“Önceliğim dürüst bir şey yakalamaktı, sıkıcı ve karanlık yanlarımı da masaya koymaktan çekinmeyecektim, ama bunu yaparken bencil olmayacaktım, seslerin dinleyen herkesi kendi içsel yolculuğuna çıkartabilecek nitelikte olmasını istiyordum...”
19 Eylül 2020 16:16
Mountains are Mountains’ı yayınlandıktan birkaç gün sonra karantina günlerime has sahil boyu yürüyüşlerimden birinde kulağıma taktım; Ağustos ayının harlı akşam üstü güneşinin insanlar ve nesneler üzerindeki rengi, hatta havanın sıcaklığı değişti desem? Bulunduğum atmosferle arama nazik bir çizgi çekerek beni başka bir boyuta taşıdı. Sanki “ses kaskı” takmış gibi yürüdüm yol boyunca... Hemen müzik arkadaşımı aradım, konuşa yazışmak üzere sözleştik. Konuştuğumuzdan bu yana geçen bir ayda albümü defalarca dinledim, parçaları kendi içlerinde tekrar tekrar döndürdüm. Normalde de beni etkileyen, içine alan albümleri üst üste dinlerim fakat bu sefer niyetim ayrıca Berke’nin yaptığı çağrıya icabet etmekti ve ettim de; aşağıya bir tane tadımlık iliştirdim [bkz. “Böcek gibi güzeldi"].
Farklı hayat akışlarımızdan dolayı Berke’yle epeydir görüşmüyoruz. Ne mutlu ki geçtiğimiz günlerde albümü sayesinde yazılı da olsa temas kurmuş olduk. Bir albümü oluşturan tekil öğeleri okumaktan çok “çalışkan” bir müzisyenin müzikal akışına, dağarcığına dair kıymetli ilmekler çekmek ve içerden bilgiler duymak üzere lütfen buradan buyrun.
Mountains are Mountains davulcu, besteci, şarkı yazarı, prodüktör Berke Can Özcan’ın [BCO] ilk solo albümü. Tamburada, DANDadaDAN, 123, Big Beats Big Times, Harmondia... dileyenler onun kişisel web sayfasından diskografisine ulaşabilir. Burada okuyacaklarınızın keşif ve merak duygularınızı kamçılayacağını varsayarak sizleri bir an önce Berke’nin cevapları ve peşi sıra da Mountains are Mountains’la baş başa bırakmak istiyorum ve buraya sadece birkaç detay bırakıyorum: Duyacağınız sesler ipe dizilmiş gazoz kapaklarından, çiçek saksılarından, bambu kamışlarından, havada dönen bahçe hortumlarından, gonglardan, kalimbalardan, bisiklet zillerinden, antika bir harmondiumdan, bir tutam anahtardan vb. yükseliyor olabilir. Tüm seslerin yaratıcısı, toplayıcısı ve manipülatörü Berke. Tüm performanslar da ona ait ve o kaydetmiş.
Fotoğraf: Jean Dupont
Berke’ye ilk olarak, “tek başınalığı deneyimlediği” bu yolculuğa ikinci kulakları müdahil etme sürecini ve biçimini nasıl tarif edeceğini sordum. Kim bilir albümü evden bahçeye nasıl çıkartmıştı; yalnızlığını paylaşırken öncelikleri, çekinceleri nelerdi?
