Evvel zaman içinde bir tartışma düşünün ki yuvarlak masa etrafında Fakir Baykurt, Kemal Tahir, Mahmut Makal, Orhan Kemal ve Talip Apaydın otursun. Edebiyatı, romancılığı konuşsun...
23 Mart 2015 18:00
1960 yılında Düşün Yayınevi tarafından yayımlanan "Beş Romancı Tartışıyor" kitabının maalesef günümüzde baskısı yok. Kitaptaki tartışma aslında 1950’li yıllarda yayımlanan Pazar Postası dergisinde yayımlanmış.
Dergi adına oturuma katılan Turhan Tükel kitabın önsözünde şöyle diyor: “’Beş romancı köy romanı üzerinde tartışıyor’ kitabı bazı aydınlarımıza yabancı gelmiyecektir. Gerçekten bu tartışma bir süre önce Pazar Postası dergisinde yayımlanmağa başlamış ve bu dergi okuyucuları tarafından ilgi ile izlenmişti. Fakat, gerçek fikir ve sanat dergilerine yaşama imkanları vermeyen bir karanlık devrin şartları karşısında yayımına son vermek zorunda kalan dergi; başladığı bir çok yazı gibi, bir tartışmayı da tamamlayamamıştı. Bu belge, uzun süre karanlıkta kaldıktan sonra, bütünüyle ve kitap halinde gün ışığına kavuşuyor.”
Biz de kitaptan seçtiğimiz bir bölümü K24 okurları için yayınlıyoruz.
Kemal Tahir: Romancının vazifesi, insana insanı vermektir. Yani, romancının vazifesi, drama dümüş insanı vermektir, drama düşmüş insanı... Frangiye tutulmasının ehemmiyeti yok. Dram, insan dramı demek...
Fakir Baykurt: Normal insanın da dramı var canım...
Kemal Tahir Senin agam, çocuğunun sevmen dram değildir. . Senin çocuğunu sevmemen dramdır, Sen çocuğunu sevmez olduğun zaman romancı konusu oluyorsun...
Orhan Kemal: Meselem değil bu benim, romancı olarak yahu!...
Kemal Tahir: Benim meselem bu!...
Orhan Kemal: Babaların çocukları sevmeleri, yahut sevmemeleri mesele değil. Şimdi mesele şu bey!...
Kemal Tahir: Yoksa askere gitmiş... Kahramanca döğüşmüş... Nişan almış, gelmiş... Roman yok bunda...
Orhan Kemal: O ayrı iş o... Niçin döğüşmüş!... O mühim o!...
Kemal Tahir: Niçin yok? O sosyoloji meselesi yahu!...
Orhan Kemal: Yok canım!... Ne münasebet?...
Kemal Tahir: Umumî meseleler onlar... Sosyolojik meseleler... Romanla ne alâkası var?...
Orhan Kemal: Bak, şimdi, tam kontrastız Kemal’le... Olumlu tip vardır. Ve olumlu tip de doğrudan doğruya romancının kendisidir. Yani, dünya görüşüdür romancının, dünyagörüşü içerisinde kendi memleketinin geleceğidir. Olumlu romancının kendisi, yurdu ve dünyası hakkındaki – Fakir, müsaade eder misin bir dakika – görüşüdür. Memleketinin ve umumiyetle insanlık üzerindeki düşüncesidir. Evet, Dostoyevski, sar’alılardan, delilerden bahsetmiştir. Balzac, zavallı babalardan bahsetmiştir. İnsanoğlunun şey tarafı olarak fedakârlığı, olarak, insan soyunun fedakârlığı olarak görüyorum ben Goriot Baba’yı. Yani büyük fedakârlık... Bu, benim soyum... İnsan soyu... Yüz sene evvel gelmiş, bin sene sonra gelebilir. Ben, insana inanıyorum. Romancı olarak, olumlu tip benim burada. Ben, orada müsbet bir tip, buna inanan bir tip yaratırsam bu, benden ayrı birisi değildir. Bunu istiyorum, bunun olmasını istiyorum, demektir.
