8 Mayıs’ta İstanbul’da başlayacak İTEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin bu yılki konuklarından biri de Keith Ridgway olacak. Ridgway sorularımızı yanıtladı..
Polisiye tarzı romanlar bazen bir kaçış edebiyatı olarak görülür ve okuyucuyu dinginleştirdiği söylenir. Dünyanın kötü durumunun, siyasi ve sosyal açıdan etkilerinden bir kaçış. Bu düşünceye katılıyor musunuz? Bu çeşit bir işlevi sizin metinlerinizde görebilir miyiz?
Türkiye’de de yayımlanan ilk romanım Hawthron ile Child görünüşte polisler ve polisleri içeren suçlar üzerine olsa da, türün kabul edilen tanımları içinde polisiye roman olarak düşünmek yanlış olur. Ben bir tarzın yazarı değilim, polisiye roman yazarı hiç değilim. Kuşkusuz bazı polisiye romanları gerçeklerden kaçış olabilir ve ben de zaman zaman bu esasa katılıyorum. Ama ben kaçış kurgusu yazmıyorum. Aksine ben kaçınılmazla ilgiliyim.
Metinlerinizde klasik polisiye çizgisini takip etmiyorsunuz, kalıpları ve sınırları yıkıcı şekilde zorluyorsunuz. Bunu yapmaktaki amacınız nedir?
Şunun farkındayım, iki polis hakkında yazdığınızda ve onlara çözmeleri için suç ya da araştırmaları için dava verdiğinizde okuyucuda bir beklenti yaratırsınız. Hepimiz bu tür hikâyelerin düzenini bir dereceye kadar biliriz. Ben sadece okuyucuyla bir ortaklık içine girmek istedim, başka şeyler yapma özgürlüğüm için onların bu konulara dair bilgilerine güvendim.
Hawthorn ile Child romanınızın hikâyesi distopik ve güvensiz bir atmosfere sahip olan bir şehirde geçiyor. Şehri bu şekilde kurgulamanızın altında belli bir neden var mı?
Londra distopik bir şehir. Kuşkusuz başka özellikleri de var, ama kitabın içerdiği her şeyi içeriyor. Amacım, kimi zaman bunu tecrübe eden biri olarak, şehri deneyimleme hissini vermekti. Ama içinde canlılık da var. Eğlence var. Çocuklar, günışığı var.
Hawthorn ile Child da, bilinç akışı, içsel konuşmalar, geçmişe ve geleceğe dönüşler var. Hikâye yarıda bitiyor. İçeriğin yanı sıra form olarak da garip ve parçalı. Modern edebiyat tarzına yakın olduğunu söyleyebilir miyiz?
Ben şahsen özel bir etiket yapıştırmam, çünkü aklımda belli bir gündemle ve bazı teorik temellerle yazmadım. Yolumu yavaşça buldum ve yazı stilini nakletmek istediğim duyu deneyimine uyarlamaya çalıştım. Bununla birlikte parçalar halinde yazmaya başladım. Gerçekten çok parçalı bir kitap yazmak istedim, gerçekte olduğundan daha da çok. Küçük parçaların, beni rahatsız eden ama engel olamadığım, daha tutarlı büyük parçalarla birlikte geldiğini keşfettim. Çok parçalı bir yolla –dünyayı deneyimlediğimiz yol- yazmayı istemek ve daha tutarlı parçaların ortaya çıkması arasındaki gerilim bazı açılardan kitabın lokomotifi oldu.
İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin konuğu olarak İstanbul’a geleceksiniz. Festivalin bu yılki teması Şehir ve Sesler. Bu size ne hissettiriyor?
İstanbul’a daha önce gelmedim, Türkiye’de hiç bulunmadım. O yüzden kesinlikle iple çektiğim bir şey. Festival harika gözüküyor ve tema ilginç –derin ve kapsamlı. Diğer yazarların ne söyleyeceğini duymayı sabırsızlıkla bekliyorum. Festival benden, festivalde dağıtılacağını tahmin ettiğim antololoji için bir yazı istedi, o yüzden tema hakkında bir hayli düşündüm. Ama bu benim için yeni bir şey değil. Ben şehir çocuğuyum. Ve kitaplarımın tamamı, farklı yollarla, hikâyenin geçtiği şehirlerle çoğunlukla da Dublin ve Londra’yla alakalı ve bir şehrin etkileri insanlar üzerinde belli oluyor. Eminim konuşacak çok şeyimiz olacak.