Bilge Karasu'nun 1950'lerde Forum dergisine yazdığı sergi tanıtımları ile resim ve heykel eleştirilerinden birkaçını sunuyoruz...
26 Ocak 2023 22:30
Bilge Karasu 1950'lerde kimi zaman takma isimle kimi zaman da kendi imzasıyla Forum dergisinde sanat yazıları yazmıştı. Bu yazıların içinden seçtiğimiz birkaç tanesini aşağıda bulacaksınız. Forum dergilerini tarayarak yazıları bulan Serdar Soydan'a teşekkür ederiz.
Forum, sayı: 2, 15 Nisan 1954 (B.K. imzası ile)
Helikon'da, H. Tiner'in sergisinden sonra Hasan Kaptan'ın sergisi açıldı. Hasan Haptan tanıtılmaz. 1950’de ilk sergisini açtıktan sonra geçen yıllar içinde onu herkes tanıdı.
11 yaşındaki ressamın sergisine girer girmez, her yandan, en değişik bakışlarla bakan gözlerin karşısında irkiliyorsunuz. Hasan Kaptan tek tek yüzlere yer verdiği resimlerini geride bırakmış. Resimlerinin çoğu birer insan birikintisi. Her yerde insan yüzü arar gibi, duvarlarda bile... Bir iki manzarasını, renkli bir boşluk içinde yüzen balıklarını bir yana bırakırsak bir yüz kalabalığı, bir göz dünyası içinde kalırız. Portrelerini hatırlatan, duruk bir takım yüzler (Falcı, Kumarbazlar, Üç Arkadaş... gibi) yanında duygularını belirten yüzler var. Bu resimlerin içinde de en güçlüsü, belki “Denizaltı'da Ölüm”. Sirk'lerde, resmin ortasına oturmuş olan hayran, şaşkın yüzler çok bir şey anlatmıyorsa da, (“Falcı”, falcının duygularını değil, Hasan’ın falcının karşısındaki duygularını anlatması bakımından önemli, bu konuda) “Hokkabaz”larda, “Denizaltı”da üst üste yığılmış yüzler, duygularını, özellikle gözleriyle anlatıyor.
12 Mayıs 1952’de yayınlanan Life dergisinde Hasan Kaptan haberi. Sağda: Yine aynı sayı için çekilmiş fotoğraf: Hasan Kaptan ve ressam babası Arif Kaptan, Paris’te kaldıkları otelin balkonunda.
Bu duygusal davranış içinde, Hasan hayvanlara ayrı bir önem veriyor. Atların, balıkların girdiği resimler, istif bakımından daha yalın. Hayvanlara daha rahat, daha kolay olarak istediği biçimi veriyor. Oysaki gövdesiz başların yüzdüğü öteki resimlerinde yalınlık yok. Resim yüzeyinin bölümleri bile sık sık bir dizi başla sınırlanıyor.
Renklendirme gücü öteden beri bilinen Hasan Kaptan'ın bu resimlerinde renklerin biraz koyulaşıp karardığı, parlak renklerin eskisi kadar çok kullanılmadığı görülüyor, iskambil kâğıtlarının, elmaların rengi parlak ama elbiseler, atlar, yüzler, denizlerin, balıkların renklerini unutmuş gibi.
İstif bakımından önemli resimlerden biri gene “Denizaltı”. Deniz renklerinin dolaştığı çeperler arasında koyu bir çizgiyle sınırlanan bir yamuksu boşluğa başlar yığılmış. Kiminin bakışı, kiminin ağlayışı yer ediyor insanda. Ama, sıkışıklığı, bozluğu, acısıyla, bu sahneyi yaratabilen imgelem gücü, mahkeme gibi, ressamın kolaylıkla görmüş olabileceği bir görünümden çok daha az “yaşanmış, duyulmuş” bir resim çıkarıyor.
Balıklar, bir nakış düzeni içinde. İstif bakımından üzerinde önemle durulacak resimlerden “Çoban”ı, “Vazolu Natürmort”u sayabiliriz.