Şimdi eğer, ben buna inanıyorsam, müsbet tip benim, romancı olarak. Oraya bir tip koymuşumdur, o “ben” imdir. Bir bilmem ne koymuşumdur, o gene de “ben”imdir. “Yirminci yüzyıl meselesiyle, ondokuzuncu yüzyıl meselesi ayrı değildir” dedik. İnsanın dramını meydana getirmek romancının vazifesi olmakla beraber, sadece bundan ibaret değildir. “Ondokuzuncu yüzyılda roman, Fransa’da şunu yapmıştır, Almanya’da, İngiltere’de bunu yapmıştır; binaenaleyh, Türkiye’de de bunu yapsın ki, o istihaleden geçtikten sonra, yirminci yüzyıl romanın yazmağa hakkı vardır” sözü, elektriği önce bizim istihsal edip sonra kullanmamız gerektiği sözüyle müsavidir. Biz, bugün, elektriği bal gibi kullanıyoruz, ses alma sihazını da kullanıyoruz, Niye, nasıl kullanıyoruz, ne hakkımız var bizim? Biz önce bunu kullanacağız...
Kemal Tahir: Romanda kestirme yol... Hani, romanda kestirme yol? Bana göster Dostoyevski ile Balzac ayarı romancı... da, kestirme yolda gidelim!...
Orhan Kemal: Benim memleketimde de karınca kararınca var. Bunu vermişler...
Fakir Baykurt: Karşılarını gösterebilir misin bugün? O devri içinde Dostoyevski vardı...
Orhan Kemal: Artık, bugün, halledeceğimiz meseleler tamamiyle ayrı...
Fakir Baykurt: Bunun aksini söyliyen var mı?...
Mahmut Makal: Başladığımız yere biraz yanaşır gibi olduk. O da şu: Bir ilâ altı yaş arasında alınanlar, ondan sonra yaşananlar, şunlar bunlar... İnsanın yaşadığını yazması daha etkili olur, yaşamazsa yazdığını, etkisi az olur meselesi... Bir de anlayış... Şimdi Kemal Tahir Bey’e ne kadar uğraşsanız... Köyü görmemiş, kendisi gene başlangıçta açıkladılar... Köyü görmemiş...
Kemal Tahir: Köyde görülecek ne var, yahu?...
Mahmut Makal: Yaşamamış.
Kemal Tahir: Altı toprak, üstü toprak!... Dört köşe evler!...
Fakir Baykurt: Sen öyle zannedersin!...
Kemal Tahir: Köy insanlarını ben sizden iyi tanıyorum!... (Gürültüler)
Fakir Baykurt: Öyle şey mi olur, yani?... (Gürültüler)
Mahmut Makal: Çok açık konuşmak zorundayız. Köylüyü mahpushanede tanıyan ve mahpushane izlenimlerini roman şeklinde, memleket aydınına, millete sunan bir romancının, Orhan Kemal, Fakir Baykurt anlayışında bir romancı olmaması gayet olağan. Yani bu çıkıyor. Şimdi, bu nokta tamamen belirmiş oldu.
Orhan Kemal: Tabiî...
Mahmut Makal: Sonuçları da çıkaralım buradan.
Orhan Kemal: Onun için kontrastlar içindeyiz yani... Bu da normal...
Fakir Baykurt: “Köyde görülecek ne var” sözü üzerinde dikkatle durmak lâzım tabiî. Köyde görülecek bir şey olmasa, o zaman köy romanı...
Kemal Tahir: Dış görünüşte hiç bir şey yok. Dış görünüşe on dakikanın içinde görüyorsun.
Orhan Kemal: Kemal, ne var biliyor musun, Kemal bak... Bir Irazca Ana var... Bu Irazca Ana, ben de biliyorum, yaşamamış... Kırk bin köye Irazca Ana’lar lâzım.
Kemal Tahir: E, ama Irazca Ana müsbet tip değil ki...
Orhan Kemal: Müsbet tip.
