Kitapsız Kalmış Metinler- Ahmet Hamdi Tanpınar

Tuncay Birkan'ın sunuşuyla Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Tarih ve İnönü" başlıklı yazısı K24'ün Evvel Zaman sayfalarında...

12 Mayıs 2016 13:55

Tanpınar örneğinde Türk sağının “Gerçek” travması

Belki de en son istediğim şeydi Tanpınar hakkında yazmak; zira son otuz yıldır etrafında oluşan devasa yorum sanayiinin ürünleriyle kuşatılmış durumdayız, hemen her sene hakkında birkaç kitap yayınlanan, kitapları yabancı dillere çevrilen, bu çeviriler vesilesiyle de tekrar tekrar gündeme gelen, özetle yorumlamaya doyulamayan bir yazar konumunda kendisi. O yüzden de kendisinden ve eserinden çok, bu yorumları ciddi bir biçimde sakatlayan varsayımlarla ideolojik manipülasyon çabalarından bahsedeceğim, Ulus gazetesinde ölümünden sonra yayınlanmış olduğunu keşfettiğim “Tarih ve İnönü” makalesi vesilesiyle kaleme aldığım bu yazıda (Tanpınarsevenler hemen bu uzun yazıyı atlayıp onu okuyacaklardır elbette).

Gerçekten de bu korkunç niceliğe rağmen sahiden kafa açıcı veya okurun Tanpınar’ın kendi metinlerini okumaktan aldığı hazzın bir benzerini alabileceği nitelikli yorumların sayısı hâlâ çok az; bu kalabalık içinde onlara ulaşabilmek de kendi halinde bir okur için gün geçtikçe zorlaşıyor. Bu çokluk içindeki kıtlığın sebepleri hakkında da birçok şey söylenebilir. Ben bunlardan üçünü özellikle vurgulamak isterim. Bunlardan birincisi, Tanpınar’a gösterilen “çöl içindeki bir vaha” muamelesi bence; sanki Tanpınar’ın romanlarını, metinlerini yazdığı dönemde yazma faaliyetini sürdüren, onun söz aldığı konularda söz alan başka birçok yazar yokmuş, varolan insanların da tek işi hasetle bu derin ve parlak yazarın etrafında bir “sükut suikastı” tertip etmekmiş gibi “analizler” yazılması. Tanpınar’ın kendi “biçareliği”yle –terim kendisine ait– yeterince derinlikli biçimde yüzleşmesinin önündeki en büyük engeldi belki de bu “sükut suikastı” miti veya kendi terminolojisiyle “masal”ı. Halbuki, görebildiğim kadarıyla, basılan kitapları, özellikle de Beş Şehir ve 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi yayınlanır yayınlanmaz coşkulu övgüler almış, Halide Edip, Nahit Sırrı gibi isimler müthiş bir coşkuyla selamlamışlar kitaplarını. Refik Halid gibi kendisinden sonraki kuşaklara mensup yazarları pek okuyup takdir ettiği söylenemeyecek olan bir isim bile 1949’daki o meşhur “Muharrir Neden Yetişmiyor” anketinde son senelerde okuyup beğendiği yerli edebi eserler arasında “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın [1948’de] Cumhuriyet’te tefrika edilen, henüz kitap halinde çıkıp çıkmadığını bilmediğim, isimini de unuttuğum” romanını, yani Huzur’u saymış (Edebiyatı Öldüren Rejim, s. 491); yani daha tefrika edilirken bile dikkat çekmiş bir roman kaleme almış “sükut suikastı”ndan yakınan edibimiz. Bunun daha çok örnekleri verilebilir ama uzatmanın anlamı yok. Özetle şu meramım: Tanpınar o sıralarda Türkiye’de derinlikli meseleler hakkında düşünen, atıyorum Proust, Valéry, Baudelaire vs. okuyup hakkında konuşan tek kişi değildi. Bu yanlış varsayımdan kurtulup kıyaslamalı çalışmalar yapmadan Tanpınar’ın sahiden sahip olduğu “özgünlüğü” ve “benzersizliği” değerlendirme çabaları hep kusurlu ve eksik kalacaktır.

Beş Şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergâh Yayınlarıİkinci sebep de bununla yakından bağlantılı: Böyle memlekette eşi menendi olmayan bir yazar olarak görülmesi aşırı, felç edici bir hürmet ve hayranlık hissine sürüklüyor yorumcuların çoğunu. Halbuki eleştiride dikkate değer bir şey söylenmesini sağlayacak şeyin, bazen ele aldığınız yazara veya metne “saygısızlık” edip onun gözünden kaçmış, kendi “masalını” yazarken örtbas ettiği, sessizlikle geçiştirdiği ama metinlerinde yazara rağmen kendini belli eden noktaları fâş etmek, çelişkileri geliştirmek, Ricoeur’ün deyimiyle bir “negatif yorumbilgisi” geliştirmek olduğunu biliyoruz (Pierre Macherey’den Eagleton ve Jameson’a birçok Marksist edebiyat kuramcısı bunu inceden inceye anlatmış, yine Marksist, feminist ve psikanalitik eleştirinin birçok temsilcisi de uygulamalarını sunmuştur bilindiği gibi. Hatta bunda aşırı ileri gidildiğini, biraz da “hürmet” tavrını hatırlamak gerektiğini söyleyen Felski gibi feminist eleştirmenler bile oldu). Borges’in Pierre Ménard fantazisinin hilafına, yazarın temalarını ve dertlerini tam da onun kendisi gibi tekrar ederek okumaya değer bir metin üretmek pek olacak şey değil, özetle.

