Malumunuz, edebî çeviri çevirmenlik mesleği en fazla emek/ en az gelir dalında liderliği kimselere kaptırmıyor. Gustave Flaubert'in Duygusal Eğitim romanının Cemal Süreya ve Aysel Bora çevirilerini karşılaştırıyoruz
25 Mart 2015 17:00
Türkiye okurunu modern batı felsefesiyle tanıştıran ilk eserlerden biri Descartes'ın Yöntem Üzerine Konuşma'sıdır. Yazılmasından 258 yıl sonra Türkçeye Hüsn-i İdare-i Akl ve Taharrî-i Hakikate Dair Usûl Hakkında Nutuk başlığıyla ve açıklamalı olarak çevrilen eser mütercimi İbrahim Edhem'e (Dirvana) soğuk terler döktürmüş, ancak içerdiği "sakıncalı" olabileceği düşünülen sözcükler çıkarıldıktan sonra basılabilmiştir.
İlk aşamada, Maaarif Nezareti'nin Encümen-i Teftiş-i Muayenesi kitabın ilk satırında sözü edilen akıl'dan başlayarak, metnin içinde sıkça geçen kuva-yı tabiyye ve felsefe kelimeleri nedeniyle eserin basımına izin verilemeyeceğine ilişkin görüş belirtir. Neyse ki çevirmenin Heyet'te görevli tanıdıkları aracı olur da, izin güç bela çıkar. Ancak bir sözcük kurban edilmiştir: Felsefe. Metnin içinde geçen bütün felsefeler hikmet olarak değiştirilir. Kitap sonunda basılıp, takdir göreceği umuduyla Başmabeyinci'ye takdim edildiğinde mütercim azarı işitir. Başmabeyinci, "yahu siz ne yapmışsınız" der, "Akıl'dan söz etmişsiniz" Artık sabrının sınırlarına gelmiş olan bezgin mütercim, kendisine "Peki cinneten mi bahsetseydim" cevabını verir. Bu feveranın nedeni, akıl sağlığının yerinde olmaması gerekçe gösterilerek tahttan 1876'da indirilmiş olan Sultan Murat'ın (V.) kitabın yayımlanacağı sırada (1895) hayatta olması, akıl ve cinnet kelimelerinin onu hatırlatabileceği endişesidir. Ama olay büyümeden kapanır.
Eserin kilit cümlesini "Düşünüyorum, öyleyse varım" olarak net, dolambaçsız ve arı bir Türkçeyle çevirmiş olan Dirvana, ayrıntılı özgeçmişinde Descartes çevirisi için şunları söylemiş: "Avrupa'da pek çok müelliflerin felsefeye dair koca koca ciltlerle kitaplar yazmaları orada pek tabii görüldüğü halde benim yüz küçük sayfalık tercememi gören münevver ricalimizin hepsi emeğime acıdılar ve ilk defa böyle birşey okuduklarını itiraf ettiler, eyvah!". [1]
Dirvana eyvah demekte haksız sayılmaz; aradan bir asır geçtikten sonra çevirinin dili, ünlü cümle bir yana, çoğumuz için artık anlaşılmayacak derecede eskimiş durumda ne yazık ki.
***
Dil hâlâ, bazen iki kuşağın bile birbirinin sözcüklerini anlamakta zorlandığı süratle değişirken, çeviri, özellikle de Türkiye'de, çevirmenle metnin başbaşa saatler, günler, bazen yıllar geçirmesinden ibaret, sabır, çile ve adanmışlık içeren bir uğraş olmanın çok ötesinde.
Çevirmenlik mesleğinde en fazla emek/ en az gelir dalında liderliği başkalarına kaptırmayan edebî çeviri (en zahmetli olan felsefe çevirilerini sınıflandırma dışı bırakırsak) pek çok yayınevinin basmayı en fazla tercih ettiği tür. Ciddi ve nitelikli edebî çevirinin tarihiyse memlekette gerçekten yeni, 1940'lara kadar geri gidiyor en fazla. Çalıp- çırpma, kesme/ yapıştırma yoluyla, uydurma çevirmen isimleriyle ve bu şekilde sübvanse edilmiş fiyatlarla son yıllarda bolca piyasaya sürülen yarı- korsan pek çok çeviride bulunan hatalar da, editör veya çevirmenin acıklı derecede eğlenceli dipnotları da yayın dünyasının acı gerçeklerinden.