BCO: Aslına bakarsan cevabını sorduğun sorunun içinden buldum diyebilirim: Öteki kulakların müdahil olması için yaptığım şey, bir anlamda, etrafıma kurduğum koca seti stüdyomdan bahçeye çıkarmak oldu. Son üç sene içinde kendimle baş başa çok zaman geçirdim, stüdyoda gecelerce süren deneyler yaptım, ateşler yaktım, arayışım sadece stüdyo içerisinde de değildi üstelik, gerçekten dünyanın dört bir yanına uzanan yolculuklarım oldu. Bu yollar da benim için “sesler” anlamına geliyordu. Yürüyen bir mikrofon gibiydim. Dönüp dönüp sesleri geri dinliyor ve onların müzikal karşılıklarını yakalamaya çalışıyordum. Tek başıma ve dahası “tek başına olan dinleyicilere” ayrı ayrı saatlerce çaldım. Bence bu da sürecin önemli bir parçasıydı. Önceliğim dürüst bir şey yakalamaktı, sıkıcı ve karanlık yanlarımı da masaya koymaktan çekinmeyecektim, ama bunu yaparken bencil olmayacaktım, seslerin dinleyen herkesi kendi içsel yolculuğuna çıkartabilecek nitelikte olmasını istiyordum, amacım sadece kendimi rahatlatmak ve dikiz aynasına bakmadan basıp gitmek değildi. Çekincelerim yalnız başıma bir yolda olduğumu kendime tam anlamıyla itiraf edebilmemle birlikte kendiliğinden yok oldular.
Birden fazla kişiyle ve tek başına müzik yapmak arasındaki teknik ve manevi farklılıklar neydi?
BCO: Grup başka bir şey, bir bütünün parçalarından biri olmak, bir bütüne hizmet etmek ayrı bir metod. Geçmişte çok sayıda grup kurup dağıtmış olduğumu söyleyebilirim. Onca deneyim ardımda ve iyi ki o denizlerde bulundum. Geçenlerde sözlük karıştırırken karşıma bir kelime çıktı, sanırım “drums” etrafında dolaşıp konudan böylesine uzak bir anlamı olması beni etkiledi ve üzerine bir parça besteledim, “The Doldrums”. Anlamı ise şöyle: Okyanusun Ekvator yakınlarındaki neredeyse hiç rüzgâr almayan bölgeleri. O kadar az rüzgâr var ki gemiler hareket edemiyor ve fakat hayat yolunu buluyor olsa gerek.
“Çalışkan müzisyen” deyince Berke’nin kafasında nasıl bir tarif beliriyor acaba? Bu tamlamayı kurarken kast ettiğim kafasını müzikten kaldırmayan bir müzisyen tarifi değil. Sadece bunu not düşerek sözü hemen, zihnimdeki tarifle çok fazla ortak noktası olan Berke’ye bırakıyorum.
BCO: Güne güneşin doğuşuyla başlayan ve hayatı yaşamanın tek şeklinin “sadece” müzik yapmak olmadığını idrak etmiş, araştırma tutkunu bir kişi bence “çalışkan müzisyen”. Günün ilk ışıklarıyla kahvesini içerken okumalar yapan, kitapların satırlarının arasında gezinip, elinde kalem, defterine ilham notları alan, “antenleri” tabir ettiğim kulakları her daim açık, sesleri renkler cinsinden algılamak için meditasyon yapan, enstrümanlarını ve onların olduğu odayı tertipleyen, çalmıyor ya da çalışmıyorken toz almaktan gocunmayan, bahçede çalışıp kuru yaprak toplayarak günler geçirmiş ve eli enstrümana değmemiş olsa da zihni müzik dolmaya müsait, bunun bilincinde olduğundan iç ve dış huzurunu dengede tutabilen biri “çalışkan müzisyen”, onun için her ipucu yeni bir fırsat, plak koleksiyonunun arasında gezerken bir kapaktaki fotoğrafa dalıp ardından kendini wikipedia’da fotoğrafçısının hayatını okurken bulabilen biri. En önemlisi hayatın getirdiği “gündelik yaşama” işinin gerekliliklerinin müziğini böldüğünü düşünen biri değil.
Teketek performansları hiç kulağınıza çalınmış mıydı ya da hiç deneyimleme şansınız oldu mu? Çok istememe rağmen denk gelememiştim. Meğer bu fikri ilk duyduğumdan beri farkında olmadan Berke’ye bazı sorular biriktirmişim. Mountains are Mountains’ın yapılış öyküsüyle yakından ilişkili olan bu performansları yapmak için onu tetikleyen neydi?; Performanslar esnasında onunla interaksiyona giren dinleyici olmuş muydu?; diğerlerinden sıyrılan özgün deneyimler olmuş muydu?; dinleyicilerle etkileşimini tarif etmeye kalksa ortak olarak kullanacağı kavram ve duygular neler olurdu?