Üçüncü neden de –yazının asıl konusu da bu olacak– Tanpınar’ın ideolojik kamplaşma, daha doğrusu kampları sıkı tutma kavgalarına kurban gitmesidir (Onun kendisini sağa da sola da mesafeli, birinin cehaletinden, kendi tabiriyle “hamakat”inden –gençler için tercüme edelim: “ahmaklığından”–, öbürünün Türkiye ve Osmanlı geçmişi ile alakasızlığından mustarip biri olarak sunmasının birebir kabul edilip bize bir “üçüncü yol” sunuyormuş gibi görülmesi de aynı kavganın “post-modern” dönemdeki versiyonu bence. Halbuki toplumu bütün sağcılar gibi bir uzviyet-organizma olarak görmesiyle; buna bağlı olarak tarihe asla sınıflar veya ezilenler perspektifinden değil hep millet ve din gibi kültürel kimlikler açısından bakmasıyla; Atatürk ve İnönü’ye temelde, bu kimliklerin hayat bulduğu uzviyeti ayakta tutan baş aktör olarak gördüğü “devlet”i yıkılmaktan kurtaran figürler olduklarına inanarak duyduğu hayranlıkla, kısacası milliyetçiliği ve devletçiliğiyle ve tabii sıradan insanlardan pek hazzetmeyen keskin elitizmiyle[1] kesinlikle sağdadır bence. Sağcıların da dikkate değer ve mutlaka hesaplaşılması gereken fikirler geliştirebildiğini, kışkırtıcı düşünce ve sanat eserleri üretebildiğini çok uzun bir zamandır –birkaç istisnayla, kabaca Cemil Meriç’in ölümünden beri– memleketimizde pek göremediğimiz için unuttuğumuzdan, “bu kadar derinlikli metinler yazmış birinin solculukla mutlaka ülfeti vardır” diye düşünüyoruz. Bu yanılgıda, memleket sağcılarının birazdan bahsedeceğim performanslarının büyük payı olduğunu ihmal etmemek gerek tabii).

Bilindiği üzere, Tanpınar’ın (kabaca özetliyorum) “Osmanlıcı” yanını onaylayıp Kemalist (belki de “İnönücü” demek daha doğru olur) ve Demokrat Parti karşıtı yanından hazzetmeyen bazı sağcı akademisyenler, başta da yazarın doğrudan edebiyatla ve edebiyatçılarla ilgili olmayan makalelerini derleyip kitaplaştıran Birol Emil, Tanpınar’ın bazı yazılarını (özellikle de DP iktidarını yerden yere vurup 27 Mayıs’ı coşkuyla alkışladığı ünlü dört yazı ile yine DP aleyhinde sert laflar içeren “Hasan-Âli Yücel’e Dair Hatıralar ve Düşünceler” yazısını) uzun yıllar gözlerden saklama, yani Tanpınar’ı sansürleme hakkını kendilerinde görmüşler ve okurlar bu yazılara ancak 2002 başlarında YKY tarafından yayımlanan Mücevherlerin Sırrı derlemesi sayesinde ulaşabilmişlerdir. Yine Zeynep Kerman’la İnci Enginün, Tanpınar’ın bahsedilen ideolojik ve siyasi duruşunu iyice sansürsüz biçimde sergilediği Günlük’lerini, “Tanpınar’a karşı korumacı bir tavrı” olduğunu belirttikleri Mehmet Kaplan’ın –ki o da “hatıralarındaki bazı kısımların çarpık yorumlanmasından çekiniyor”muş ve bu yüzden senelerce kendi elinde tutmuş– kendilerine teslim etmesinden sonra yirmi yıl ellerinde tutmuş, ancak 2007’de yayınlamışlardır. Kendileri bu gecikmeye gerekçe olarak Tanpınar’ın yazılarının çok zor okunmasını ve üniversitedeki işlerinin yoğunluğunu gösterirler ama aynı Zeynep Kerman Tanpınar’ın Mektuplar’ını, üstelik gerçekten kıymetli bir emek harcayıp mektupları muhataplarından almakla da epey bir vakit geçirdiği halde 1974 yılında yayınlayabildiğine göre bunlar o kadar da sağlam gerekçeler gibi görünmüyor;[2] aynı “korumacı” tavrı kendileri de sergilemişler (Tabii şu soruların cevabı yok: Tanpınar’ın neden korunması gerekiyordu? Korunan Tanpınar mıydı, yoksa “Türk kültür milliyetçiliği”ne –bu cenahın gözde tabirlerindendir– inanmış münevver okurların ampirik gerçeklerle, basit olgularla yüz yüze gelmeye tahammülü olmayan hayal dünyası mı?)

