Yaşanmışlık dolu, tecrübeden felsefe damıtan, görüntüleri söze döken, sözlerle resim yapan, üstelik alabildiğine pratik, faydalı bilgilerle donatılmış, şölen gibi bir bahçe kitabı: Binbir Bahçe Masalları
15 Mart 2018 14:08
Ceylân Orhun’un Binbir Bahçe Masalları kitabı, içinde bütün hayatı barındıran, ışıldayan, cana can katan bir kitap. Yaşanmışlık dolu, tecrübeden felsefe damıtan, görüntüleri söze döken, sözlerle resim yapan, üstelik alabildiğine pratik, faydalı bilgilerle donatılmış, şölen gibi bir bahçe kitabı, bir bahçecinin günlüğü, bir bahçenin yaratılış hikâyesi, büyüme serüveni.
Benim tanıdığım bir bahçe bu. Doğumuna tanık oldum. Zamanla muhteşem boyutlar kazanarak serpildi.
İçinde keyifle, hayranlıkla dolaştım, gecesinde uyudum, gündoğumunda büyülendim, günbatımında heyecanlandım. Ürünlerini tattığım ve paylaştığım, sevgisini yaşadığım bir bahçe. Olağanüstü kelimesi geliyor akla.
Gururla söyleyebilirim ki, yaratıcısı arkadaşım, hem de çocukluktan beri. Annelerimiz ve babalarımız da çocukluk arkadaşıydı. Birçok eski İstanbul bahçesinde birlikte büyüdük. Ceylân Orhun’un bahçe yapma tutkusunu yıllarca kâh uzaktan kâh yakından izleme şansım oldu. İstanbul’da, Galata’daki evinin terasında domates ve marul yetiştiren, marulların kıyısına yuva yapan martılarla dost olan, bir zamanlar Bodrum-Torba’daki bahçesini o yörenin en güzel vahası hâline getiren, sıra dışı bir insandan söz ediyoruz.
Gökova-Mazı’da son 12 yıldır yarattığı bahçe, bir ömrün olgunlaşma dönemiyle derinleşti, onun kişiliğiyle zenginleşti, onun dostluklarıyla dünyaya açıldı, dünyayı kucakladı. Şimdi de okuru kucaklıyor.
Kitapta “sonsuzluk mekânları” dediği bahçelerin nasıl sabırla, özveriyle, aşkla ve hiç durmayan bir çabayla oluştuğuna dair, bahçe klasikleri arasında yer alabilecek bir belge yaratmış. Bunu da en çok içtenliğinden alıyor bence, alçakgönüllü tavrından, mizahından, gerçek yaşama kültürünü temsil etmesinden alıyor.
Kırmızı Kedi Yayınevi’nde Enis Batur dönemiyle birlikte başlayan “Hayat Bilgisi” dizisinin ilk kitabı. Baskısı mükemmel. Siyah beyaz fotoğrafların bazıları boyutta ve çözünürlükte biraz daha özen bekliyor belki, ikinci baskıda olur diye dileyelim. Renkli fotoğraf albümü, kitabın en sonunda, havai fişek gösterisi gibi noktalıyor bu tadına doyulmaz şöleni. Keşke bütün fotoğraflar renkli olabilseydi. Ayrıca çoğu sayfanın dış kenarlarında geniş yer ayrılan notlar/derkenar bölümleri hoşuma gitti, hem yararlı hem estetik.
Yazarla birlikte yaptığımız yolculuğun kurgusu da yalın ve mükemmel, çünkü bahçe kadar organik bir yapıya sahip. Kitapta bir yıl boyunca bütün mevsimleri izliyoruz, bahçenin o yılki hikâyesi gerçek zamanda yazılır gibi akıyor.
Yılın 12 ayından her biri kitabın bir bölümü olmuş. Ama ayrıca her bölümün içinde, Ceylân Orhun’un bu bahçeye başladığı günden beri tuttuğu gerçek güncenin, farklı yıllardan alınmış bölümlerini de okuyoruz, alıntılar kitaba çiçek tarhları gibi serpiştirilmişler. Böylece, kitap hem her ayın iklim ve hava koşullarını, bahçecilik takviminin sırlarını önümüze seriyor, hem de her yılın farklı deneyimleriyle çok zamanlı, çok boyutlu bir zenginlik kazanıyor.
Ceylân Orhun da anlatıcı olarak, tıpkı Binbir Gece Masalları’nın Şehrazat’ı gibi, ertesi gün ne olacak merakıyla, şimdi ne yapacak gizemiyle, kendi yarattığı bu çok katmanlı labirentte, bu renk dolu derinlikte bizi elimizden tutup dolaştırıyor âdeta.