Hasan Kaptan, dünyayı tanıma yolunda yeni bir döneme girdi sanıyorum. Duygusal davranışı, insanların yarattığı korkulara, insanların acılarına yönelmiş. Bu dünya artık onun için de rahat bir dünya değil: Bakan gözler, kötü kişiler var...
Forum, sayı: 3, 27 Nisan 1954
Helikon'da, Hasan Kaptan'dan sonra, Aloş, heykellerini, resimleriyle bakır dövmelerini, tahta tabaklarını bir araya getiren sergisini açtı.
Aloş, Güzel Sanatlar Akademisi heykel bölümü öğrencisi. Fakat yalnız heykelle uğraşmaz, daha doğrusu heykelle yetinmez. Bir yıldır resim çalışmalarını artırarak, bu yıl açtığı iki sergide (ilki, İstanbul’da, Maya galerisinde) ressam yanını da göstermek istedi. Resimlerinde heykel, heykellerinde de resim değerlerinin bulunmayışına bakarak Aloş'un her şeyden önce elindeki malzemeyle oynamasını seven, o malzemeye hakkını vermeğe çalışan bir sanatçı olduğunu söyleyebiliriz. Eline aldığı her şey, özelliklerinden dolayı, yeni bir yol denemek isteği veriyor Aloş'a. Malzemesine boyun eğdiği zamanlar var. Fakat bunların arkasından, malzemesini buyruğu altına alış zamanları geliyor. Hızını aldıktan sonra yeni bir şey denemeğe girişiyor.
Örneğin, bu sergideki tabaklar, geçen yılların tabak merakının arta kalanları. Şimdi resim, onun için tabaktan daha önemli. Eskiden yaptığı tabaklar çok çeşitliydi. Şimdikilerse yalnızca birkaç tane; hepsi de kaba yontulu. Birazdan açıklamağa çalışacağım bir ilkelliğe yönelmiş.
1955-1956 yıllarında çekilmiş bir fotoğrafta Ali Teoman Germaner (Aloş) ve Tamer Başoğlu ahşap atölyesinde… (Fotoğraf: Salt Araştırma, Yusuf Tak Tak Arşivi)
Aloş, yıllardan beri heykel yapar. Bu sergideki heykelleri, büyük, yalın oylumlu. Heykelin, çevresinde dolaşılacak, seyirciyi çevresinde dolaştıracak bir şey olması gerektiğine inanıyor. Yalnız bu sergideki heykellerin çoğu, yüzey bakımından öyle büyük bir yalınlık içinde ki bu dolaşma gerekmiyor, biçim hemen kavranıveriyor sanki. Fakat bu, “Aloş, heykellerin yalnız bir yüzüne önem vermiş” demek değil.
Bakır dövmeleri, sınırlı bir çalışma alanı onun için. Başları işleyişi, (hele “Silahlı Portre”lerinde de görülen başın işlenişi, bu başın Bizans kökenli olduğunu, çevresinin mozaiğe benzeyişi, oranlarının Bizans oranlarına yakınlığı bakımından daha iyi gösteriyor.) yalnız ana çizgilerini göstermekle bulmak istediği bir çeşit ilkelliğin, resimlerinde nasıl daha da arınmış olduğunu daha iyi anlamağa yardım ediyor.
Bu sergide en önemli yeri tutan, resimler. İlkellerin mağara resimleri; kızılderililerin çizgileri, çizgilerinden de çok renkleri; çocukların çizdiğine benzer dörtgen dörtgen biçimleri, bulmak istediği ilkel “ruh”u araştırmasında ona yol göstermiş. Resimleri arasında, bu satırlara uymayacak denemeler de var, fakat Aloş için ötekilerin daha önemli olduğunu sanıyorum.