Mücevherlerin Sırrı, Ahmet Hamdi Tanpınar, YKYBurada “sansürleme” tabirini kullanmamı haksız veya abartılı bulacaklar olabilir, belki sadece derlemecinin gözlerinden kaçmıştır o dört-beş yazı denebilir. Ama daha Tanpınar’ın öldüğü 1962 yılının Aralık ayında asistanlarından Ömer Faruk Akün, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı dergisinde yazdığı “Ahmet Hamdi Tanpınar” makalesinde yazarın gazete ve dergilerde çıkmış yazılarının (elbette bazı eksikleri de olan) geniş kapsamlı bir bibliyografyasını yayınlamıştır (Bu yazıya şuradan ulaşılabiliyor.) ve orada, bahsi geçen o DP-karşıtı bütün makalelerin de künyesi yer almaktadır. Tanpınar’ın yazılarını kitaplaştıran birinin, üstelik çalıştığı fakültenin yayınları arasında çıkmış bu yazıyı görmemesi düşünülemez. Oradaki listede aslında Yaşadığım Gibi’nin 1970’teki ilk baskısına girmemiş çok yazı var, özellikle de Tanpınar’ın Atatürk’le ilgili yazılarının hiçbiri o baskıya konmamış. Birol Emil sansürcü tavrını 1996 yılında yapılan 2. basımda kısmen hafifletmeye karar vermiş ve o baskıya hepsi de Atatürk’e mersiye niteliği taşıyan şu yazıları almış: “Mucizeli Bir Ölüm”, “Kahraman ve Ölüm”, “Atatürk”, “Atatürk’ten Alınacak Büyük Ders”.[3] Bunların yanı sıra yine ideolojik gerekçelerle ilk baskıya almadığı anlaşılan “Mussolini’ye Dair” ve Tanpınar’ın inanmış bir Kemalist ve İnönü hayranı olmasına rağmen hayatı boyunca hep karşı çıktığı dil inkılabına –çok şaşırtıcı bir oportünizm sergileyerek– övgüler düzdüğü “Anayasa’nın Türkçeleşmesi” yazılarını da dahil etmiş. Nedense o tarihte Birol bey muhafazakâr camiaya Tanpınar’ın Atatürkçü de olduğunu fâş etmenin artık sakıncası kalmadığına karar vermiş olsa gerek; ama Tanpınar’ın anti-DP yazıları için o vaktin gelmediği kanaatinde olduğu anlaşılıyor. Sanki hassas muhafazakâr okuru travmatize etmemek için gerçekleri önüne belli dozlarla çıkarmak gerekli görülmüş. Bazı hakikatlerin “avam”la temas etmemesi gerektiğine, sadece “havass”ın tekelinde kalması gerektiğine inanan tasavvuf ehli gibiler maşallah!

-ler diyorum, çünkü bu çevreye mensup akademisyenlerin hemen hepsi bu yazıların varlığını biliyorlardı, daha da ötesi bunları okumuşlardı. Ama Tanpınar hakkında yazıp çizerken bu metinler hakkında tek bir laf etmemekte, Tanpınar tamamen kendi “biz”lerindenmiş, kendi cemaatlerinin adamıymış gibi yazmakta, bu yazılar ve günlük gün ışığına çıktığında da yeni görmüşler gibi infial beyan etmekte beis görmemişlerdi. (Aynı şeyin Refik Halid Karay’ın sürgün dönüşü yazıları için de geçerli olduğuna kaniyim kesinlikle. Onlar da biliniyordu, onlar da okunmuştu, ama o yazıların önemli bir kısmında görülen Kemalist rejimle sahiden barışmış Refik Halid portresi, onu sadece Milli Mücadele sırasında İttihatçı Kemalistlerin gadrine uğramış bir kalem olarak görüp sevenlerin hoşuna gitmediği için o yazılara uzun yıllar hiç ilişilmedi. Bütün bu rezilliklerde, edebiyat tarihini araştırma işini bütünüyle bu tür “korumacı” sağcıların insafına terk etmiş solcuların da günahı büyük tabii).

Bu infial, gerçekten anlamaya ve “bu denli kendimizi yakın hissettiğimiz biri DP hakkında neden bu hisleri beslemiş, neden böyle düşünmüş olabilir? DP gerçekten bu denli korkunç şeyler yaptı mı?” konusunda gerçek bir hesaplaşmaya asla dönüşmez.[4] Tanpınar’ın tam Kurucu Meclis’in kurulacağı sıralarda İnönü’yü ziyaret etmesini de karine göstererek (günlükleri yayımlayan Kerman da Tanpınar biyografisi kaleme alan Orhan Okay da bunu yapar) bütün meseleyi el çabukluğuyla “Kurucu Meclis’e üye olmak istiyordu”ya indiriverirler; “Tanpınar DP hakkında aslında tam bunları düşünmüyordu da –umarız– ikbal peşinde olduğu için o makaleleri yazmıştı” demeye getirirken, kimsenin uzun yıllar okumayacağını bildiği günlüklerinde de DP’yi aynı şiddetle yerden yere vurmasını bu tezin hiç de açıklamadığını görmezden gelirler. Tanpınar’ın CHP’liliğinin, Atatürk sevgisinin ve İnönü “fetişizminin” (hayranlık demek yetmez), gerçek ideolojik kimliğini gizlemek, “takiyye” yapmak amacıyla başvurduğu bir maske, ikbal derdiyle pek de içi götürmeden sürdürdüğü oportünist bir strateji filan değil de samimi, sahici ve bilinçli kanaatleri olması kanlarını dondurur, bütün siyasi kurgularının altını oyan, ideolojik fantazi dünyalarını yerle bir eden –Lacan’ın tabiriyle– “Gerçek” statüsünü işgal eder adeta.

