"Kayda değer bir ilk roman, Soytarı, Everest Yayınları’ndan çıktı. Yazarı İdil Başural, 50’lerine yeni girmiş kahramanı Gönül vasıtasıyla vatan, yaşlanmak, fiziksel ve toplumsal cinsiyet kavramları, evlilik, aşk, ahlak, inanç gibi uzun duraklarla dolu bir Paris-İstanbul trenine bindiriyor bizi."
26 Ocak 2023 13:00
Yazar İdil Başural, tıpkı Soytarı’nın ana kahramanı Gönül gibi Paris’te yaşıyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi, İletişim Fakültesi mezuniyetinin ardından halen doktora öğrencisi olduğu Paris Sorbonne Üniversitesi İletişim ve Edebi Çalışmalar Bölümü’nde yüksek lisans yapmış.
Kentin sosyal dinamiklerine hâkim olması, Paris ve İstanbul’da geçen bu romanı akıcı ve inandırıcı kılan unsurlardan biri.
Başural 1989 doğumlu; henüz 34 yaşında. Önce 40’lı, sonra 50’li yaşlara girildiğinde insanı kendinden bezdiren içsel sorgulamalardan şu an uzak ama yarattığı karakter, 51 yaşındaki Gönül’ün iç sesine benzer bir sesi sanırım bu gezegendeki 50 yılını yeni tüketmiş pek çok kişi, özelinde kadın, duymuştur. Bu şerefe geçen yaz nail olmuş ve toplumun insanın bilinçaltına kazıdığı, yaşa, yaşlılığa ait çoğu cinsiyetçi önermelerle uzun münakaşalara girişmiş biri olarak en azından ben Gönül Dündar’ı anlıyorum.
Gönül Dündar’ın ruhu gerçi sanki pek çok 50’likten daha yorgun; alkolik babasının aile içi şiddeti sıradanlaştırdığı bir çocukluk geçirmiş biri için çelişkili bir varoluş hali değil belki de. “İnsanın en sahici mücadelesinin kendine bir yuva yapma uğraşı olduğuna inanıyorum” diyen kahramanı Gönül aracılığıyla, kendisi 22 yaşında Fransa’ya taşınmış Başural, en başta dil, yurt, vatanseverlik, yaşlanmak gibi temalarla ördüğü ilk romanıyla güzel bir çıkış yaptı.
20 yıllık Parisli Gönül’e gelince… Melez 18. bölgede, mütevazı bir dairede yaşıyor, edebiyat çevirmenleri tarafından kurulmuş bir vakıfta edebiyat doktorasına ve çevirdiği onca kitaba rağmen sekreterlikten hallice bir iş yapıyor; beş yıllık evliliğinden sonra hayatına uzun soluklu giren biri olmamış; biraz sanatla, biraz eş-dostla, çokça yalnız, ılımlı bir hayat yaşıyor. Eski kocası P.’nin dediği gibi, “Katolik olmayan biri için fazla Katolik”. Halbuki P. ile yıllar önce, Merce Cunningham’ın koreografisini yaptığı bir dans gösterisinden sonra yatağın altından çıkmaya karar vermişti:
“Ailesinin evinde hayalet gibi yaşamış, yatakların altına saklanmış, kurtulmak için gün saymış bir kız çocuğu hayaleti değilim artık. Bundan böyle benim de bir hikâyem var.” (s. 47)
Gelgelelim biliyoruz ki, çocukluk hayaletlerinden kurtulmak o kadar basit olmuyor. Bu durumda canı azıcık sıkıldığında, asabı biraz bozulduğunda şarap şişesine sarılmasını, işyerinin kasasını banka gibi kullanmasını mazur görebiliriz. Ama kendinden 22 yaş küçük bir erkekle aşka girişmek? Cık cık cık…
Hikâyenin büyük kısmı zalim sömürgecilikten ve güncel ırkçılıktan nasibini yeterince almış Fransa’da geçtiğinden, ırksal ve sınıfsal meseleler de meşgul ediyor okuru bolca. Ve tabii pergelin ayağını attığı diğer memleket, Türkiye özelinde bağlılık, riyakârlık, fırsatçılık gibi son derece çetrefilli kavramlar işin içine girerken, pek çok kişinin yüksek sesle seslendiremediği şu meseleleri de konuşurken buluyoruz kendimizi:
“Diyorum ki, gazetecilerin işlerini yaptıkları için hapse atılmaları kabul edilemez’ deyip Fransızca devam etti Grégory: ‘Fakat görüyorum ki, ülkenizde bu durum o denli kanıksanmış ki, toplumun gözden çıkardığı entelektüeller mücadeleye dair umutlarını kaybedince bunu bir imaj olarak dünyaya satmaya karar vermişler. Özgürlüğünün elinden alınması gibi ağır bir bedelin, zaten yerelde iyi kötü tanınmış isimlere global bir şöhret fırsatı sunduğu ortada; bunu görmediğinizi söylemeyin.” (s. 150)
Bu saptamanın edebiyat dünyasında da karşılığı var. Sıcak bir siyasi veya toplumsal meseleye parmak bastığı, zulüm gören, ezilen bir azınlığa –ki ne yazık ki nadide ülkemizde pek çoklar– mensup olduğu, muhtemelen hapse girip çıkmış politik bir figür olduğu, o uluslararası sivil toplum kuruluşunun veya şu edebiyat vakfının tanınmış bir üyesi olduğu için (edebi yetkinlik anlamında) hak ettiğinden fazla övülen yazarların kitaplarıyla sıklıkla karşılaşıyoruz. Bu övgülerin, sahiplerine müthiş ihtiyaç duydukları, temel bir insan hakkı olarak en azından özgür ve güvenli bir yaşam ile yazma fırsatı sunması bence asıl ödül; bu bakımdan kimsenin itirazı zaten olamaz. Orta yaşlı, küpünü her çeşit iktidarın postalı, şarabı veya ayranıyla doldurmuş, kendi fikrinden başkasını cehalet addeden, katı bir Katolik kadar katı inançlara sahip sıradan beyaz adamlar bugüne kadar her alanı fazlasıyla işgal etti. Bununla beraber şunu sormaya da hakkımız var:
“Devletin gazabına uğrayan herkesi büyük bir yetenek saymaya başlarsak sanat da, edebiyat da içi boş siyasetin reklam panosu haline gelmez mi?” (s. 99)
Bu tumturaklı tespitleri yapan kahraman, Gönül’ün 28 yaşındaki alt komşusu; yeni, ikinci bir hayata sarılır gibi sarılacağı Türkiye Ermenisi Grégory A. Işıtyan. Ressam Greg, annesinin küçük bir çocukken Türkiye’de daha fazla barınamayıp Fransa’ya sürüklediği karizmatik Greg, eski sevgililerinden Cécile’in hakkında “tek sadakati kendinedir” dediği, iş bilen, iş bitirici Greg. Film olsa, Greg, Noah Baumbach’ın, konformizmin tatlı uyuşukluğu altında 40’lı yaşlarını süren New Yorklu bir çiftin hayat dolu, genç, boho-hipster bir çiftle karşılaşıp arkadaş olduğu Biz Gençken (While We’re Young) filmindeki Jamie’si olurdu; Naomi Watts’ın canlandırdığı Cornelia ile kocası Josh’un arasında geçen o replikteki gibi, hangi sıfata ne kadar kredi vereceğimizi bilemezdik: “Kötü biri değil, sadece genç.”
Amanda Seyfried (Darby), Adam Driver (Jamie), Ben Stiller (Josh) ve Naomi Watts (Cornelia), While We’re Young'ın bir sahnesinde, (2014, Noah Baumbach)
Ne oluyordu filmde, kaba özet? Josh yıllardır çektiği belgeseli bir türlü bitiremezken Adam Driver’ın oynadığı Jamie, sırasıyla önce onun, sonra prodüktör karısı Cornelia’nın, sonra Cornelia’nın tanınmış yönetmen babasının altından girip üstünden çıkarak görünürde kolay bir başarı yakalıyordu. Filmin sonundaki yüzleşme sahnesinde, Josh’un, Jamie’nin çektiği belgeseldeki olayların sunulduğu şekliyle gerçekleşmediğini, yani yalan olduğunu kayınpederine itiraf ettirmesinin ardından zamanın ruhuna vâkıf olamamış bütün sanatçılar adına bir sıkı tokat da biz yiyorduk: Uydurmaca bile olsa iyi bir hikâye olması ve doğru düzgün çekilmesi belgeselin başarısına ket vurmamıştı, vurmamalıydı. Böyle demişti kayınpeder.
“Belgesel” adının özüyle çakışan bu hale belki en iyi, daha yeni, daha da ihtilaflı bir türe gönderme yapan şu satırlar ayna tutar:
“Reality show”, 1980’lerle birlikte dünyaya egemen olan ve basının yerini kapmaya çalışan sahtelik âlemine verilebilecek en mükemmel isimdir; daha iyisi bulunamaz. Hakikaten de hakikatin gösteriye dönüştürülmesidir, günümüzde medya faaliyetinin büyük bölümü.” (s. 61)
Gazeteci, yazar, yönetmen Ümit Kıvanç’ın P24 Medya Kitaplığı tarafından basılmış O Meslek Bunalımda: Gazeteciliğin Kendine, Neoliberalizm ve Sanal Âlemin Basına Ettikleri isimli kitabından olan bu alıntı, “zamane gençleri”ni topyekûn inançsız veya ahlaksız olmakla yargılama kolaylığından uzaklaşıp Jamie ile Greg’i –Kıvanç’ın kitabının satırları arasında dolaşmaya devam ederek– hakikatin karşısına kanaati, olgu ve verinin karşısına otorite ve propagandayı koyan, akademisyen Dr. Claire Wardle’ın “yanlış bilgi ekosistemi” diye tanımladığı yeni, ürkütücü, tehlikeli, 40 yaş üstüne oldukça yabancı gelen bu ortamın organik yapısı içinde anlamaya çalışmalı. Özellikle sanatsal alandaki hasedin gelip dayandığı noktanın herhalde özünde, kendini gerçekleştirememiş olmaktan kaynaklanıyor olabileceğini de hatırlayarak.
Nitekim Soytarı’nın sonuna doğru Gönül de kendisiyle yüzleşmeye, kendini kendine ve herkese rağmen, olduğu gibi, olduğu kadar savunmaya hazır olduğunda bir “ben” daha çıkıyor karşımıza; Sophie. Fakat Sophie geçici bir aracı olacak, işini gördükten sonra çekip gidecek.
Sophie’nin peşine düştüğümüz sayfalar Gönül’ün alternatif yaşamı gibi. Her an o tehlikeli kırmızı çizgiyi geçmeye müsait ruh hali ilk bölümlerden beri hissettirildiğinden, Gönül-Sophie’nin başına Paris’in yeraltında yaşadıklarına yakın şeyler gelmiş olsa neredeyse şaşırmayacağız. Zaten asıl olay insanın tekinsizliğinde. Greg’in, çizdiği Soytarı serisi tuhafına giden Gönül’e dediği gibi:
“Bu karakterin seni ve nicelerini rahatsız etmesinin asıl nedeni tekinsizliği bence... Her an her şeyi yapabilecek, kontrolsüz, bozuk bir beden ve akıl... Çekindiğiniz bu.” (s. 107)
•