Resimleri içinde en son yapmış olduğu resim, sarı - kahverengi tablosu. Bunda Aloş'un bulmak istediği ilkel “ruh” en yalın biçimiyle görülmektedir. İnsan biçimleri ilkellerin çizdiği biçimler olmamakla birlikte, bunların düşünüldüğü, fakat resmin değerleri üzerinde, renk bakımından, çizgi bakımından, istif bakımından titizlikle durulduğu belli oluyor. Aloş, ilkellere özenmek değil, maddenin ilk, ilkel güzelliğini bulmak istiyor. Bir iki resmi, bir iki heykeli, bunu çok iyi belirtmekte. Resimleri arasında, “Siyahlı Portre” adını verdiği bir dizi resim ilgiyi çekiyor. Bunlar art arda yapılmış. Bir esas resimle birkaç deneme değil, çeşitli biçimlerde bir çok resim ortaya çıkarılmış. Ayrı ayrı malzemeler üstünde değişik çalışmalar gösteriyor Aloş. Limonlu'su, Mavili'si bunların içinde sivriliyor.
Daha yirmi yaşında olan Aloş, içten bir çaba ile durmadan deniyor. Eserleri bir çeşit şiir havası içinde; uzağın, ilkelin şiiri...
Forum, sayı: 15, 1 Kasım 1954
Helikon’da Sadi Diren’in açtığı keramik sergisi, renkli, çeşitli bir sergi. Diren, İstanbul'da, sergisini Moderno'da açmış. Orada, eşyanın biçimine, rengine uydurularak yerleştirilen bir vazo, bir testi, yerli yerinde durmakla belki daha da değer kazanıyordu. Helikon’da bütün eserlerin yan yana dizili oluşu, bir çeşit soyutlama doğuruyor. Karşılaştırma, eserler arasında bir yakınlık yahut uzaklık bulma kolaylaşıyor. Buna karşılık, bu eserlerin gerektirdiği, onları gerektiren bir ortamda olmayışları, keramik gibi değeri, "yerini bulmasına" çok bağlı olan bir sanat için –hele Diren için bu büsbütün öyle– biraz üzücü oluyor. Diren çalışmalarını vazo, testi, tabak yapımı alanlarına toplamış. Vazolar arasında yer vazoları var, onlar yerde duruyor fakat gene de bir köşe istiyorlar, kendilerini gösterebilecekleri bir köşe. Kimi vazolar heykel değerlerini toplamış kendinde. Hareketli biçimler yaratmış Diren. Yalnız en hareketli biçiminde bile düz, saran, sürükleyen çizgi değerlendirilmiş olduğu için, eserler dinginliği, titiz işçiliği getiriyor akla.
Sadi Diren'in 1954 Moderno Sergisi (Fotoğraf: Salt Araştırma, Sadi Diren Arşivi)
Testiler, çeşitli boyalar, çeşitli süslerle, çeşitli beğenileri (zevkleri) uyarabilir. İşçilik bakımından değişik süreçlerle değişik sonuçlar alınmış: Cam eritme, kaynamış sır, türlü sır karışımlarıyla değişik parlaklıklar, çeşitli boyama teknikleri... Fakat bunların kendilerini gösterdikleri eserler daha çok tabaklarla birtakım vazolar.
Düz çizgiyi seven Diren, bir iki eserinde insan biçimine yaklaşmış ama bu biçimin onca önemi büyük değil. Soyut biçimler onu daha çok çekiyor. Ancak eserlerin biçimleri arasında büyük ayrılıklar olması, bu biçimlerin çeşitli oluşu Diren'in bu biçimlerin hepsini denemek istediğini sezdiriyor. Yalnız tabaklar üzerinde daha çok durduğu söylenebilir.
Sadi Diren'in Maya Sanat Galerisi’nde sergi açılışı, 1953. (Arka sıra, soldan ikinci) Mengü Ertel; (sağdan birinci ve ikinci) Aliye Berger, Adalet Cimcoz; (önde, sağda) Sadi Diren. (Fotoğraf: Salt Araştırma, Yusuf Tak Tak Arşivi)
Buna karşılık, renklerinde daha büyük bir birlik, bu birliğin içinde daha büyük bir zenginlik var. Diren'in sergisinden alınan en kuvvetli izlenim bu renk izlenimi. Renk bakımından en büyük zenginliği taşıyan eserler, gene tabaklardır. Kakma tekniği gene bir tabakta kendini gösteriyor.