Yaşadığım Gibi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergâh YayınlarıAslında Türk sağının, sadece büyük harfli Gerçek’le değil (onunla herkesin başı derttedir), neredeyse her türlü gerçekle, hatta ampirik olgularla başı hoş değildir – “Tanpınar DP’den ve temsil ettiklerinden nefret ediyordu”, ”Refik Halid Kemalist rejimle sahiden barışmıştı”, “Şu anki hükümet IŞİD’e çeşitli nedenler ve hesaplarla (en hafif haliyle söyleyelim) göz yummuştur” gibi basit olguları da “DP, tıpkı şu anda AKP’nin yaptığı gibi, yasama organını, yargı bağımsızlığını, basın özgürlüğünü, üniversite özerkliğini, yani bir rejime demokrasi vasfını veren bütün kurumları fiilen ortadan kaldırarak, kendi iktidarının bir gün sona erebilmesi imkânını (seçim sistemleriyle oynayıp) yok ederek (Tanpınar en çok Menderes’in “Ben kendime sâbık başvekil dedirtmem” diyebilmiş ve kendi partisinden tepki görmemiş olmasına öfkelidir) bir tek parti diktası kurmuştu” gibi biraz daha girift, ama her bir bileşeni onlarca vakayla ispatlanabilecek gerçekleri de istikrarlı bir biçimde inkâr etmiştir, etmektedir. Sözgelimi Orhan Okay’ın Bir Hülya Adamının Romanı kitabında, CHP’yi kapatma hazırlıkları yapma eşiğine gelecek kadar şirazesinden çıkmış DP için tek söyleyebildiği şudur: “Hiç şüphe yok ki Demokrat Parti iktidarının Türkiye’deki hemen bütün iktidarlarda olduğu gibi, teraziye konunca belki diğerlerinden fazla da olmayan, pek çok hatası olmuştur.” (Bu cümlenin geçtiği, Tanpınar’ın siyasi kariyerini eleştiri konusu eden bölümün adı “Politika Batağında Bir Şair”dir; Okay aynı şeyi, 1940’lı yılların başlarından sonra dikkate almaya değer neredeyse tek dize yazmayıp hayatını bütünüyle politikaya adadığı, kendini faşist başyücelik teorileri geliştirmeye vakfettiği halde yine pek sevdiği Necip Fazıl için söylemiş, aynı infiale kapılmış mıdır acaba?) İnkârdan, basit olguları bile ısrarla görmezden gelmekten, kendi söylediği yalanlara kendisi de inanır hale gelmekten, gerçekle irtibatını yitirmişlikten de hakikatli düşünce hiçbir zaman çıkmamıştır, çıkmayacaktır. Yalanın hüküm sürmesine izin vermiş bütün rejimler –buna elbette “sosyalizm” kavramına en büyük lekeyi sürmüş olan “reel sosyalist” rejimler de dahildir, Tanpınar’ın güzel tabiriyle “dindarın şantajı”nı (s. 265) yönetimlerinin ana silahı haline getirenler de– sonunda kendi halklarını çürütürler.

***

Tanpınar’ın artık Kurucu Meclis’e girmek gibi kaygılar güttüğü söylenemeyecek bir dönemde (bu meclis 6 Ocak 1961’de kurulmuştur bilindiği gibi), İnönü’nün 78. yaş günü vesilesiyle yazdığı ama sağlığında yayınlamadığı bu yazı (“5 Temmuz 1961. Yahya Kemal ve İnönü makalelerini yazdım. İkisini de pek beğenmedim”, s. 313) 25 Eylül 1962 tarihli Ulus’un birinci sayfasında şu sunuşla yayınlanmış: “Şair Ahmet Hamdi Tanpınar, aşağıda okuyacağınız yazıyı ölümünden kısa bir süre önce yazmıştır. Değerli sanat adamı, dostlarına bu yazıyı hazırlamak için çalıştığı günlerde Sayın İnönü'den derin bir vecd içinde bahsedişi sebebiyle makale tahmin üzerine aranarak bulunabilmiştir. 24 Ocak 1962 tarihinde aramızdan ayrılan Sayın Tanpınar'ın yazısını, hatırasına hürmeten başlığını değiştirmeden yayınlıyoruz.” Bu yazının özellikle gizlendiğinden emin değilim, ölümünün ardından yayınlandığı için gerçekten gözlerden kaçmış olabilir. Ama bahsedilen “arama” işini her kim yaptıysa onun bildiği kesin tabii.

