İsveçli feminist yazar ve sanatçı Sassa Buregren’le kitapları ve feminizmin dünü, bugünü, yarını üzerine konuştuk...
01 Aralık 2016 13:47
Türkçede 2015 yılında yayımlanan Küçük Feministin Kitabı ile büyük ilgi gören İsveçli feminist yazar ve sanatçı Sassa Buregren, Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı kapsamında Güldünya Yayınları’nın konuğu olarak İstanbul’daydı. Feminist çocuk ve gençlik edebiyatının “kült eserlerinden biri” olarak görülen Küçük Feministin Kitabı, İsveçli sanatçı bir annenin kızına armağanı olarak doğsa da bugün dünyanın birçok yerinde feminist bilinç kazandırılmak istenen kız çocuklarına en çok hediye edilen kitaplardan birine dönüşmüş durumda.
Küçük Feministin Kitabı, hem en basit anlamda çocukların feminizmi öğrenmesini hem de Mary Wollstonecraft’tan Simone de Beauvoir’a tarihin en önemli feminist sanatçı ve aktivistleri ile tanışmasını sağlıyor. Özsavunmadan oy hakkı mücadelesine, kendisi olması engellenen kız çocuklarından toplumsal güzellik normlarının anlamsızlığına kadar birçok konuyu çocukların da anlayabileceği örnekler ve çizimler ile anlatıyor.
Serinin ikinci kitabı olan Feminizme Devam, Sassa Buregren ve Elin Lindell’in ortak çalışmasının eseri. Bu kez Küçük Feministin Kitabı’nda olduğu gibi Ebba ve arkadaşlarının merkezde olduğu bir hikâye şeklinde değil farklı örnekler ve anlar üzerinden kadın mücadelesinin bugününe ve yarınına odaklanan bir kitap var karşımızda. Sassa Buregren ile hem kitapları hem de İsveç ve dünyada feminizmin bugünü ve geleceği üzerine konuştuk.
Feminist bir yazar ve sanatçı olarak, sizin feminizm ile tanışmanız nasıl oldu?
Sanırım her zaman bir feministtim. Ama bir noktada yaşadığınız kadın düşmanlığını ve bunun sebep olduğu adaletsizliği fark ettiğiniz bir an yaşıyorsunuz. Yani bunu sözcüklere dökmeye başlıyorsunuz ve bununla ilgili daha fazla düşünmeye başlıyorsunuz. Ne zaman olduğunu tam olarak hatırlamasam da sanırım 60’lardaydı. Çünkü 60’ların sonuna doğru İsveç’te çok güçlü bir kadın hareketi vardı. Grup 8[1] adında oldukça agresif bir kadın grubu vardı. Çok etkili eylemler yapıyorlardı. Sanırım feminizm ile tanışmamda onların etkisi çok büyüktü.
Feminizm ile olan ilişkinizin yanı sıra sizi Küçük Feministin Kitabı serisini yazmaya iten motivasyon neydi peki?
İlk kitapta anlattığım hikâye aslında gerçekten benim kendi kızımla yaşadığım bir andı. Kızım 10-11 yaşlarındayken üzerinde “Dünyanın en güçlü insanları” yazan G8 zirvesinden bir gazete haberi gördü ve bana dönüp neden bunların hepsinin bir örnek giyinmiş adamlar olduğunu sordu. Bundan korktuğunu ve neden böyle olduğunu sorguladığını hatırlıyorum. İşte o an yazmaya karar verdim bu kitabı. Yani başlangıçta kızım için yazdım bu kitabı ama sonrasında ulaşabileceği kadar çok kız çocuğuna ulaşması gerektiğini düşündüm.
Küçük Feministin Kitabı’nda feminizmin tarihi, önemli feministlerin biyografileri, eyleme geçme yöntemleri bir arada veriliyor. Fakat ağırlıklı olarak ikinci dalga feminizmin ağır bastığını söyleyebiliriz kitapta yer alan isimler ve eylemlilik önerileri için. Devam kitabında ise üçüncü dalga feminizm ve queer feminizm gibi bugün daha etkili fikirler üreten yollardan da izler görüyoruz.