Kemal Tahir: Nerede müsbet tip Irazva Ana?...
Orhan Kemal: Yaşadığımız çağda, yaşadığımız devirde...
Kemal Tahir: Irazca Ana komşusunun karısına, oğlunu, hiç hatırında yokken, iteliyor.
Orhan Kemal: Hayır!... Duuuur!...
Kemal Tahir: Nasıl oluyor?...
Fakir Baykurt: Neden iteliyor, neden?...
Kemal Tahir: Yani, bir nevi pezevenklik ediyor kadın...
Orhan Kemal: Bu kadar küçük meselelere düşmeyelim yani...
Kemal Tahir: Öç almak için iteliyor... O zaman müsbet tip mi oluyor kadın?...
Orhan Kemal: Hayır, o mânada değil işte Kemal!...
Kemal Tahir: Haa... Sonra, romanın müsbetliği nerede?... Demek bir kaymakam geliyor, herşeyi hallediyor öyle mi?... Nerede romanın müsbetliği...
Orhan Kemal: Nerede hallediyor?... Nerede hallediyor?...
Kemal Tahir: Yağma vardı!... Kaymakam ata biniyor, geliyor, şöyle bakıyor...
Orhan Kemal: Halletmiyor, halletmiyor...
Kemal Tahir: “Şunu yapmayın, bunu yapmayın” diyor da iş bitiyor, öyle mi?... Yağma vardı!...
Orhan Kemal: Sen kaymakamı yanlış anlamışsın... (Gürültüler)
Fakir Baykurt: Irazca var, Irazca...
Kemal Tahir: Neyi saklamak istiyorsun?... Ne Irazca Anası?... Abdest ederek mi hallediyor?... Olmaz öyle şey!... (Gürültüler)
Orhan Kemal: Müsbet tip Irazca Ana değil orada Kemal...
Kemal Tahir: Dosdoğru oturup çalışmak lâzım...
Orhan Kemal: Şimdi bir dakika beyim...
Kemal Tahir: Çok fazla çalışmak lâzım. Eski bilgilere katiyen güvenmemek lâzım...
Orhan Kemal: Şimdi, kardeşim bir dakika...
Kemal Tahir: Romancı oldun mu, artık romancı gibi konuşacak, düşüneceksiniz...
Orhan Kemal: Şimdi bak Kemalciğim bir dakika...
Kemal Tahir: Romancı olarak, yani romancı olarak...
Orhan Kemal: Amaaan... Şimdi bak Kemalciğim bir dakka...
Talip Apaydın: Hiç biriniz anlaşılamıyacaksınız.
Kemal Tahir: Yani romancı oldu mu ancak.
Orhan Kemal: Kemalciğim bir dakka... Kemalciğim bak, ben anlatacağım: Irazca, ben de biliyorum müsbet tip değil...
Kemal Tahir: Nerede?... Daha şimdi...
Orhan Kemal: Bir dakka... Ama ben müsbet tipi, muvaffak müsbet tipi ben şey olarak göstermiyorum... Romancının kendisi dedim.
Kemal Tahir: Kendisinin olduğunu sen de kabul ediyorsun.
Orhan Kemal: Hah... Bir dakika, bir dakika yahu!...
Kemal Tahir: Olmuyor canım!... Olur mu öyle şey?...
Orhan Kemal: İzah edeceğim, anam babam!...
Talip Apaydın: O halde, Kemal Tahir’in romanlarında müsbet tip var mı, yok mu?
Kemal Tahir: Ben varım. Ben varsam müsbet tipim.
Talip Apaydın: Bize doğruyu ihsas ettirebiliyorum gene...
Orhan Kemal: Ama, ama... Yook, ihsas ettirmiyorum. İste mesele orada... Ben onun için dedim “Kemalle ayrı konuşurum bunu” diye...
Talip Apaydın: Tutumlarda fark olacak.