Serginin en beğenilecek parçaları, daha çok tabaklar arasında, bunların da en önemli yanları, renkleri.
Forum, sayı: 3, 27 Nisan 1954 (B.K. imzası ile)
Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesinde açılan XV. Devlet Resim ve Heykel Sergisi, getirdikleri ile getirmedikleri bakımından öncekilerden ayrı değil. Kataloga 242 resim, 6 heykel yazılmış. Heykeller, üzerlerinde durulacak şeyler olmaktan uzak. Aralarında başarılı “portre”ler olabilir ama, heykelden beklediğimiz, bekleyeceğimiz şeyi göremiyoruz. Yurtta heykeltıraş da var, heykel yapan da var. Bunların eserleri sergiye neden girmemiş diye düşünmekten alamıyorsunuz kendinizi. Bunların çoğu yeni yollardan gidiyor dense bile, devlet, sergisine, çağdaş araştırmaları sokmaktan ürkmediğini, resimlerle gösterdikten sonra, bu yeni yollar bahane edilemez. Sanatçıların sergiye katılmadıkları düşünülebilir. Neden katılmamışlar, onu düşünmeyelim ama ya o 6 heykelin % 90'ı kötü olunca...
Resimlerin karşısında insan üzülüyor. 91 ressam katılmış sergiye. Ama pek çoğunda sanatçının temel ırası olacak yeni yeni denemelere girişme, yapmış olduğu ile yetinmeme, kısaca, geveleme yerine eser verme gücü görülmüyor. Bu, eski-yeni, genç-yaşlı karşıtlığı değil, bambaşka bir sorav. Üslubu olmak, bir temel üsluba bağlı kalarak eser vermekle, kendini tekrar edip durmak bambaşka şeyler. Üslup bir görüş, bir kavrayış oldukça, değişik eserlerin verilmesine engel olmaz ama yalnızca bir takım “teknikler, truc”lerle ayakta tutulmağa çalışılıyorsa, üslûp üslûpluktan, eser eserlikten çıkar. Yaşlılar arasında bir değişiklik yapmak isteyenler var ama bir tek değişik resmin yanında yıllar yılı alışageldiğimiz yolda, biçimde üç dört resim görünce bu yeniliğin, bu değişikliğin yaşanmamış olduğunu anlıyoruz, örneğin, Hamit Görele, “Bahar”ında, hem değişik hem de özelliklerini elden bırakmamış durumda, öteki resimlerini görünce ama düşünüyoruz.
Muammer Çin'in “Pamuk Hasadı” ölçülü biçili bir resim ama yanında “Nazilliden” adlı bir resim var...
Nurullah Berk, Ütü Yapan Kadın
Nurullah Berk'in yeni figürü “Ütücü” eski ütücülerine bir şey katmıyor. Sabri Berkel, son gördüğümüz bazı resimlerinin bir sonucu olabilecek bir yola girmiş.
Cemal Bingöl, non-figüratif “Kompozisyon”ları ile en yeni çığırlardan birini sergiye sokmuş oluyor. Renk bakımından olsun, istif bakımından olsun ele alınabilecek resimler.
Adnan Çoker, koyu, sağlam resimlerinden birini vermiş. Fakat özel sergisindeki büyük “Kompozisyon” değerinde değil gibime geldi.
Özgür Ecevit'in iki resmi bir acemi tazeliği içinde. Birden ferahlık gibi bir şey. Semra Dağada için de aynı şey söylenebilirdi, Matisse'i bu kadar hatırlatmasa...
B. R. Eyüboğlu, baskı ile uğraştığı yıllarda geliştirdiği yeni yolda iki resim koymuş sergiye.
E. Eyüboğlu'nun “Çınar Dibi” büyük bir tablosunun örneği. Başka bir örneğini de gördüm bu tablonun. Sergideki, derin mavisi, çınarla kalabalığın istifiyle ondan daha güzel. “Karı – Koca”sı, ressamın Anadolu’yu nasıl sevdiğini, süsleme bakımından köylü işlerinden nasıl aşılandığını, bunlarıysa nakış değil, resim değerleriyle uzlaştırdığını çok güzel gösteriyor.