Evet, ilk kitap ağırlıklı olarak feminizmin ne olduğunu ve mizojini ile nasıl baş edilebileceğini anlatmaya odaklıydı. Feminizme Devam ise günümüzde feminist hareketin geçirdiği değişimlere de yer veriyor. Ama aslına bakarsanız bunu biraz üzücü buluyorum. Tüm bunlar bana bölünmüşlük ve ayrışma hissi veriyor. Eğer bir araya gelebilirsek daha güçlü olacağımızı düşünüyorum. Ben kendi içimde çok basit bir feminizm tanımına sahibim: Kadın düşmanlığını görürsün, çünkü vardır ve olmaya devam ediyordur ve bununla mücadele eder, bunu değiştirmeye çalışırsın. Bu kadar. Benim için feminizm budur. Bunu yapma yolun değişiklik gösterebilir ama yine de bir araya gelinmesini önemsiyorum.
Peki birliktelik, sizce bu mümkün mü? Çünkü ikinci dalga feminizm ile üçüncü dalga feminizm ya da trans-feminizm, queer feminizm, hepsinin çok fazla ortaklaşamadığı nokta var gibi görünmüyor mu?
Ben bu bölünmüşlüğün dikkat dağıtıcı olduğunu düşünüyorum. Birbirimize sen yanlış düşünüyorsun, ben haklıyım, burada yanılıyorsun demenin bir faydası olmadığını ve asıl noktayı kaçırmamıza sebep olduğunu düşünüyorum. Bu yollardan birine olan bağlılık bana bir dine bağlı olmak ve onu hiç sorgulamadan kabul etmek ve ateşli bir şekilde savunmak gibi geliyor. Farklılıklarımızla bir araya gelmemiz ve daha başarılı olmamız mümkün. Ama bunu başarabilir miyiz bilmiyorum. Ama elbette gelecek için cinsiyetsiz bir dünya hayali kursak da ancak bugün birlikte hareket ederek o noktaya gelebilecekmişiz gibi hissediyorum ben.
Küçük Feministin Kitabı’nda Ebba ve arkadaşları cinsiyet eşitsizliğini fark edip bu konuda düşünmeye başladıklarında ailelerinden de konuyla ilgili bir destek görüyorlar. En başta da dediğiniz gibi bir kız çocuğu mizojinin her zaman farkında oluyor ama bunu söze dökmesi pek kolay olmuyor. Ebba ve arkadaşlarının bunu söze dökebilmelerindeki kültürel ve sosyo-ekonomik etkileri nasıl yorumlarsınız? Ya da dünyanın her yerinde bu eşitsizliği fark ettiği halde bununla ilgili sesli düşünmesi mümkün olmayan kız çocukları olmasını?
Aslında ben kitabı yazarken sadece İsveç’teki kız çocuklarını düşünüyordum ve bu yüzden de anlattığım hikâyelerin ya da Ebba ve arkadaşlarının hikâyesinin dünyanın her yerindeki kız çocukları için geçerli olmayacağını sanmıştım. Ama başka dillere çevrildikçe ve kitaba olan ilgiyi görünce hikâyenin aslında çok temel bir sorundan bahsettiğini fark ettim. Bu yüzden daha geniş bir şekilde düşünmediğimi itiraf etmeliyim. Belki de bunun üzerine daha fazla düşünmeliyim. Kitabı sıradan İsveçli kız çocukları için, kızım ve arkadaşları için yazmıştım. İsveç’te küçük bir kasabada yaşıyoruz ve daima olduğun yerden başlarsın yazmaya. Nerede yaşıyorsan önce orayı dönüştürmeye başlarsın. Bildiğin bir şey üzerine yazarsın. Ama bu söz ettiğiniz farklılıkları buradan çıkmadan da görebilsem de üzerine yazabilmem için daha fazlasına ihtiyacım var. Şu an bana üzerine düşünebileceğim bir şey verdiniz ama.