Orhan Kemal: Bir eşkiya iskender meselesini al. Eşkiya İskender romanda ne veriyor bana?... Cumhuriyet jandarması işi halleti. Netice bu. Yine “Rahmet yolları kesti”. Kimin rahmeti yolları kesti? Cumhuriyetin rahmeti yolları kesti. (Gürültüler) (Cemil Sait Barlasa) Beyefendi, eski bir vekilsiniz, soruyorum size, eşkiya meselesini Cumhuriyet hükûmeti halleti mi tamamiyle? Halletti mi yani...
Cemil Sait Barlas: Valla, Avrupa ölçüsüne göre...
Orhan Kemal: Hayır, canım reel, memleketimiz ölçüsüne göre...
Cemil Sait Barlas: Müsaade buyurursanız eğer, yeryüzünde cinayet eksilmediyse, Türkiyede de cinayet eksilmedi. Eskisinden farklı olarak, Türkiyenin her köşesine adam tek başına gider hale geldi. Bolu’ya giderek Bolu dağında yolunun kesen kalmadı. Şarka giderken cebinden paranı almak için karşına hırsız...
Orhan Kemal: On sene sonra ayni netice, o zaman ne oldu, dağdaki eşkiya şehire gitti.
Cemil Sait Barlas: Şimdi, kardeşim devletin rahmeti, insan insan olduğu müddetçe rejimin adı ne olursa olsun, insan insanı keser, insan insanı kazığa oturtur. İnsan insanı karısına göz kor, insan ötekinin malına göz kor. (Gürültüler) Hayır, hıyaslıyarak söylüyorum, şey, Cumhuriyet rejimi kurulup, bilhassa “men’i şekavet” kanunu çıktıktan sonra – bilmiyorum yaşınız kaçtır – gözle görülür tarzda, gözle görülür elle tutulur tarzda Türkiyede şekavet kalmadı. O, şimdi, dediğimiz eşkiyalık doğrudan doğruya bir nevi silahla, ceza kanunundaki gibi yol keserek adam öldürmektir. O eşkiyalık değildir. Ne Köroğlu tarzında eşkiyalık vardır ne çakırcalı tarzında, ne şarktaki İrandan gelip, köyü vurup, Irak’a kaçan tarzda...
Orhan Kemal: Valla Halk Partisi devrinde de üstat, bütün Halk Partisinin iktidar devresi süresince ve Demokrat Partiyi de alın içine – hele şimdi büsbütün başka – eşkiyalık hiç bir zaman son bulmadı.
Fakir Baykurt: Şekil değiştirdi.
Orhan Kemal: Bir romancı, küllî manada geniş manada, geniş plânda düşünen bir romancı, eşkiyalığın son bulduğun, söyle 12 sene yatmış hırsızlıktan değil, bakın madde zikriyle söylemiyorum, eşkiyalıktan değil bilmem neden değil, yatmış bir romancı romanında, romanın son noktasını koyduğu zaman – ki bu tabir de kendisinindir – “kıyısıya” tenkid edilecektir. Bundan, şey yaparaktan, arkadaşıma burda kontrast oluyorum. Bu eşkiya problemini binnazariye halledemiyeceğini bilir. Bilir canım elbette, bilmez diye katiyen böyle bir şey yapamam. Romanına konu olarak bunu alması ve bunu vermesi beni doyurmadı tatmin etmedi.
Cemil Sait Barlas: Olabilir, benim sakat tarafım var, düşüncemizi gavurcaya çevirebilirsek o düşüncenin kıymeti var, şimdi eskiden “men’i şekavet” kanunu çıkıp eşkiyanın karşılığı olan Almancasını söyliyeyim – fransızcasını bilmiyorum – reuber derdik. Reuber diye dağa çıkacak adamlar mevcuttu. “Men’i şekavet” kanunundan sonra hapishanelerde yatanların, Almanların tabiriyle reuber olarak vasıflandırabiliriz. Anlaşıldı mı ha... Binaenaleyh, beni mazur görün, gâvurca kelimeyi seçişimden dolayı, çünkü, avukat gibi sizi ikna edemiyeceğim. Binaenaleyh, eşkiyalık anladığımız manada kalmadı. Eskiden vardı, yani tam manasıyla reuber dediğimiz bu şaki vardı, dağ çıkar hattâ kadınlar bir yana erkekler bir yana paranın yarısı...