R. Gökcan, sağlam bir natürmort gösteriyor. Arif Kaptan'sa, iyi kurulmuş bir yapı içinde çizdiği natürmort'la kompozisyon güzel şeyler başarmış.
C. Tollu, “manzara”larıyla, biraz değişmiş olduğunu anlatıyor. Salih Urallı, resimlerinden birine verdiği “Safo ve Gemici” adıyla o resmi daha çekici kılmıyor. Bahçede kadınsa insana, uzak, tanıdık bir yüzü bir türlü hatırlayamamanın acısını duyuruyor.
Sergideki kısırlıklardan birinin de konu kısırlığı olduğunu söylemek isterim. İki üç “konkur” için ressamlar eser hazırlamış olsalardı, bu sergideki resimlerin onda dokuzu ortaya çıkmış olabilirdi.
Forum, sayı: 13, 1 Ekim 1954
Sanat Eleştiricilerinin Kongresi dolayısıyla Güzel Sanatlar Akademisi’nde açılan sergide Türk resmiyle heykelinin türlü örnekleri gösteriliyordu. Çeşitli anlayışta bir çok sanatçı yan yana gelmişti. Yeni anlayışlar büyük çoğunluktaydı. Sergideki eserlerin hepsi iyi değildi ama, bütünüyle, insanı sevindirecek bir sergiydi bu.
Heykellerin en önemlilerinde ortak olan özellik, –malzemenin de değişik olması yanında– uzaya saldırma denebilecek bir şey. Malzemenin değişik olduğunu söylerken, demirin, telin yahut tahtanın kullanılışını bir yenilik diye göstermek istemiyorum. Sergide, heykeller için kullanılan malzeme arasında bakır da vardı, alçı da. Ama demirin, levhalar, levhalarla çubuklar halinde kullanılması bir değişiklik sayılabilir.
Kuzgun'un, arkadaşları arasında “Don Kişot” yahut “Quijote” diye tanınan atı ile atlısı, eski bir eseri olmakla birlikte, şimdiye değin kullanmış olduğu ip, sicim, bakır tel, kafes teli, kepçe, sap gibi şeylerinkinden çok daha başka bir gücü olan bir tel heykelidir. “Dolu” bir malzeme kullanmadığı halde, telin hafifliği, karışıklığı içinde bile, bir doluluk, bir dolgunluk izlenimi veriyor. Boşlukların bir karşıtlık değeri kalmadığı için, havadır biçimlenen şey.
İlhan Koman'ın heykelleri, yalın, kesin. Çubuklarla üçgen levhalardan yarattığı hareketli biçimler, matematik kesinlikleriyle, havayı biçimlendirmekten öte, uzayı kesici bir hal alıyor. Yalnız, bu biçimlerin kapalı olmasının, güçlerini toparlamalarında payı büyük oluyor. Bunu da. Hadi Bara'nın heykellerine bakınca açıkça anlayabiliriz.
Bara'da, büyük demir levhalar, köşeleri, açıları, boşluklarıyla; alçıdan kollar, dolulukları, yalınlıklarıyla, uzay içinde saldırıcı kuvvet çizgilerinden doğan biçimler yaratıyor.
Zühtü Müridoğlu'nun tahtaları da, “madalyonları” da, daha önce gördüğümüz eserler. Bunlarda da merkezden kaçan uçlar görülüyor. Kapalı bir biçimi olan “Çıplak” bir yana, tahtalarının bir özelliği, uçlarından eriyormuş gibi bir izlenim uyandırması.
Heykellerle resimler arasında, Füreya Kılıç’ın seramikleri yer alıyor: Sevilecek iki parça.