Kitapla ilgili bir şeyler yazmak isteyişim, sadece yazar çok sevdiğim bir arkadaşım olduğu için değil, hayat dolu, hayata gülümseyen bir kitap olmasından. İçinde felsefe, dostluk, düş kırıklığı, heves, umut, deneyim, yanılgı, başarı, paylaşma, güzellik ve direnç barındıran bir kitap. Elimden bırakamadım.
Bahçecilikle çok fazla ilgim olmadığı hâlde beni bu kadar sarması kitabın asıl başarısı diye düşünüyorum.
Bir Zekeriya Sofrası’ndaki 40 çeşit nimet gibi, her bir ayın farklı lezzetini yeniden keşfettim, kitabı okurken.
Ağustosla başlıyor yazarımız serüvene. “Nefes alma ayıdır” diyor. Yaz sıcakları azalırken, gelecek planları yapılıyor. Biz okurlar da bahçecinin yaşantısına odaklanıyoruz.
Bu yazıya başlık yaptığım cümlesi eylül ayından: “Günlerin kısalması, gündoğumu, günbatımında uzayan gizemli gölgeler kızıl pembe morlara bürünürken bahçe derinlik giyiniyor.” Ben de kitabı okudukça, zihnim ve ruhum beklemediğim derinlikler giyindi desem yeridir. O yüzden benimsedim cümleyi.
“Yağmurların ayı” diye başlıyor ekim. Çapalama, gübreleme ayı, toprağın suyu tam içebilmesi için. Bir yandan da bir bahçede hemen her bitkinin bir öyküsü olduğunu hatırlatıyor. Bunlar öyle rastgele seçilip kamyonla, TIR’la getirtilmiş bitkiler değil, üç günde yapılan bahçelere benzemiyor.
“Öyküsü olmayan bitkiler, renksiz bahçeler yaratır, ruhu olmaz” diyor yazar. Ve sonra, yüreğime işleyen bir başka cümleyi, küçük bir fidan eker gibi zihnime ekiyor: “Geçmiş tarih olduğunda, bahçe kültürünü gösterir.”
Kasım ayında, zeytin hasadına erken başlıyor yazar. Köylülerin daha pratik bakışlarıyla, biraz küçümsedikleri bu davranış, onun az yağ elde etmek pahasına, daha çok lezzet almayı yeğleyen ehlikeyf taifesinden olduğunu gösteriyor.
“Yorgun ve şaşkın bir aydır burada ocak. Soğuk bezdirir, sıcak sevindirir” diye başlıyoruz yeni bir yıla. Yazarımız, ocak ayında bazen yoğun bahçe işlerine ara verip, denize iniyor ve yüzüyor, bazen de bitkiler soğuktan donmasın diye onları sarıyor, poşetliyor, hasırdan yahut kumaştan tenteler kuruyor.
“Kış bir başka güzel yaşanır buralarda” demesi boşuna değil. Köyceğiz’e Palmiye botanik merkezine ziyarete gittiği, sarp Gökova tepelerinden indiği enfes bir yolculuğu anlatıyor, arkadaşlarıyla buluşmalarını kaydediyor, bir de elbette doğum günü kutlamalarını. Ve doğum gününe sıra gelince, bende bahçenin ilk anıları kıpırdıyor.
Ocak doğumludur Ceylân Orhun, tıpkı Mazı’daki bahçesi gibi. 2006 yılında, oradaki basit, pratik, prefabrik evinde ilk oturmaya başladığında, biz de bir grup kadın arkadaşı gidip bu çifte kutlamaya katılmıştık. “Gökova bir ana kucağı gibi sarmış bizi. Deniz kabuğu bir evdeyiz” diye yazmışım ben de günlüğüme.
Dört kadınız. Dört kat battaniyeyle gece gene de üşümeyi başarıyorum. Sabah Ceylân’ın yatağında toplaşıp şampanyayla kahvaltı ediyoruz. Sonra ben, Gökova’ya ve ormana, ufka, Knidos’a ve Kos’a karşı duş yapıyorum.
İki kutudan oluşuyordu başlangıçta Ceylân Orhun’un evi: biri salon-mutfak birimi, diğeri banyo-yatak odası. Her yer cam. Her yer orman. Atmacalar dolaşıyor, ötücü kuşlar çevremizde. Burası üst bahçe, burası alt bahçe diye anlatıyor, eğimli araziyi taraçalar hâlinde nasıl düzenleyeceğini.