Çoktandır bilinen “İnönü hayranı Tanpınar” imgesini pekiştirmenin dışında yazının pek özgün bir tarafı yok görüleceği üzere. Ama iktidardaki İnönü kadar, hatta daha da fazla muhalefetteki İnönü’yü hayranlıkla alkışlaması, benim hatırlayabildiğim kadarıyla kamuya sunduğu bir metinde ilk defa kendi milletvekilliğine dair birkaç şey söylemesi, unutkan milletimize “2. Cumhuriyet” lafının 27 Mayıs döneminde en çok kullanılan tabirlerden biri olduğunu hatırlatması vs. gibi minör ama önemli noktaları gündeme getirmeye vesile olabilir. Bir de Tanpınar’ın da basit bir ampirik gerçeği çarpıttığını görüyoruz: İnönü’nün kindar olmadığına karine olarak gösterdiği 150’liklerin affı kanunu mecliste İnönü başbakan olduğu sırada değil, Bayar’ın başbakanlığı sırasında kabul edilmişti. Şimdiki sağcıların tam da aynı dönemlerde yürütülen 2. Dersim Harekatı sırasında başbakanın Bayar olduğunu ısrarla görmezden gelmelerini akla getiriyor tabii bu ama o af kanununun kabulü konusunda uzun süre araştırmalar yapmış biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: O sırada kim başbakan olursa olsun o kanun meclisten çıkardı çünkü bu kanunun çıkmasını Atatürk açıkça talep etmişti ve meclisteki görüşmelerin tutanaklarından anlaşıldığı kadarıyla da ondan başka parti içinde neredeyse kimse bu işe istekli değildi. İnönü o görüşmelere katılmamış, yani aleyhte de lehte de bir şey söylememişti; aynı af kanununun cumhuriyetin onuncu yıldönümü vesilesiyle 1933’te de çıkabileceği halde çıkmamasını İnönü’nün muhalefetine bağlayanlar vardır – 150’liklerin en meşhuru Refik Halid’in kendisi de bunlardan biridir. Ama İnönü o kanunun 1938 yazında kabulünden sadece birkaç ay sonra Milli Şef olduğunda henüz çoğu gelmemiş olan 150’liklerin memlekete girmesini engelleyebilir, gelenlere de pılı pırtılarını toplayarak geldikleri yere dönmeleri gerektiğini pekala sezdirebilirdi, bunu yapmamıştır.

TARİH VE İNÖNÜ

Ahmet Hamdi Tanpınar

İnönü yetmiş sekiz yaşında. Dostları ve bütün milletimiz bu mesut yaşdönümünü ne kadar gönülden kutlasak yeridir. Öteden beri ömrümüzün yılları bir merdivenin basamaklarına benzetilir. Saatler, günler, aylar birleşir, uzaktan bakılınca mânâsız görünen bir yığın hülya, tasavvur, didişme, heyecan, ümit, ihtiras bir araya gelir ve insan yaşı denen şey olur, saatin yelkovanı bilinmez bir yerde ileriye doğru fırlar. Bir basamak daha yukarıda veya daha aşağıda oluruz. Çünkü bu merdiven acayip bir merdivendir, kimi insanlarda aşağıya iner kiminde ise daima yukarıya, sonunda sahibini onlardan biri yapmak için yıldızlara doğru yükselir. Eskiden ihtiyarlıktan siyah ve neşesiz sıfatiyle bahsederlerdi. Galiba Yunan mitolojisinde böyle zalim bir tanrı da vardı. Hakikaten insanın, [kendisini][5] bir zaman bütünüyle sahibi olduğunu sandığı dünyaya evvela küsmesi, sonra kendisini lüzumsuz bulması etrafındaki şeyleri yadırgaması ve onlara yabancı misafir gözüyle bakması, yahut böyle görünmesi kadar azaplı ne olabilir? Çok defa İnönü’nün yaşına gelenlere tabiatın bir çeşit müsamahası gibi bakılır, yahut büsbütün aksi olur, meş’um bir kader gibi devresini bitirmesi korku ile beklenir. Onun içindir ki eskiler uzun ömürlü iyi insana ilâhi sıfatını verirlerdi.