Ressamlar arasında, yaş ayrımı, anlayış, düşünüş, üslûp ayrımları büyük. Güzel resimler de az değil.
Adnan Çoker'in küçük sarı tablosu, büyüğünden daha çok dikkati çekiyor. Sabri Berkel, eğrileriyle renklerinin iyi bir örneğini vermiş büyük tablosunda. Nurullah Berk, “Ütücü Kadın”ın açtığı dönemin üslûbunda, yeni renk öğelerinin de girdiği resimler gösteriyor. Resimlerinde renk bakımından, bu yakınlarda yeni bir gelişme beklenebilir sanırım.
Nuri İyem, koyu, ağırbaşlı, ölçülü resimlerine bir yenisini katıyor.
Cemal Bingöl'ün iki “collage”ı başarılı. Ferruh Başağa, non-figüratif resimlerinde çerçeveden gittikçe uzaklaşırken, renklerini daha büyük bir şiddetle çarpıştırıyor.
Abdurrahman Öztoprak, Forum'da, Ankara'nın Helikon galerisinde açılan sergisi dolayısıyla yazdığım yazıda sözünü ettiğim “Tavus Kuşları”nın yanında, çok daha duruk, daha sağlam istifli bir resmini gösteriyor.
Cemal Tollu, öteki resimlerinde de olduğu gibi, ölçülü biçili. Hamit Görele ise, portreleriyle dikkati çekiyor; renkleriyle, duygularıyla, tekniğiyle, bilinen ama sevilen resimler koyuyor ortaya.
Adnan Varınca, genç ressamlar arasında en duygulu olanlarından biri. Büyük portreleriyle büyük çocuk başlarını sevdiriyor her zamanki gibi. Onun da renk bakımından bir değişiklik geçirmekte olduğunu sanıyorum.
Orhan Peker, iki resmini koymuş sergiye. “Hindiler”iyle “Kargalar”ının kara kütleleri arasında yahut çevresindeki hindilerin kırmızı ibikleriyle kirli sarılar, onu yeni bir yolda gösteriyor.
Hakkı Anlı, büyük, parlak, renkli eseriyle, serginin güçlü resimlerinden birini veriyor.
***
Yapı ve Kredi Bankası’nın 10. yıl dönümü için tertiplediği resim yarışması üç yabancı sanat eleştiricisinin meydana getirdiği eleme kurulunca sonuçlandırıldı. Bu sonuçları beğenenler var, beğenmeyenler var. Çatışmalar, dedikodular bile gazetelere geçti.
Bu sergi üzerine yazılan yazılarda sık sık rastlanan bu düşünce var: “Bu müsabaka hiç değilse bir çok ressamları büyük boyda resim yapmağa teşvik etmesi bakımından faydalı olmuştur.” Belki de. Yalnız, büyük boya dökülünce, işin bir takım kimseler için nasıl güçleştiğini, bunların bocalayışlarını, göstermesi de yabana atılacak bir şey değil.
Yarışmaya katılacak eserlerin konusu “Türkiye'nin İktisadi Hayatından Çeşitli İstihsal Faaliyetleri” olacaktı. Ressamların çoğu 25-30 yıl önce yapılan resimler havasında eserler vermişler. Bir kaçı, bunu kendi üslûplarına -kendi üslûpları böyle konular içinde gelişmiş olanlar az değil- yedirdiler. Dört beş tanesi gerçekten üslûplarına, anlayışlarına bağlı kaldı (Karakaş, Anlı, E. Eyüboğlu, Balaban gibi... Eyüboğlu’nun resmi bir çok yeni öğeler taşıyorsa da ayrı ayrı incelenebilecek her parçasıyla Eyüboğlu’dur. Balaban ise, zaten bu konuları işlemiştir, fakat üslûbunun, yarışma uğruna, herhangi bir ırasından vazgeçmemiş olması onu bunların arasında saydırıyor.) Bir tanesi, eline fırçayı almış, bir üslûp yaratmıştır: Yarışmanın birincisi, Aliye Berger.