BCO: Teketek benim için bir “alma/verme” deneyiydi. Stüdyomda tek başıma çalarak çokça zaman geçirmiştim ama biliyordum ki bir kişinin daha mevcut olması “tek başınalığın” bittiği yer demekti ve orada etkileşim başlıyordu. Performanslar esnasında interaksiyona girmemek bile bir interaksiyondu zaten çünkü iki kişi olduğumuzda birbirimizin enerjisinin hissetmememiz söz konusu değildi. Gözlerimizi gözlerimizden kaçırsak bile aynı odada beraberdik. Ama tabii ki aklımdan gitmeyen anlar yaşandı o seanslarda: Karşımdaki koltukta kitap okuyan, uzanıp uyuya kalan (ki B yüzüne geçerken elimden geldiğince sessiz olmaya çalışmıştım), dans eden, amuda kalkan, bana benim ceviz kabımdan alıp ta ceviz atan, balkona çıkan, etrafımda dönerek tüm enstrümanlarıma tek tek dokunan, hatta kendi enstrümanlarını çantasından çıkarıp benimle ses çıkartan, eskiz defterine resim çizen, “sigara içebilir miyim?” diye soran, satranç tahtamdaki pozisyona bakıp ta sıranın siyahta mı beyazda mı olduğunu umursamadan hamle yapan, ve performans sonunda bana sarılan… Hepsinden çıkardığım ortak his tatlı bir tedirginlikti, uzak ve biraz korkak başlayan yeni tanışma bir saatin sonunda evriliyor ve güvene dönüşüyordu.
BCO’nun, Who Are We Who We Are ve bantmag işbirliğiyle Bina’da gerçekleştirdiği Teketek performanslarının birinden bir kesit: “Always Let Me Go” / 27 Mayıs 2018
Berke’nin kulağındaki işitme kaybının boyutunu onu uzun yıllardır az çok tanımama rağmen sadece birkaç sene önce, empati kurmaya çalışarak ve merakla; bu istemsiz deneyimini kabullenme ve dönüştürme biçimine hayranlık duyarak dinlemiştim. Bu işitme kaybının niteliğini ve ona, müziğine kattıklarını, onun müzikal ve hatta bireysel varoluşuna dair çok şey ifade ettiği için burada bir kere daha tarif etmesini rica ettim.
BCO: Sol kulağım sağır. Benim için “işitme kaybı” biraz kayba rağmen biraz işitmenin kalması anlamına gelirdi eskiden ama kelimenin gerçek anlamıyla “kayıp” kayıptır. Doğuştan değildi bu durum, yaklaşık 12 sene kadar önce oldu. Şimdi objektif bakınca (ki objektif bakabilmek epey zamanımı aldı) artılarının eksilerinden fazla olduğunu, tam bir optimist olduğum için, söyleyebilirim. Çünkü durumum beni daha dikkatli dinlemeye mecbur bıraktı, sadece müziği değil, sözleri ve uyarıcı tüm sesleri de. Müzikal olarak hassaslaşmamda yardımcı oldu. Örneğin geçmişte çok gürültülü bir davulun ardındayken “erişilmez” hale gelebilen ben ve diğer şeyler arasındaki hassasiyet arttı ve ben daha yumuşak olmayı öğrenmek zorunda kaldım. Hani kişi bazen kafasının içinde kendi söyleyeceklerini tekrar etmekten karşısındakinin halihazırda söylemekte olduklarını duymaz ya, işte sanki kendimi o durumda bulmak benim için artık daha nadir bir hal aldı. Uykularımı derinleştirebilme şansı doğurdu, duyan kulağımı yastığa gömdüm mü dışarıdan gelen sesler beni aniden uyandıramaz oldu. Ama en önemlisi etrafta olan şeylerin müziğini duymak için kulak kabartmak hayatımın merkezine oturdu, beni ayılttı, yüzüme su vurdu.