İnönü’nün ömrü böyle oldu. Hayatını her safhasında mânalaştırmasını bilen bu büyük adamda basamaklar çok yüksek ve istisnai bir talihe doğru yükseldi. Zaten çocukluk yılları hariç, İnönü bu ömrün hiçbir ânını tek başına yaşamadı. Daha İttihat ve Terakki’ye ilk girdiği andan itibaren, 53 sene oluyor, bu hayatı hep beraber milletçe bir şerefler dizisi olarak yaşadık. Bilmem saymaya lüzum var mı? Yemen vakası ve imparatorluğun inkırazından sonra dahi bu uzak, hiçbir zaman tam bizim olmamış diyarda devam eden Türk dostluğu, Birinci Dünya Harbinde Mustafa Kemal'inkilerden sonra en muvaffakiyetli, vatandaş kanını en fazla koruyan, en yüz ağartıcı başarılar, İstiklâl Mücadelesinde yeni ordunun kurulması, Birinci İnönü Zaferi, İkinci İnönü Zaferi, hiç kimsenin adını Üçüncü olarak sayamıyacağı Büyük Zafer, Mudanya ve Lozan, Cumhuriyetin ilânı ve kurulması, en ağır şartlar içinde mali istiklâl ve bütçe muvazenesi, yine o günün şartları içinde hepimizin yüzünü güldüren kalkınma hareketleri, devletin idaresini tek başına eline aldığı zaman İkinci Cihan Harbinin dört sulh senesi, Demokrasinin ilânı ve onu çiğnetmemek için yaptığı on yıllık mücadele.

Bu hayatın iç tarafına bakın; daha mânalı şeyler görürsünüz: Bütçe muvazenesinin yanı başında hukuk devleti, imkânlarımıza göre gittikçe sahası genişleyen eğitim işleri, hür ve eşit insanlığa milletçe giriş. Tesadüf, İkinci Cihan Harbinin sonuna doğru bana İnönü'nün aksiyonunu biraz daha yakından görmek fırsatını verdi. Bu düşüncenin üstünlüğünü ve sağlamlığını kaptan köşkünün biraz ötesinden, yani Büyük Millet Meclisinden gördüm. Ve bu hayatın yalnızlığını merdiven altı konuşmalarından öğrendim. Dümen bir başkasının elinde olsaydı milletçe felâket mutlaktı. Çünkü aynı neticeye varacak iki şıktan birini tercihe dışardan ve içerden zorlanıyorduk. Beyhude ümitlerin, boş hülyaların, tazyiklerin sonu yoktu. En iyimserimiz bile bu çelikten âsabın bir gün yorulacağından korkuyorduk. İnsan dayanıklılığının, realist hesabın bundan daha iyi numunesi olamazdı.

Avrupa’da müttefiklerimizin zaferi katileştiği ve silâhlar elden bırakıldığı gün Mecliste yapılan hususi toplantıda ona teşekkür edilirken kendi kendime: “İşte demiştim, bir hayat gözümün önünde taçlandı. O kadar zaferden sonra gelen bu sessiz sadasız sonuncu zafer bir insana nasip olacak şeylerin şüphesiz en büyüğüydü. İnönü bugün ikinci defa olarak bu devletin kurucuları arasına girdi. Bugünden sonra doğacak çocukların asıl babası odur. Hayat ona verebileceğini verdi.”

Meğer hiç de öyle değilmiş. Bu büyük askerin ve devlet adamının, ordusuz, resmi mevki ve makamsız, sade bir fert ve bir isim olarak tek başına yeni bir mücadeleye girmesi mukaddermiş.

Millî Misakı hakikat yapmak, devleti dışardan ve içerden gelecek her türlü maceraya karşı korumak yetmiyormuş, ayrıca da her kanunun vatandaşı her mükellefiyetten affettiği bir yaşta vatandaşlara medeni cesaret ve hak fikrinin örneği olması, bütün bir gençliğe ümit kaynağı olması gerekiyormuş. Tıpkı İstiklâl Savaşında Mustafa Kemal'in yaptığı gibi kitlenin arasına tekrar girmesi, ufuk göstermesi, hülâsa üçüncü defa olarak hayata yeniden başlaması lâzımmış. Tam on yıl Mecliste o ateş gibi nutukları, hususi toplantılardaki konuşmaları, etrafını bir lâhzada kendi seviyesine çıkaran o keskin ve kısa formülleri gazetelerde okurken, şartların ağırlığına rağmen geleceğe gülümseyen resimlerini seyrederken hepimiz insan olmanın sorumluluğu karşısında ürktük, bol bol harcadığımız büyük kelimelerin mânası sırtımıza bir yük gibi bindi. Hakikat şu ki, bu cesaret ve dayanıklılık, bu mücadele aşkı tarihimizde yepyeni bir şeydi, ve eminim ki yepyeni bir insanın müjdecisiydi.

Milletlerin bazan öyle devirleri olur ki, umumi mânasında namuslu vatandaş olmak, canlı bir fazilet timsali olarak yaşamak dahi yetişmez. Sorumluluk denen şey karşımıza çıkar ve bizden takatlerimizin üstünde şeyler ister: Bir düşüncenin adamı olmak ve asıl hayatı o imiş gibi o düşünceyi yaşamak. Burada içtimai mukavelenin hududu biter, yahut yeni bir safhası başlar. Bu, ferdin kendi kendine verdiği sözün devridir. Asıl ahlâk da budur. İşte İnönü'nün hayatını o kadar mucizeli yapan meziyetlerin başında Mustafa Kemal mektebinin şiarı olan bu ahlâk ve vazife fikri gelir. İnönü bu ahlâk sayesinde 1950’nin çetin imtihanını geçirdi. 1946 ile 1950 arasında muhalefet, karşısındaki insanları, onların arkasında çalışan zihniyeti, onları destekleyen kompleksleri, uyanmaya hazır bütün mazi hortlaklarını ve mide usareleri dört misli artmış vurguncuları.[6]