Orhan Kemal: Şaki şakidir üstadım, bazan yol keser eşkiya gibi görünür, bazan karaborsacı gibi görünür...
Cemil Sait Barlas: Şimdi bakın. Eğer problemi mücerret olarak alıp dâvayı çözmeğe kalkarsanız, benim dediğimi tarzdadır. Yok eğer, romancılık konusundan çıkıp işin edebiyat ve şiirini yaparsanız siz haklısınız. O vakit olur. Olur ama, roman konusu ve gerçek onusu olmaz. O, doğrudan doğruya şiir olur, yahut nesir olur.
Orhan Kemal: Üstad! O da değil... O da değil üstad!... O da değil üstadım!...
Cemil Sait Barlas: Öyleyse, ben de siyasî nutuk çaktığım zaman... Karaborsacı denilen eşkiyadan, siyasî bilmem neden... Bunlar birşey ifade etmez, bunlar gerçek ifade etmez. Gerçek düzen... Yani gerçek romancı gibi konuşuyorum.
Orhan Kemal: Şu halde, bakın Turhan bey bir mesele daha var: Gerçek ne?
Turhan Tükel: “Gerçek”, yazılanın başkaları tarafından verilen hükmü müdür, yoksa yaşanılan mıdır?
Orhan Kemal: Hayır, ben onu aramıyorum. O veya bu... Ne olursa olsun!...
Turhan Tükel: Veyahutta romancılar gerçeği nasıl anlıyorlar?
Orhan Kemal: Romancıların edebiyat olarak yazması benim için mühim değil. Yok yazar o, yazabilir. Onun kat’iyyen durmuyorum üzerinde. Ama, Kemal Tahir güçlü sanatçı ise not olarak yazar ve olay içerisinde yaşayan sanatçıları, yani – pardon – kişileri öylesine güçlü bir biçimde verir ki bit: “Haa!... Pes!...” deriz yani. Şimdi, ben, Kemal Tahir’i o noktadan değil de, daha ziyade işin felsefesi noktasından Kemal Tahir’le bir şeyim var Ve zaten...
Kemal Tahir: Bunu geriye atmaya çabalamalı romancı – dünya görüşlerini ve felsefesini – roman yazarken... Çoğu zaman ikinci plâna bırakmaya çabalamalı. Romancının, romanı tasrih ederken birinci vazifesi budur. Romanı yanlı yola götürecek şey, romancının iç istekleridir. Şimdi, iç isteklerinin öyle olması romanı ekseriya roman olmaktan çıkarır.
Orhan Kemal: Kemalciğim!...
Kemal Tahir: Binaenaleyh, romancı romanın yaparken “romancı” olarak çalışacak. Onun için diyorsun ki, siz yeni romancılar yeni baştan romancı oldunuz. Daha siz, romanın alfabesindesiniz.
Orhan Kemal: Kemalciğim!... Şimdi kızma...
Kemal Tahir: Bundan sonra romancı olarak yaşamaya başlayacaksınız.
Orhan Kemal: Güzel yahu!... Tabiî!... Elbette!...
Kemal Tahir (Fakir Baykurt’a): Sen şimdi, “Cumhuriyet” in müsabakasını kazanamasaydın, Fakir Baykurt diye bir adam, daha beş sene olmayacaktı. Binaenaleyh, bu senin kıymetini alçaltmaz. Sen, Fakir Baykurt olduktan sonra, kötü romanlar yazmağa devam edersen, Fakir Baykurt olmazsın. Binaenaleyh...
Sabahattin Selek: Saat 9.30 oldu. Benim karnım acıktı. Sizin de acıktığını tahmin ediyorum. Sofraya buyurun. Orada hallederiz.
Orhan Kemal: Bizim karnımızın doyması için anlaşmamız daha elzem. (Yemek faslı, Ara)