakla ben onu bir yandan yaşatıp bir yandan öldürüyorsam bu güzel günahın birazı da sizin olabilsin istiyorum” cümlesiyle selamlaşıyorum ve o güzel günahın birazını almaya talip oluyorum. “İşte o gün orada, perde perde inen karın altında durmuş, öyle sağa sola bakıyordum” (19) diyen yazar-anlatıcı benim gözüme Cennet’in oğlu gibi görünüyor bu yüzden. Açıyor kollarını zihnimde, “Kaar nedeen yağaaar kaaarrr?” diye soruyor. “Bu kar, bu beyaz sayfa neden var, orada debelenen adamın yanı başından kafanızı kaldırmadan geçecekseniz?” diye soruyor. Ben de bir beyaz güvercinim Güvenpark’ta. Karlarda izimi bırakıyorum harf harf ve Aziz Baba’nın omzuna konuyorum. Sonra, şehri beyaz bir sayfa gibi kaplayan, perde perde inen kara karışıyoruz birlikte. Ya da sen geçiyorsun ve ancak “filmlerde ya da romanlarda olabilecek bir tesadüf”le kurtarıyorsun Aziz Baba’yı havuzdan. Hikâyenin bütünlüğünü benim zihnimde ve senin zihninde sağladıktan sonra lacivert gövdeli kalemine mürekkebini yeniden dolduruyor yazar da.