Dil hâlâ, bazen iki kuşağın bile birbirinin sözcüklerini anlamakta zorlandığı süratle değişirken, çeviri, özellikle de Türkiye'de, çevirmenle metnin başbaşa saatler, günler, bazen yıllar geçirmesinden ibaret, sabır, çile ve adanmışlık içeren bir uğraş olmanın çok ötesinde. Ortaya nitelikli, yazarın ve eserin ruhuna uygun, Türkçesi güzel ve güncel bir çevirinin çıkması, ancak uyumlu bir ekip çalışmasıyla mümkün. Çevirmen ve editör/ redaktörün (tercîhen çevirinin yapıldığı dili de iyi bilen) uyumlu çalışmasının önkoşuluysa sözcük tercihlerinin uyumlu, dil duygularının benzer olması. Bu konuda ilginç bir örnek, edebiyat dünyasının iki saygın isminin yaşadığı anlaşmazlık: Roza Hakmen'in bence çok başarılı Don Quijote çevirisi, o dönemde Yapı Kredi'nin redaktörü olan Mina Urgan tarafından sözcük seçimleri nedeniyle pek beğenilmemiş. Roza Hakmen şöyle anlatıyor:
S.S- Redaktör, Mina Urgan. Redaksiyonu hangi dilden yapmıştı? Redaktör, editör, çevirmen tercihlerinde farklılaştığınız zamanlar oldu mu? Malum konu.
R.H.- Redaksiyon sadece Türkçe’den yapıldı! Mina Urgan benim eski kelimelerim karşısında dehşete düşerek hepsini değiştirdi, ben kıyameti kopardım, yayınevi çaresiz kalıp ne istiyorsan yap deyince ben de birkaç değişiklik dışında eski haline getirdim. Mina Urgan bir de zehir zemberek redaksiyon raporu yazmıştı, onu keşke atmasaydım, ÇEVBİR sitesinde yayımlardık![2]
Klasikleşmiş eserlerin çevirisi sözkonusu olduğunda, tanıtım yazıları, açıklayıcı dipnotlar vd. ek bilgilerle desteklenmiş bir çeviri, okur açısından kolaylık sağlayan ancak kitabın hazırlanma sürecinde yayınevinin yükünü arttıran ayrıntılar.
***
Güvenilir ve kapsamlı yalnızca bir tek Fransızca- Türkçe sözlük oluşu, son yıllarda yazılmış, yeni kavram ve sözcüklere yer veren kitapların çevirisi bakımından ayrı bir güçlük doğuruyor.
Modern Türkiye romanının oluşumunda en büyük etkiye sahip olan Fransız edebiyatının örnekleri yalnızca yazarlarımıza epey ilham vermekle kalmamış, aynı zamanda, kısmen o döneme dek memleketin hayatında bulunmayan kavramları adlandırma ihtiyacı çerçevesinde, "dublaj Türkçesinin" ilk temeli de, gerek çeviri yoluyla, gerekse telif eserlerle, 19. yüzyılda atılmış. Zaman zaman metne müdahale eden ve okuru bilgilendiren babacan çevirmenin de (Ahmet Mithat Efendi), tuhaf, kimselerinkine benzemeyen bir dil konuşan roman kahramanlarının da (Aşk-ı Memnu) bu sürecin sonucu olduğu anlaşılıyor. Bu konu hakkında ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler Gül Mete Yuva'nın çok ilginç karşılaştırmalı örnekler içeren değerli araştırmasına göz atabilirler.[3]
Fransızcanın Türkçe üzerindeki etkisini ele alan bir diğer değerli çalışma da Sermet Sami Uysal[4] tarafından gerçekleştirilmiş. Uysal, 1885'te dilimizde 165 Fransızca sözcük varken, 1955'te bu sayının 2500'e çıktığını (çeşitli bilim ve sanat dallarına ait sözcüklerin bu sayıya dâhil olmadığını), Mustafa Nihat Özön'ün 1962'de yayımlanan “Türkçe'de Yabancı Kelimeler Sözlüğü”nde tam 4.900 Fransızca sözcük bulunduğunu belirtiyor.