Berke sevdiği müzisyenleri buluşturmayı, onlara müzik yapmayı, müziğe ve müzisyenlere platform yaratmayı önemsiyor ve bunun için çalışıyor da. Kurucusu olduğu Who Are We Who We Are adında dijital bir müzik şirketi var. Veya Big Beats Big Times, bazen tek başına bazen başka müzisyenlerle ürettiği, benim tabirimle bir müzik çemberi. Tüm bunlardan yola çıkarak müziğini yayınlama, paylaşma tutumunu nasıl tarif ettiğini sordum. Misal bu ilk albümünü plak olarak bastırdı.
BCO: Benim için tutku bu. Müzikler disklerde saklı kalmasınlar isterim. Elbette yayınlamadığım kaydım belki yayınladığımdan fazladır ama bu dinleyicinin iyiliği için. Sonuçta bir süzgeçten geçirmek ve ortaya “eser” niteliğinde şeyler koyabilmeye saygım sonsuz. Bu bağlamda her şeyi dinleyiciyle buluşturmanın bilgi kirliliği olduğunu düşünüp yaşım ilerledikçe daha sık eleyip daha sık dokuyorum diyebilirim. Mountains are MountainsBerlinli label “bohemian drips” tarafından plak olarak basıldı, albümün dijital dağıtımını ise Who Are We Who We Are yaptı. Ben de pandemi dönemindeki tutumundan dolayı çok beğendiğim bandcamp sayfam üzerinden yayınladım, ki oradan dijital olarak satın alınabiliyor. Avrupa içindeki plak satışları ve postalamasından bohemiandrips bandcamp sorumlu. Çok yakında da İstanbul’da sevdiğim plak dükkânlarından ve kargo yoluyla temin edilebilecek.
Müzisyenlerinin müziklerini yayınladıktan sonra başka kulaklardaki ve hayatlardaki etkileşimlerinin izini nasıl sürdükleri ilgilimi çeken konulardan biri. Şimdi bunun için sosyal medya araçları var. Berke’nin en başta bahsini ettiğim çağrısı da buna bir örnek. Dolayısıyla ona bu araçları kullanma biçimine dair tasavvurunu sordum: Mountains are Mountains için yakın-uzak dinleyicilerine yaptığı interaksiyon çağrısı nasıl yankı bulmuştu? Sahi, tam olarak neden böyle bir girişimde bulunmuştu?
BCO: Albüm çıkmadan önce sosyal medyayı biraz soyut ve kişisel anılarımın not defteri gibi kullanıyordum, gerçek anlamda bir sosyallik değildi yakaladığım, iletişimden uzaktım. Bu tavrım artık değişiyor. Zaten hepimizin yalnızlığa daha çok alışmak durumda olduğu bu yeni hayat biçimiyle sosyal medyada kurduğumuz bağlar daha organik olmalı diye hissediyorum. Albümümün dinleyiciyle buluştuğu şekil ve hissi daha yakından görmekti çağrımda istediğim. Müzik artık benden çıktı, dinleyiciyle buluştu ve onun hayatının filmine eşlik eden soundtrack olsaydı bu ne görürdük diye merak ediyordum. Albüm yayınlanmadan önce, özellikle mastering’den yeni geldiği zamanlarda, ben de albümle ayrı bir bağ kurabilmiştim yeniden. Onu benim bir parçam olarak algılamaktan vazgeçmiş, rahatlamıştım. Her dinlediğimde başka yolculuklar yaşıyordum içimde. Instagram’daki “hikâyeler” için çağrıyı yapmamda bunun da etkisi oldu. Derken birbiri ardına kişiler bu müzik çalarken kendi dünyalarının nasıl göründüğünü paylaşmaya başladılar. Kişilerin sabah yürüyüşlerine, arabayla şehrin sokaklarında gezmelerine, çocukluk hatıralarına, eski fotoğraflarına, tarif ettikleri kokular ve hislere kadar bir çok şeye konu oldu müzik. Samimi hayat kesitleri arşivi de diyebilirim. Hiçbirinde ben yoktum artık herkes kendiyle baş başaydı.