Sanki bizler de dört atız, uçsuz bucaksız çayırda, kızılçam ormanında koşuyoruz dörtnala, vahşi, mutlu. Ay ve güneş kış akşamları aynı semayı paylaşıyor. Açık havada sabahları güneş duası, günbatımları yoga ayini, öylesine tanışıyoruz araziyle.
Tam 10 yıl sonra, 2016’nın ocak ayında, bu sefer beş kadın, Ceylân’ın ünlü, leziz lavantalı balkabağı çorbasını içiyoruz, şöminenin karşısında. Bahçe 10 yıl içinde vahşi bir dağ yamacından, yetişkin bir botanik cennetine dönüşmüş.
Gece alt bahçedeki konuk evine (onun deyimiyle “konukkondu”ya) yatmaya giderken, bahçede fenerle dolanarak gülüşmelerimiz, sabah Ceylân’ın leziz incir ve kayısı reçelleriyle donattığı kahvaltıya tırmanış, can yoldaşı kocaman siyah köpekleri kara tatlı suratlarıyla hep yanımızda.
Sonra bir doğum günü daha kutluyoruz: Ceylân Orhun, önce düşlerinde kurduğu, sonra gerçekten yarattığı limonluğu gezdiriyor bize, haklı bir gururla. Kitapta, “bahçe içinde bir bahçe daha oluşturduğumu anladım” diye tanımlıyor limonluğu. Sera ve fidanlık olarak işlev gören ve gerçekten de ikinci bir bahçe kadar emek isteyen bu cam ağırlıklı bina, üst bahçenin de en üstünde, evin arkasında, en tepede, ormanın kıyısında duruyor, her şeye hâkim, sanki bahçenin serüveninde önemli bir yeri olduğunun farkında. İçerideki bitkilerin çeşit ve güzelliğini ayırt etmem mümkün değil bir bakışta.
Kendi anılarımdan ayrılıp, Ceylân Orhun’un kitabına dönüyorum. Ocak ayında çok oyalanıyorum, çünkü kitabın hem dönüm hem denge noktası bu bölüm, öylesine incelikle kurgulanmış. Dolayısıyla, ocak ayının bu doğum, doğuş, kutlama, sevgiyi paylaşma ortamına, kitapta hem pratik hayattan roman sahnesi gibi yaşanmışlık ayrıntıları eklemiş, hem de zihninde oynaşan felsefî dokunuşları yerleştirmiş.
Bahçeyi çok az tanıyan bende bile bitki-botanik merakı uyandırdığına göre, felsefî çağrışımlar, titreşimler yarattığına göre, bu mekânın, yazarın deyişiyle, “yaşayan tablo” gibi okuru yakalaması, içine alması şaşırtıcı değil. Ben bunu kitaptaki yazı tarzının hem konuşur gibi sadeliğine hem düşünür gibi sürükleyiciliğine bağlıyorum.
Bol okuyan, bol düşünen, araştıran, yaşadıklarını hep tartan, süzen bir bahçeci var karşımızda. Tohum yetiştirmeye gösterdiği özen, sulama konusunda daima tasarrufa yönelerek geçirdiği değişim, etkileyici. Bitki türleri toplamaya ve öğrenmeye merakı âdeta bulaşıcı. Ama en çok dili kullanışı ve hayata bakışı etkiliyor insanı.
Gene ocak ayında, bahçedeki artezyen kuyusuyla yetinmeyip, su toplamak için büyük bir çukur açtırırken, kepçe makinesini çalıştıran işçi bir yamaca yaslanıp soluklandığında, yanına ilişip yaptığı sohbet, unutulmaz sahnelerden birisi.
Ceylân Orhun feng-shui kaygısıyla, iyi enerjileri bahçede tutmaya çalışırken, çukuru yanlış yere kazdıklarını fark ediyor. Bunu adama nasıl söyleyecek? Belki doğanın ilhamıyla soruyor: “Ustam, büyüye, cinlere, perilere inanır mısın?” Cevap, evet! Zavallı işçimiz büyü altında olduğuna inanmaktadır. “Kazdığımız çukurun yerinin ruhu doğru değil desem?” Cevap gene olağanüstü: “Diyecektim abla, dilim varmıyordu!” Böylece iki farklı dünyanın insanı, doğanın bağrında aynı noktada buluşuyorlar.