Bu durumun Fransızcadan yapılan çevirilerde çevirmen açısından ek bir güçlük ortaya çıkardığı bir gerçek. Mütehakkim (ancak başarılı) çevirmen tipinin tipik örneklerinden olan Ataç, dilimize Fransızcadan geçmiş ve benimsenmiş olan nice sözcüğe mutlaka Türkçe karşılık bulmak için epey çaba harcamıştır örneğin. Son günlerde yeniden basılan Hoşgeldin Hüzün çevirisi bunu kanıtlayan örneklerle dolu (ruj yerine dudak allığı demek gibi). Kendisi de yazar olan çevirmenlerin yabancı sözcüklerden olabildiğince uzak durma eğilimi de saygı duyulması gereken bir tavır.
Güvenilir ve kapsamlı yalnızca bir tek Fransızca- Türkçe sözlük oluşu (Tahsin Saraç), son yıllarda yazılmış, yeni kavram ve sözcüklere yer veren kitapların çevirisi bakımından ayrı bir güçlük doğuruyor. Öte yandan, sözlük çeşitliliği ve araştırma bakımından internetin sunduğu imkânlar, yakın geçmişte sahip olduklarımızın çok ötesinde.
***
Aynı romanın "çeviri kokmayan" iki güzel çevirisi var elimde. Bunları kısaca karşılaştırmadan önce, bir kitabı kimin çevirdiğini belirten en uygun ifadenin, örneğin, "Fransızcadan çeviren" değil, "A'nın Türkçesinden" demek olduğu kanısında olduğumu belirteyim. Çünkü, çeviriyi yaptığı dile hâkim olduğunu varsaydığımız çevirmenin, bunu Türkçe nasıl "söylediği" edebî lezzet bakımından belirleyici. Eserin, yazıldığı dilden çevrilmiş olmasının da önemi büyük, bu da çeviri eserlerde mutlaka belirtilmeli.
Flaubert'in, Madame Bovary kadar popüler olmasa da, bir devrin panoramasını her bakımdan ayrıntılarıyla vermesiyle bugün ayrı bir değeri olan romanı Duygusal Eğitim, İletişim Yayınları tarafından yeniden basılmıştı (2007, 5. Baskı 2013, Duygusal Eğitim-Bir Delikanlının Hikâyesi altbaşlığıyla). Artık Can Yayınları’ndan çıkmış aynı başlığı taşıyan bir basım daha (2015) var. İletişim Cemal Süreya'nın (Fransızcadan), Can ise Aysel Bora'nın Türkçesinden (Fransızca aslından olduğu belirtilmiş) sunmuş eseri. Cemal Süreya'nın çevirisi, ilk kez 1972 yılında Cem Yayınları’ndan Bir Delikanlının Romanı başlığıyla, 1982'de ise Adam Yayınları’ndan Gönül ki Yetişmekte/ Bir Delikanlı'nın Romanı olarak çıkmış.
Her iki çeviride de daha çok düzeltme aşamasında gözden kaçmış olduğunu düşündüğüm ufak- tefek hatalar dikkatimi çekti. Cemal Süreya çevirisinde, çevirmenin kendi sesinin, söyleyişinin biraz daha baskın olduğu söylenebilir. Ancak bu bir kusur değil. Aysel Bora çevirisiyse metne daha sadık ancak bu sadakatten kaynaklanabilecek şekilde kuru bir metin de değil. Özgün metnin özünü oluşturan acıtıcı ironiyi yansıtmada iki çeviri de başarılı. Aysel Bora sözcük seçimlerinde daha özgür davranmış, kimi ifadeleri daha eski Türkçe deyimlerle/ sözcüklerle ifade etmekten kaçınmamış, güzel de olmuş. Öte yandan, böyle güzel bir eseri bir de Cemal Süreya'nın Türkçesinden okumanın da ayrı bir zevki var. Her iki çevirmenin de geçmişte yaptıkları çok sayıda nitelikli çevirileri bulunuyor. Cemal Süreya'nın çevirisine, belki anısına saygı nedeniyle, pek dokunulmamış sanıyorum. Aslında hayatta olmayan çevirmenin çevirdiği metin üzerinde ne ölçüde düzeltme yapılabilir, yapılmalı mıdır sorusu da ayrı bir tartışmanın konusu.