Albümün son parçası “Sonar”’ın bendeki izdüşümü “Böcek gibi güzeldi”. Diğerler izdüşümleri için bu adrese bakabilirsiniz. Fotoğraf: Deniz Koloğlu
Berke’ye tekneyi suya indirdikten sonra, bugün nasıl ve neler hissettiğini sordum. Peki ya bu albüm hayatının hangi ‘dilimi’ne tekabül ediyordu?
BCO: Bu albümü düğümlerimin çözüldüğü bir dönemime “denk” gelmiş bir albüm olarak hatırlamaktan ziyade düğümlerimi çözmek için büyük bir adım attığım bir albüm olarak hatırlayacağım. Karşımda gördüğüm her dağ beni buraya götürecek.
Son olarak, günün ucunu kaçırmamak, tuhaf çağımıza tanıklığımızı pekiştirmek için Berke’ye pandeminin onu ve müziğini nasıl etkilediğini, karantina günlerini nasıl şifalandırabildiğini sordum. Mesela zorunlu karantina günleri bu albümün kayıtlarına yansımış mıydı yoksa çok daha önce mi bitirmişti albümü? Ve tabii ki bugün tüm müzisyenler gibi dinleyicisiyle bire bir buluşamamak onu nasıl etkiliyordu?
BCO: Albümü pandemi günlerinden önce bitirmiştim. Pandemi kaynaklı karantinaların hemen başında da stüdyomdaki tüm ekipmanı eve taşımıştım. Dolayısıyla karantina evde yeni kayıtlara kapanarak geçti. Bir yandan albümümün çıkış tarihi ileri atılıyor, o ertelendikçe ben bir sonraki albümümün parçalarını kaydederek zamanın ötesindeymişim gibi bir his yaşıyordum ama bir yandan da "zamansız" bir halet-i ruhiye içerisindeydim. Karantinalar dönemi internet, dijital müzikal araçlar gereçler konusunda birbirine destek olan, bilgi ve ilham kaynaklarını birbirine sonsuz açan kişi/kurumlar ve eğitimcilerle doldu taştı. Karanlık günleri bu tarz kaynakların ışığında aslında gayet yaratıcı geçirdim diyebilirim. Amerika ve Avrupa'daki birçok müzisyenle uzun zamandır gerçekleştirmeye vakit bulamadığım kayıtları yaptım. Dinleyiciyle bire bir buluşamamak gibi bir sürece girildi ama ben öncesinde bol bol bire bir dinleyiciyle buluşma yaşamıştım, biraz da yalnız kalmak sırasıymış dedim. İnternet'te halen izlemediğim, dinlemediğim o kadar çok iyi içerik var ki, "cep telefonu kamerası ve sesi" ile yapılmış konserlerin yerine onlara yönelirim dedim. Başta biraz ben de panikledim ve bir canlı yayında telefonumun kulak kesen mikrofonu sayesinde dinleyiciye çok kaliteli bir deneyim yaşatamayınca bu tarz buluşmaları bir sonraki bahara erteledim. Yeniden toplaşmalar olabileceği gelecek zamanlar için ise değişik planlarım var; müzeler, sanat mekânları, galeri gibi yerlerde daha çok performans yapıyor olacağım. Bildiğimiz konser mekânlarındansa değişik mekânları dönüştürüyor, mekânları tınlatıyor, titretiyor olacağım.
Fotoğraf: Jean Dupont
Evet, Mountains are Mountains görsel çağrışımları, sinematografik yanı kuvvetli bir albüm. Hem tek bir cümle kuran hem de parçalara bölünebilen bir yapısı var. Parçaların, döngüsel akışlarından telli, zaman zaman anı donduran ve o anda içinizde cereyan edenlere bakmaya davet eden, hatta kibarca ısrar eden bir hali var. Bence her bir parçanın bir duygusu var. Kulaklarınıza ve hayal dünyanıza afiyet!
•
Mountains are Mountains künye:
7 Ağustos 2020, Bohemian Drips
Mix: Mahmut Albulak, Blue Kite – İstanbul
Albüm kapak fotoğrafı: Elif Kayaman
Albüm arka kapak fotoğrafı: Jean Dupont
Albüm kapak tasarım: Alexander Meurer