İsveç her zaman feminist hareketin en güçlü olduğu yerlerden biri oldu. Fakat Feminist Parti üyeleri şu an İsveç’te taciz ve kadına şiddet konusunun sanki tamamen çözülmüş gibi görülmesinin bir illüzyon olduğunu söylüyorlar. Her şeyin çözüldüğü düşüncesinin feminizmin geleceği için tehlikeli buluyor musunuz? İsveç’te yaşayan bir sanatçı olarak sizin gözünüzden İsveç’te cinsiyet eşitliği nasıl bir noktada dersiniz?
90’larda bu partinin üyeleri, “Eğer bir gün kadın erkek eşitliği amacımıza ulaşırsak Feminist Parti’yi kapatacağız” demişti. Ama aradan geçen neredeyse otuz yılda parti hâlâ çalışmaya devam ediyor. Bunun anlamı aslında hiçbir şeyin tamamıyla çözülmemiş olduğu. Yapacak daha bir sürü şey var. İsveç’te cinsiyet eşitliğini sağlayacak bütün yasalara ve haklara sahibiz. Fakat tutumlar çok yavaş değişiyor hatta bunun için kuşakların değişmesi gerekiyor. Benim çocuklar için bir kitap yazmamın sebebi de buydu aslında. Belli bir yaşın üstünde, bu tutum ile büyümüş insanları değiştirmek çok daha zor.
Çocuklar demişken, erkek çocukları da kız çocukları kadar ilgi gösterdi mi kitabınıza?
Aslına bakarsanız hayır. Bunun birçok sebebi var. Kitabın karakterlerinin hem kız hem erkek çocuklardan oluşuyor olmasının sebebi de buydu. Yani maalesef erkek çocuklar zaten kız çocuklar kadar kitap okumuyorlar. Üstelik kızlar için yazıldığını düşündükleri bir kitabı onlara okutmak daha da zor. Bu yüzden kitabın adını farklı bir şey yapıp yapmama konusunda da tartışmıştık başta ama hayır içinde feminist geçen bir kitap olmalıydı ki feminist, bir hakaret sözcüğü olarak kullanılmaktan da çıksın.
Dünyanın her yerinde birçok insan kadın hakları için mücadele etmeye devam ediyor. Daha birkaç ay önce Polonyalı kadınlar kürtaj hakkı için sokaklardaydı, bugün Türkiye’de tecavüzün failinin istismar ettiği kız çocuğuyla evlenmesi durumunda hapis cezası almaması konuşuluyor. Tüm bunlar size kadın hakları konusunda gelecekle ilgili ne düşündürüyor?
Mücadelenin çok hızlı sonuçlar vermediğini zaten biliyoruz. Ama geleceği okumak için geçmişe baktığımızda şu an 70’lerde olduğumuz yerden daha farklı bir yerde olduğumuzu görebiliyorum. Ama bir taraftan bu yaşananlar bir anda sanki 20-30 yıl geriye dönmüşüz gibi hissetmemize neden oluyor. Hâlâ çok fazla insan mücadeleye devam ediyor. İsveç Adalet Bakanı Morgan Johansson’ın Türkiye’de çocuk istismarının önünü açan yasaya karşı söylediği sözlerin diplomatik krize neden olduğunu hatırlıyorum hatta. Geleceğin nasıl göründüğüne dönecek olursak, haklar üzerine çalışırken tutumlar üzerine de çalışmalıyız. Çünkü tutumları değiştirmediğimiz sürece haklarımız sadece kâğıt üstündeki kazanımlar olarak kalacak. Erkekliğin bize ne yaptığını açıkça tanımlamalı ve bunun üzerine konuşabilmeliyiz. “Hadi şu an ne yaptığın hakkında konuşalım” diyebilmeliyiz. İş yerinde patronumuz elini omzumuza koyduğunda ona dönüp “Şu an elin benim omzumda, bu