İki yayınevinin yayına ilişkin tutumları karşılaştırıldığında ortaya çıkan sonuçsa şu: İletişim'in arka kapakta verdiği bilgiler ve alıntılar roman hakkında iyi fikir veren güzel bir tanıtım olmuş. Ayrıca kitabın içinde 1 sayfalık faydalı bir tanıtım yazısı da var. Can baskısındaysa kitabın başındaki 1 paragraflık tanıtım notuyla, dış kapakta benzer bilgiler veren kısa notta birbirini tutmayan bilgiler var. Örneğin romanın yayımlandığı tarih. Romanın ilk taslağıyla son hali arasında 20 yıldan fazla zaman var. Çevirinin esas alındığı son hali 1869'da yayımlanmış. Can'ın açıklama notunda bu bilgiler birbirine karışmış.
Özellikle Duygusal Eğitim gibi tarihsel olaylara değinilen bir romanda, bugünün okuru için hiç şüphesiz faydalı olacak dipnotlar iki kitapta da var. Can basımında birkaç Ç.N olarak belirtilen dipnotun yanısıra, bazı Y.N. şeklinde kısaltılmış notlar var kitap boyunca. Bunların içeriğinden (belki az sayıdaki not Flaubert'e de ait olabilir), Fransızca baskısındaki yayıncının notu mu, Türkiyeli editörün ya da çevirmenin notu mu olduğu anlaşılmıyor. İletişim'de de, kimin tarafından eklendiği belirtilmeyen bazı dipnotlar var. Ancak Can'ın dipnotları sayıca daha fazla ve bilgilendirici.
Eksikliği ihtiyaç olduğunda ortaya çıkan bir başka küçük ayrıntı: İletişim, en azından üç ana bölümün sayfa numaralarını kitabın başındaki "İçindekiler" bölümünde belirtmiş, Can içindekiler bölümü vermeye gerek görmemiş. Eserin Fransızca baskısında ana bölümlerin yanısıra alt bölümlerin de sayfa numaraları var. İçindekiler sayfasının genelde yayınevlerimiz tarafından neden pek önemsenmediğini anlayamıyorum doğrusu.
Bir de her iki çevirinin kitabın hangi Fransızca baskısını esas aldığı meselesi var. İletişim basım tarihi ve yayınevi ismi belirtmemiş ancak, L'éducation Sentimentale/ L'Histoire d'un Jeune Homme başlığı taşıyan bir nüsha olduğu anlaşılıyor. Can ise LEducation Sentimentale yazmış, tarih ve yayınevi yine belirtilmemiş.
Can'ın web sayfasında kitaptan tadımlık birkaç sayfa konulmuş. Bu, okurlar olarak internet satışlarında Türkiye'de de süratle yaygınlaşmasını beklediğimiz bir yaklaşım. İletişim'in web sayfasında tadımlık örnek yok, ancak eser ve yazar hakkında kitapta bulunan bilgilere burada da yer verilmiş, bu da okur bakımından faydalı.
Kendisi temelde tam bir ayrıntı sanatı olan çeviri konusuna daldığımıza göre, iki baskının, çoğu zaman adsız kalan ama meraklısının değer verdiği kahramanlarına da değinelim. Bir çeviri elbette öncelikle çevirmenin emeğidir, editör/ redaktörün neleri düzelttiğini bilme imkânımız olmadığından, güzel ve başarılı cümlelerin hepsini çevirmenin hanesine yazmak durumundayız. Ancak metindeki hataların çoğu da, ne yazık ki, görevi öncelikle metni tekrar tekrar gözden geçirmek olan edebiyat emekçilerinin üzerine kalıyor.