İsteseydi, bir hükümet darbesiyle seçimi feshedebilirdi. Nihayet Atatürk'ten beri devam eden rejime dönerdik. Ameli sahada bu belki de faydalı olurdu. Paramız düşmezdi, kalkınma kelimesi iflâs etmezdi, bu on senenin kepazelikleri olmazdı. Fakat İnönü bunu yapmadı. İşin ahlâki tarafını tercih etti. Oyunun şartlarına riayet etti. Dünyanın en iyi niyetleriyle muhalefet lideri olmağa hazırlandı. Çünkü İnönü muasır insandı. Cumhuriyet rejimi için ettiği yemin gibi demokrasi için ettiği yeminin de kıymetini biliyordu. Muasır insan, bilhassa politikada kendine ve sözüne sadık olan insandır. Yalanın sonu olmadığını ve ahlâki değerlerin müeyyidesini kaybetmiş bir cemiyetin tekrar kendine gelmesi için ne kadar güç ve dolambaçlı yollardan geçilmesi lâzım geldiğini biliyordu. O zaman işte Türkiye başka bir İnönü gördü. Gerçekte aynı adamdı. Fakat bu tarafını görememiştik. Bir imparatorluğun enkazından kurulan yeni bir devletin yaşama şartlarının zaruri kıldığı her şeyi efkârı umumiye onun hesabına kaydetmişti. İnönü kindardı. İnönü gizli hesaplıydı. Karnında yedi tilki dolaşır kuyrukları birbirine değmezdi. Gerçekte bunların hepsi yalan, iftira, yahut maziden miras masaldı. Fakat ne yaparsın ki politikada kaybedeni ayakta tutan tek şey parçalayamadığının ahlâkına hücumdur. Sonra halk çok defa sert kuvvetten sonra sinsi oyunu alkışlamaktan hoşlanır. Hakikatte İnönü kindar değildi. 150’likler onun devrinde affedildiler, Türkiye’ye girdiler ve söz sahibi oldular. Hüseyin Cahit gibi Nuh deyip peygamber demiyen ahlâklı bir adam sonuna kadar onun safında mücadele etti. Ama Havuz - Yavuz meselesi vardı. Yeni rejim başında bu pisliğe rastlamıştı. İnönü zaruri olarak mahkemede şahadet etmişti. Kimse oturup da Türk politikasında yeni bir ahlâkın devrini açan bu şahadeti okumamıştı. Halbuki hukuk devrine biz o tanıklık yapıldığı gün girmiştik. Halk Partisi yirmi yedi yıllık bir iktidardan ancak bu titiz tutumla yüzü ak çıkmıştı. Devletin eşkiya yataklığı etmesine razı değildi. Her büyük devlet adamı gibi hesap adamıydı. Çünkü akıllıydı. Çünkü realite fikri vardı. Ama hiçbir zaman sinsi ve gizli hesaplı olmadı. Bilâkis milletine karşı daima açık konuştu. Yapamıyacağını hiç vaad etmedi. Diktatör dediler. Hiç olmadı. Fakat ne yaparsın ki Hitlerizmle sarmaş dolaş insanlar oyunları bozulduğu zaman ona diktatör diyorlar, piyasa azmanları mali muvazenemizi yıkmak için tek engel gördükleri bu adama her türlü hücumdan çekinmiyorlardı.

Düne kadar politika, şöyle mümkün olduğu kadar insanlık hislerini unutmamak şartiyle bir çeşit satranç veya dama oyunuydu. Kombinezonunu kurduktan sonra ağında bekler, fırsatı gelince hareket ederdi. Yalan sade politikanın şartı değil, zarafetiydi de. XI. Louis’nin, muasırı İspanya Kıralı için söylediği söz herkesin hatırındadır: “Budala kendisini beş defa aldattığımı sanıyor, halbuki ben dokuz defa aldattım.” Bu tipin en parlak sözünü Talleyrand söyler. XVIII. Louis’ye sadakat yemini ederken “Şevketmeab bu beşinci sadakat yeminim,” der. “Tanrıdan dilerim ki sonuncusu olur.” Garb’de eski politikacı tipi bu sözden sonra pek az yaşar. XX. asır demokrasisi ile büsbütün tükenir. Şarkta, umalım ki Yüksek Divan’ın kararları bu işin sonunu getirmiştir. Beş defa sadakat yemini. Bugün tek bir yalanı tutulan adam politika âleminden ebediyen siliniyor. İşte İnönü bu yeni ahlâkın adamıydı. Belki yanıldı. Belki aldandığı oldu. Fakat hiç kimseyi aldatmadı. Bunun için muasırdı. Bunun için 1950’de yıkılmadı. Ayakta durdu, hergün biraz daha büyüdü, üstünleşti. Bir ahlâk haddi, bir seciye irtifaı oldu. Ve bunun içindir ki İkinci Cumhuriyetin eşiğinde kendisini milletimizin en büyük ümitlerinden biri olarak selâmlıyoruz. Başarılı hayatına devam etmesini temenni ediyoruz.