yaptığın taciz ve bunu yapmamalısın” diyebilmeliyiz. Feministlerin kızgın olması kötü bir şeymiş gibi gösteriliyor ama öyle olmak zorundayız. Ne düşündüğümüzü, ne hissettiğimizi açıkça söylemek zorundayız. Tıpkı son zamanlarda çokça konuşulan eril açıklama (mansplaining) konusu gibi. Örneğin bu sabah dört yazar kahvaltı yapıyorduk ve masada sadece bir erkek vardı. Feminist olduğunu söyleyen, iyi biri olduğundan da emin olduğum oldukça nazik bir insandı bu. Fakat kahvaltı boyunca masadaki kadınları hiç dinlemediğini ve sürekli konuştuğunu fark ettim. Bunu ona söylemek zorundasın, o an kahvaltının huzurunu kaçırmak uğruna bile olsa. Bunun olmasına daha fazla izin veremeyiz çünkü. Yani aslında demek istediğim aslında böyle insanları sevmek istiyorsun ya da ondan böyle davranmasını beklemiyorsun ama her seferinde bu hayal kırıklığını yaşarken daha fazla susmamamız gerektiğini düşünüyorum.
Örneğin İsveç’te geçtiğimiz haftalarda kadın işçi birliklerinden biri eril açıklama konusuna dikkat çekmek için bir kampanya başlattı ve kadınların kampanya kapsamında verilen bir telefon numarasını arayarak başlarından geçen olayları anlatmasını istedi. Ve ne oldu biliyor musunuz? Hattı kadınlardan çok erkekler aradı ve “Bu yaptığınız doğru değil, bu berbat bir kampanya” dedi. Ne olduğu aslında oldukça açıktı. Bunun ne olduğunun, ne yaptıklarının asla farkında değiller.
Tam da bu noktada kitapla ilgili bir eleştiriden bahsetmek istiyorum. Küçük Feministin Kitabı’nın sonuna doğru çocuklar, 8 Mart Yürüyüşü’ne gitmeye karar veriyorlar. Fakat yürüyüşe erkekler katılamadığı için Ebba’nın arkadaşı Simon, “Neden 8 Mart Kadınlar Günü yerine bugünü Dünya İnsanlar Günü yapmıyoruz? Böylece biz erkekler de katılabilirdik yürüyüşe ve hep beraber yürürdük” diyor. Her ne kadar oldukça iyi niyetli bir teklif gibi görünse de herhangi bir şeyin dışında kalmaya tahammül edemeyen ya da kadınların kendi başlarına yürüme isteğine saygı duymayan bir tavır yok mu burada da?
Sanırım onların da içinde olmasına izin vermeliyiz. Güçlerimizi birleştirmeye ihtiyacımız var ama maalesef eğer içinde yer almak istiyorlarsa önce tutumlarını değiştirmeleri lazım. Elbette düşman olmamalıyız. Kitapla ilgili söyleşi yapmak istediğimde kız çocukları ve erkek çocukları ile ayrı konuşmayı isteyip istemediğim sorulduğunda hepsiyle bir arada olmak istediğimi söylüyorum. Çünkü birlikte hareket etmeyi öğrenmeliyiz. Kızlardan biri, serinin son kitabında öğretmenleri onlara, kızlar sağa erkekler sola geçsin dediğinde, hayır ben ortada duracağım diyor. Tam olarak bunun gibi ortada buluşmayı öğrenmemiz lazım.
Peki bu sıralar üzerinde çalıştığınız bir kitap var mı? Küçük feministin başka kitaplarını okuyabilecek miyiz?
Şu ara kitaplardan ziyade sanatıma odaklandığım bir dönemdeyim. Demokrasi hakkında yazdığım kitabın üzerinden tekrar geçmek istiyorum çünkü üzerinden çok zaman geçti ve bu sırada çok şey değişti.