Her iki baskıda metnin meydana gelmesinde emeği geçenler şu şekilde belirtilmişler (yayın yönetmeni, editör, yayın sekreteri, yayına hazırlayan gibi değişik görev adlandırma tercihleri dikkat çekiyor):
İletişim Yayınevi’nin Dünya Klasikleri dizisinin Yönetmeni Orhan Pamuk. Editör: Belce Öztuna, Yayın Sekreteri: Emre Ayvaz, Düzelti: Ceren Kınık. Fransızcadan çeviren Cemal Süreya. Ayrıca kitabın sonunda açıklayıcı bir Sonsöz de eklenmiş. Yazarı Philippe Desan. Aynı çevirinin 3 farklı yayınevinden değişik tarihlerde çıkmış olması nedeniyle, ilk metin üzerinde değişiklik yapılıp- yapılmadığını anlayabilmek için her üç metni de karşılaştırmalı olarak okumadan bir şey söylemek mümkün değil.
Can Yayınevi’nde ise Yayına hazırlayan Ayça Sezen; Düzelti: Tuğba Eriş ve Ebru Aydın. Fransızca aslından çeviren Aysel Bora.
***
Cemal Süreya'nın da, muhtemelen Flaubert gibi, Frédéric'in yıllar içinde gelişip, alışıldık bir kahramandan beklenecek bir performans göstermeyerek, vazgeçişini, kabullenişini de duygusal eğitiminin bir parçası olarak kabul ettiği anlaşılıyor.
Liseyi yeni bitirmiş bir delikanlının olumlu/ olgunlaşma içeren bir gelişmeyle sonuçlanmayan (dolayısıyla Bildungsroman kalıplarının dışında kalan) büyüme sürecini, saplantılı bir aşk ve dönemin Fransa'sının hareketli siyasi fonunu da katarak anlatan romana yazarının neden bu ismi verdiğini araştırdığımda epey ilginç bulgulara ulaştım. Roman yayımlandığı dönemde hiç de olumlu eleştiriler almamış. Ahlâksızlığa teşvik, kahraman vasfı olmayan kişinin başkahraman yapılmış olması, olay örgüsünün kopukluğu, hatta başkahramana ne cüretle bir kahramanın soyadının (Moreau soyadı taşıyan vatansever bir şair varmış) verildiği türünden sert ve kimi enikonu tuhaf eleştirilere muhatap olmuş.
Romanın başlığını da beğenmeyen eleştirmenler, bunun başkahraman Frédéric Moreau'nun maceralarını yansıtan bir başlık olmadığını, ne açıklayıcı ne de mantıklı olduğunu, Frédéric'in kendi kendisine verdiği eğitimin duygusal olmaktan çok tensel olduğunu, zaten duygusallığın kimi insanlarda doğuştan bulunan bir özellik olup eğitiminin alınamayacağını, her türlü ahlâk normunu bir kenara atarak erkekçe güdüleri tatmin etmekten ibaret bir eğitime eğitim denilemeyeceğini yazmışlar. Hatta bir eleştirmen, romanın başlığında Fransızca hatası bulunduğunu, iki sözcüğün (Duygusal ve Eğitim) yanyana gelemeyeceklerini belirtmiş (oxymoron kavramı o zamanlar herhalde yaygın değilmiş, zira kastedilen tam da o). Roman ilerledikçe giderek günaha boğulan Frédéric'in, eğitim almış olsa böyle yapmamış olacağı da vurgulanmış. Genel havanın "Bu ne biçim kahraman" ve "Böyle roman mı olur" şeklinde olduğu görülüyor. Neyse ki Georges Sand, Flaubert'in yapmak istediğini kavramış az sayıda insandan biri olarak, onun büyük bir araştırmacı, bir yenilikçi, bilinen formları altüst eden bir yazar olduğunu belirterek Flaubert'i desteklemiş. Daha önce yayımlanmış ve hatta yargılanmış olan Madame Bovary bile gerek uslûp, gerekse ahlak bakımından bu kadar sert eleştiriler almamış. Sonuçta, zâniye Emma'nın romanın sonunda en azından layığını bulması ve intihar ederek hayatına son vermesinin eleştirmenlerin bu romana daha hoşgörülü olmalarını sağladığı anlaşılıyor.[5]
Romanın yayımlandığı 1869 yılındaki eleştirileri de dikkate alarak, Cemal Süreya çevirisinin Adam Yayınları’ndan çıkan baskısının güzel ancak şairane bir serbestlikle çevrilmiş başlığı Gönül ki Yetişmekte'nin de aslında eserin ruhuna belki daha iyi uyduğunu söyleyemez miyiz? Zira Flaubert de ideal bir kahraman yaratmadığının bilincinde olarak bu ismi tercih etmişti. Örneğin Françoise Sagan'ın romanı Bonjour Tristesse de pekâlâ Günaydın Keder, Merhaba Mutsuzluk olarak çevrilebilirmiş ama Ataç'ın Hoşgeldin Hüzün başlığının romanın ruhunu en iyi yansıtan, en güzel çeviri olduğu da bir gerçek.