 

Ulus, 25 Eylül 1962

 
[1] Şu satırlar günlüğünden: “Tevekkeli değil eskiler devam edecek şeyi sev, diyorlardı. Allah’ı sevmek. Yeniler cemiyeti ve halkı koydular. Ben halkı, halkta individue’yü sevmiyorum. Önümde akan hödükleri... bizim kapıcıyı, komşularımı, vatmanı nasıl sevebilirim?” (s. 321) ya da şunlar: “İsmet Paşa’yı niçin seviyorum! Kalabalığın nefret ettiği meziyetleri için seviyorum.” (Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa, Dergâh, 2010, S. 327. Bundan sonraki bütün Tanpınar alıntıları buradan)
[2] Mektuplar yayınlandıktan sonra “bir kısım okuyucu arasında hayal kırıklığı yarattığını da biliyorduk. Mektuptaki insandır bu günlükleri de yazan” diyor Kerman’la Enginün günlüğe yazdıkları önsözde (s. 7) ve bana kalırsa hileli bir örnek olarak da dipnotta Oktay Akbal’ın yazdıklarını veriyorlar. Çok az olduklarından bahsettiğim “kafa açıcı” Tanpınar yorumcularından Nurdan Gürbilek de “Büyük Tıkanma” yazısının başlarında Günlük’lerin bazı kimselerde uyandırdığı hayal kırıklığını pek anlayamadığını, “hayallerinin büyüklüğüyle imkânlarının darlığı arasına sıkışmış bu yazarı aslında günlüğü yayımlanmadan çok önce, mektuplarından da tanıyorduk” diyerek belirtir (Benden Önce Bir Başkası, s. 78). Ama bence burada yanılıyor Gürbilek, çünkü burada hayal kırıklığı derken, Tanpınar’ın insani zaaflarının (mektuplarında görülen “ekşimiş” kişiliğinin, milletvekili olabilmek, Avrupa’ya seyahat edebilmek için çevirdiği numaraların, döktüğü lafların, Yahya Kemal’e karşı gizli hıncının, hatta İnönü hayranlığının bile) hayranlarında yarattığı hüsran değil, Türkiye sağcılarının anti-Kemalist kesiminin en ufak bir toz bile kondurmak istemedikleri DP dönemine, Tanpınar’ın hem günlüklerinde hem de bahsi geçen yazılarda müthiş bir öfkeyle veryansın etmesinin yarattığı travmatik etkiden bahsediliyor aslında bana kalırsa.
[3] Bilindiği gibi, Seyyit Nezir bu yazıyı 2012 yılında Aydınlık’ta (30 Kasım) Tanpınar’ın Atatürkçü olduğunu bizden saklamaya çalışıyorlardı diyen bir sunuş yazısıyla ve bir keşif olduğu iddiasıyla yayınlamıştı. Bu iddiası sadece 1996 yılına kadar doğruymuş gibi görünüyor. Seyyit Nezir, Tanpınar’ı Atatürkçü sağcılardan esirgeyen öbür sağcıların canına okuma telaşına kapılırken araştırmayı eksik yaparak, yani Yaşadığım Gibi’nin yeni basımına bakmayı ihmal ederek böyle bir şeyi gözden kaçırmış olabilir, beşerdir şaşar. Bana asıl ilginç gelen böyle bir suçlamayla karşılaşan araştırmacıların kendisine “o yazı da başka Atatürk yazıları da çoktan kitaplaştı” diye cevap vermemiş olmaları ve daha da ötesi Tanpınar’ın asistanı Turan Alptekin’in daha yenilerde çıkan tuhaf isimli kitabında (Tanpınar’ın Ölümü- Apologia) yaptığı gibi Seyyit Nezir’in iddiasını kabullenerek fikir yürütmesi. Kimse kimseyi okumuyor mu? Manzaranın, nereden bakılırsa bakılsın, acıklı olduğu kesin.
[4] Şunu mutlaka kaydetmek gerekir elbette: Tanpınar’ın DP’ye yönelik bütün bu eleştirileri ancak darbeyle devrildiklerinden ve kendisine cevap veremeyecekleri, hatta muhtemelen idamı bekledikleri bir sırada ve son derece hakaretamiz bir üslupla yapmış olması (DP iktidardayken yapsa kesinlikle işini kaybedecek ve belki de hapse atılacak olsa bile) entelektüel ahlâk açısından da insani olarak da kabul edilemez. Sırf bu yüzden bile Tanpınar’dan Foucaultcu bir parrhesiast çıkarmaya çalışan yorumcular fena halde yanılmaktadır.
[5] Gazetede köşeli parantez içine aldığımız bu kelime var, ama cümleyi bozduğu için ikinci bir okumada muhtemelen fazlalık olarak görüp atardı Tanpınar.
[6] Cümle düşüklüğü gazetedeki metinden.