Yarışmanın sonuçları üzerinde tartışmak, resimleri teker teker yahut iyilerini ele alarak incelemek, böyle bir sanat yarışmasında konunun önceden koşulmuş bir boyunduruk haline gelmesinin doğru olup olmadığı üzerinde düşünmek, yarışmayı tertipleyenlerin birbirini tutmaz yanlış yahut doğru hareketlerini saymak pek mi işe yarar?
Yarışma sonuçlandırılmadan önce, eleme kurulunu beğenmeyen kimseler pek azdı sanırım. Ama kişi beğendiğini beğenir, beğenmediğini beğenmez. Kitapları sevilen kafalı adam diye tanınan kimselerin bir takım resimleri beğenmemekle “cahil” yahut “iltimasçı” olması, hâlâ, başkalarında yerdiğimiz, kendimizde hoş gördüğümüz bir kafanın, bir düşünce yolunun belirtisi. Başından sonuna değin her şart kabul edildikten, sineye çekildikten sonra sonuca kızmak yersiz. Yarışmanın konu ile sınırlandırılmasının doğrusu üzerine de, eğrisi üzerine de uzun lâkırdı edilebilir. Tertipleyenlerin yanlış hareketleri üzerinde durabilir. Ne var, her kafanın düşüncesi ayrı olabildiği için, konuya sırt çeviren bir resmin gerçekte o konuyu en derin anlamıyla işlediği de söylenebilir, savunulabilir de...
Aliye Berger, Güneşin Doğuşu, 1954.
Eserlerin teker teker incelenmesi bir yana bırakıla. İyilerini, iyicelerini de geçelim. Aliye Berger'in resmi üzerinde duralım: Berger, konuyu doğrudan doğruya işlememiştir. (Bu bakımdan, resminin üzerine, “mahallinde bizzat müşahede edilerek” yapıldığını yazan ressamın karşıtıdır). Koca resmin konuya yaklaşan ufacık birkaç noktası geniş renk parçaları içinde, çok yakından bakılınca görülebilmektedir. Ressam, resim öğretimiyle yetişmiş bir ressam değildir. Teknik bakımından zayıftır. Ama bütün bunlar sayıldıktan sonra da ortada kalan resim, bir ressam kişiliği gösteren bir resim. Boyalarının hareketi, bir çeşit izlenimciliği, güçlü duygululuğu ile dünyasını bir göz dünyası haline sokmuş olan bir kimse çıkıyor karşımıza. Resmin ötekilerden bambaşka bir resim olması, eleme kurulunun seçmesine etki etmiş olabilir. Ama ne denirse densin, bu başkalık boş bir başkalık değil; serginin öteki resimleri arasında gerçekten bir değer taşıyan bu resim ayrıca bizde hiç rastlanmayan bir resim üslûbunun öncüsü olarak da görülmelidir.
Kafaları kurcalayan bir başka soru, Balaban’ın hasat resmiyle neden herhangi bir ödül kazanmadığı. Duyduğumuza göre Balaban’ın resmi, zorla “primitif” görünmek isteyen, kendisini Orozco gibi Meksika ressamlarına benzetmeğe çalışan bir sanatçının resmi olarak görülmüş. Resmin güzelliği, –eksikleri olduğu halde– kabul edilmiş, fakat özenti olup olmadığına karar verilememiş.
Buna karşılık Karakaş'ın resmi ilginç ama kırmızı bir çizginin niçin çepeçevre dolaştığı anlaşılamıyor. Resim, iyi bir resimdir ama kusurları da az değil..
Eleme Kurulu, kendinden isteneni yaptı, resimleri seçti, ödülleri sıraladı. Ressamlarımıza gene çalışmak düşüyor.
•
GİRİŞ RESMİ:
1950'lerden kalma bir fotoğrafta sanatçılar bir arada: (soldan sağa) Sabri Berkel, Hakkı Anlı, Hadi Bara, Hasan Kaptan, Cemal Tollu ve Arif Kaptan. (Fotoğraf: Salt Araştırma, Yusuf Tak Tak Arşivi)