Cemal Süreya, 1983'te Varlık dergisinde dökümü yayımlanan bir açık oturumda[6] Duygusal Eğitim'de Frédéric'in takıntılı biçimde âşık olduğu Madam Arnoux ile yıllar sonra karşılaştığında hissettikleriyle, kendisinin ilerlemiş yaşındaki duyguları arasında bir bağ kurarak, şöyle demiş: "Çevirdiğim Gönül ki Yetişmekte’de var. Sonunda kahramanın karşısına ak saçlı biri çıkıyor. Oradaki konuşmalarda adamın öyle bir vazgeçişi var ki… Yani duyguların bazıları ölüyor. Hangileri ama? Küçük hesaplar falan ölüyor. İnsan, daha filozofça bir kişiliğe bürünüyor". Alıntıdan, Süreya'nın da, muhtemelen Flaubert gibi, Frédéric'in yıllar içinde gelişip, alışıldık bir kahramandan beklenecek bir performans göstermeyerek, vazgeçişini, kabullenişini de duygusal eğitiminin bir parçası olarak kabul ettiği anlaşılıyor. Artık, anglo- sakson kültür bombardımanına maruz kalan gençler arasında, böylesi durumlara "epic fail" diyenler oluyor. Aşırı duygusal davrananları aşağılamak için "pathetic" demeleri gibi. Olur olmaz her çuvallamayı "tutunamayanlık" olarak niteleyen sözde edebiyat meraklılarını hiç saymıyorum. Aslında cesaret, onur, dirayet şampiyonu kahramanların devrinin geçtiğini, belki de sanatçılara has bir hissedişle öngören Flaubert'in, zamanında takdir edilememesinin ardında yatan da belki budur. Duygusal Eğitim’i, "muhteşem kaybeden" kahraman meraklısı herkese, dönemi için yenilikçi olan bu yönüyle de tavsiye edeceğim. Flaubert'in durumları ustaca ve olanca çıplaklığıyla tasvir etme gücünden kaynaklanan zehir gibi ironisi de bu hacmen büyük romanı büyük bir zevkle okumayı sağlıyor.
***
Her iki çeviriden seçtiğim birkaç cümleyi de karşılaştırma yapılabilmesi için Fransızcalarıyla birlikte aşağıda alıntılıyorum. Daha doğru veya güzel çevrildiğini düşündüğüm çeviriyi (X) ile belirttim. Altı çizili yazım hataları ve düşük cümleler benim dikkatsizliğimden kaynaklanmamaktır, olduğu gibi aldım.
İLETİŞİM/C.S. (s.30)
Koltuğuna yepyeni bir defter sıkıştırarak Hukuk Okulu'nun ilk derslerinde bulunmaya başladı.
CAN/A.B. (s.36)
Koltuğunun altında yepyeni buvard'yla (*) derslerin açılışına gitti.(X)
(*)İçinde mürekkep ve kurutma kağıtları olan yazı altlığı olarak kullanılabilen dosya-çanta(Ç.N)
FRANSIZCASI (s. 16)
En portant sous son bras un buvard tout neuf, il se rendit à l'ouverture des cours.
İLETİŞİM/C.S. (s.32)
Arabacılar çenelerini boyun atkılarının içine daldırırlar, tekerlekler daha hızlı dönmeye koyulur, makadam yollar cızırdar dururdu. (X)
CAN/ A.B. (s.39)
Arabacılar meydanı daha çabuk dönebilmek için dizginlere asılıyor, asfalt gıcırdıyordu.
FRANSIZCASI (s. 18)
Les cochers baissaient le menton dans leurs cravates, les roues se mettaient à tourner plus vite, le macadam grinçait.
İLETİŞİM/C.S. (s.158)
Bir anda Frédéric'in gözlerinin önünden Madam Dambreuse'ün salonuna dalıp dipçik darbeleriyle camı çerçeveyi aşağı indiren çıplak kotlu bir insan kalabalığı geçti.(X)
CAN/A.B. (s. 187)
Frédéric bir an için kolları çıplak bir alay insanın Madam Dambreuse'ün büyük salonunu istila ederek mızrak darbeleriyle aynaları kırdığını görür gibi oldu.
FRANSIZCA (s.99)
Frédéric entrevit, dans un éclair, un flot d'hommes aux bras nus envahissant le grand salon de Mme Dambreuse, cassant les glaces à coups de pique.
İLETİŞİM /C.S.(s.159)
İşçinin kapitalist olmasını istiyordu Sénécal, erin albay olması gibi. Loncalar hiç değilse çırak sayısını sınırlı tutarak emekçilerin aşırı derecede çoğalmasını önlüyordu; sonra, bir lonca bayrağı altında toplanmak, bayramlık kardeşlik duygusunu besleyen şeylerdi.
CAN/ A.B. (s.188)
İstediği tıpkı erbaşın albay olabilmesi gibi, işçinin de kapitalist olabilmesiydi. Ancien Régime'de krala bağlılık yemini ettikleri için Jurande (yeminciler) adı verilen Meclis üyeleri, en azından yönettikleri lonca benzeri topluluklarda çırak sayısını azaltarak fazla işçi yığılmasını sınırlıyorlardı, kardeşlik duygusu da şenlikler ve bayraklarla beslenmiş oluyordu. (altı çizili yer dipnot olmalıymış) (X)
FRANSIZCA (s.100)
Ce qu'il demandait, c'est que l'ouvrier pût devenir capitaliste, comme le soldat colonel. Les jurandes, au moins, en limitant le nombre des apprentis, empêchaient l'encombrement des travailleurs, et le sentiment de la fraternité se trouvait entretenu par les fêtes, les bannières.
İLETİŞİM/C.S. (s.162)
- Uzanamadığınız ciğere pis diyorsunuz diye karşılık verdi Hussonnet görkemli bir tavırla. Ve özellikle Rosanette'i balosunda ve Arnoux'nun o balodaki kıyafetinden söz ederken Pellerin:
-Arnoux'nun işleri iyi gitmiyormuş, dedi.
CAN/ A.B. (s.192)
Hussonnet havalı bir şekilde, "Siz trüf mantarına burun kıvırıyorsunuz!"diye karşılık verdi ve Rosanette'in hatırına, o hanımların savunmasını üstlendi. Sonra Rosanette'deki balodan ve Arnoux'nun kostümünden laf açınca Pellerin, "Arnoux'nun sallantıda olduğu iddia ediliyor," dedi. (X)
FRANSIZCA (s.102)
" Vous blaguez les truffes ! " répliqua majestueusement Hussonnet. Et il prit la défense de ces dames, en faveur de Rosanette. Puis, comme il parlait de son bal et du costume d'Arnoux : −− " On prétend qu'il branle dans le manche ? " dit Pellerin.
İLETİŞİM/C.S. (s.445)
Ama, akşam, çocuğun halsizliğinden ve sanki hayat bu küçük vücuttan çıkıp giderken geriye bitkilerin yeşereceği bir madde bırakmış gibi, küfü andıran o mavimtrak lekelerin fazlalaşmasından kendisi de korktu. Elleri soğumuştu; bir şey içemiyordu artık ve kapıcının bir iş bürosundan bulup getirttiği yeni sütnine:
-Durumu çok ağır görünüyor!. Çok ağır diye tekrarlıyordu.
CAN/ AB (s.535)
Ama akşam çocuğun o cansız hali ve küflenmeye benzer o beyazımsı lekelerin çoğalması karşısında dehşete kapıldı; sanki hayat, bu zavallı, minicik bedeni çoktan terk etmeye başlamış ve o bedende üzerinde bitkilerin bittiği bir maddeden başka birşey bırakmamıştı. Elleri soğuktu, artık hiçbir şey içemiyordu, kapıcının rastgele bulup getirdiği başka bir sütanne durmadan tekrarlıyordu. (X)
"Çok kötü görünüyor, çok kötü"!"
FRANSIZCA
Mais dans la soirée, il fut effrayé par l'aspect débile de l'enfant et le progrès de ces taches blanchâtres, pareilles à de la moisissure, comme si la vie, abandonnant déjà ce pauvre petit corps, n'eût laissé qu'une matière où la végétation poussait. Ses mains étaient froides ; il ne pouvait plus boire, maintenant ; et la nourrice, une autre que le portier avait été prendre au hasard dans un bureau, répétait :
−− " Il me paraît bien bas, bien bas ! "
İLETİŞİM/C.S.(468)
Frédéric, Madam Arnoux'nun kendini vermek için geldiği sanısına kapıldı. Her zamankinden daha güçlü, taşkın, azgın bir istek uyandı içinde -yine de açıklanamaz bir şey, bir itme, bir haram korkusu duyuyordu. Başka bir korku, ileride ondan nefret etme korkusunu duyuyordu. İleride ondan nefret etme korkusu durdurdu onu. Sonra kim bilir ne gibi güç bir durumu yaratacaktı bu!.Gerek ihtiyatlı davranmış olmak, gerek idealindeki durumu bozmamak kaygısıyla, yerine döndü. Bir sigara sarmaya başladı.
CAN/A.B. (s.562)
Frédéric, Madam Arnoux'nun kendini vermek için geldiğinden kuşkulandı; her zamankinden de şiddetli, delice, azgın bir arzuya kapıldı. Öte yandan, açıklanamaz bir şey, bir tiksinti, ensest korkusu gibi bir şey de hissediyordu. Bir başka endişe onu durdurdu, olacaklardan sonradan iğrenme korkusu. Zaten ne büyük bir utanç olurdu bu- hem ihtiyatlı davranmak hem de idealini ayaklar altına almamak için uzaklaştı ve kendine bir sigara sarmaya koyuldu.(X)
FRANSIZCA(s.318)
Frédéric soupçonna Mme Arnoux d'être venue pour s'offrir ; et il était repris par une convoitise plus forte que jamais, furieuse, enragée. Cependant, il sentait quelque chose d'inexprimable, une répulsion, et comme l'effroi d'un inceste. Une autre crainte l'arrêta, celle d'en avoir dégoût plus tard. D'ailleurs, quel embarras ce serait !, −− et tout à la fois par prudence et pour ne pas dégrader son idéal, il tourna sur ses talons et se mit à faire une cigarette.
***
Genelde, gözden kaçan büyük- küçük hatalara bakıp "bizde bu işler neden böyle" diye sızlanır ve "gelişmiş ülkelerde" her şeyin tıkır tıkır işlediğini, metinlerin mükemmel biçimde gözden geçirildiğini varsayarız. İşlerin her zaman öyle olmadığını gösteren bir örnek vermek istiyorum. Günter Grass'ın Teneke Trampet'i İsveçceye, deneyimli, daha önce Thomas Mann gibi yazarların eserlerini çevirmiş bir çevirmen tarafından aktarılır. Grass'ın eserleri üzerinde akademik çalışmalar yapan bir kişi, çevirinin inanılmayacak derecede berbat hatalarla dolu olduğunu tesbit eder. Bunun üzerine Grass, gözden geçirilmiş yeni bir basım yapılması için yayınevine baskı yapar. İsteği ancak 3 yıl sonra, kitaba yönelik ilgi azaldığında gerçekleşebilir. Kısa bir süre sonra, Grass Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanır. Bunun üzerine sürat ve heyecanla harekete geçen yayınevi, Teneke Trampet'in hemen yeni bir basımını piyasaya sürer. Fakat, o da ne, ilk ve hatalı basım esas alınmıştır. Kitap bu sefer apar topar piyasadan toplatılır. Yayınevinin özrü kabahatinden büyüktür: o tantanada yanlış metni bastığımızın farkına varmamışız.[7]