Ceylân Orhun daha sonra, bahçe nedir, bahçecilik nedir diye düşüncelere dalıyor, okuru da beraberinde götürüyor tabii. Bir düşüncesi beni esaslı şekilde duraksattı.
Yıllar önce birlikte keşfettiğimiz ve üzerinde uzun fikir alışverişleri yaptığımız Japon mimar Arata Isozaki’nin Mimaride Japonluk[1] kitabında kullandığı “ma” kavramıydı bu. Ceylân, bahçeyi doldurmak kadar bahçede boşluklar bırakmanın da önemli olduğuna değiniyor. Aynı fikirdeyim. Tıpkı sanatçıların resimlerde boşluk bırakmayı göze almaları gibi, boşluk bence de estetik ve etik bir cesaret işi. “ma” kavramı da, mimarî alanda ve zamanda bir boşluk, bir ara, Ceylân’ın deyişiyle bir “gedik” bırakma hünerine işaret ediyor.
Boşlukları bahçenin kendi serüveni nasıl oluşturuyor ve o boşlukları zaman nasıl sarmalıyor, boşluk-doluluk ilişkisi nasıl bir üçüncü boyuta dönüşüyor, yazarla birlikte biz de başlıyoruz düşünmeye.
Bahçe ile bahçeci arasındaki bu ilişki âdeta büyülü. “Bahçeyle birbirimize zaman ve alan yaratarak duraksamalara giriyoruz, eşzamanlı olarak da dönüşüyoruz” diye tanımlamış Ceylân Orhun bu büyüyü.
Hikâyelerin anlatılabilmesi de bu karşılıklı dönüşüm sayesinde oluyor zaten. “Gerçekliklerin yer değişimi” diyor yazar bu duruma, nefis bir ifadeyle. Çünkü aslında, bahçe de kendi hikâyesini kuruyor bir yandan. “Her bitkinin bir öyküsü vardır” sözünü hatırlıyorum. Böylece gene başa döndük. Bahçe yapmanın döngüsü, tıpkı yaşamanın kendisi gibi, baş döndürebiliyor bazen. Kitapta en çok bu duygusal, zihinsel baş dönmeleri hoşuma gitti.
Düşünmek, okumak, yazı yazmak ve bahçe yapmak birbirine sıkı sıkıya bağlı Ceylân Orhun’un hayatında, bunu hemen anlıyorsunuz kitabı okurken. Bu yazar, hem durmaz bir bahçeci hem doymaz bir entelektüel.
Kış aylarını sevmesinin bir nedeni de daha çok okuyabilmesi. Aralık ayında mesela, İskoç bahçeci ve bahçe şairi Ian Hamilton Finlay’in dünyasına götürüyor bizi. Onun “Little Sparta” adlı ünlü bahçesinden söz ediyor. “Bahçecilik sonsuzluğu, sınırsızlığı anlama çabasıdır ola ki” diye tanımlıyor Finlay’in bahçe tutkusunu, biraz da kendisine benzeterek. “Sözcükler de bitkiler gibi yaşadıkça kök salar” diye düşünüyor, ki bu cümle özellikle hoşuma gitti. Sözcüklerle, yazmakla, bahçe yapmak arasındaki ilişkiye kendisi gibi bakan bir ruh ikizi bulduğunu anlıyoruz.
Ama Ceylân Orhun bir yandan da, gün geliyor, sözcükleri bile yetersiz bulabiliyor, bahçenin dinamizmine kıyasla. Tıpkı Finlay gibi o da bazalt taşlarına yazı ve şiir kazıtırken, bir yandan sözcüklerin fazla mı durağan olduğunu soruyor, bahçedeki sürekli dönüşüme karşın, sözcükler yeterince dinamik mi diye sorguluyor:
“Sözcüklerin devinimsizliği otoriteyi, ölümlülüğü sembolize ederken, bahçe bir karşı duruş, bir devrim, başka bir dünyanın olasılığı, zamanın mekâna dönüştüğü bir yer olarak da çıkıyor karşımıza Finlay’in bahçesinde” diye düşünüyor.
Bahçe ve devrim. Bu güzel tezat, bu kışkırtıcı benzetiş, tamamen kabulüm.
Şubat ayı yazarın bahçede bir yengeç bulmasıyla başlıyor! Bir yandan da öğreniyoruz ki, “tohum ekilmeye başlanan aydır.” Işık değişiyor bir yandan. Shakespeare’den aktardığı bir deyimle, yağmurdan sonra gelen güneş gibi parlayan aşk misali, bahçe parlamaya başlıyor. Yazar, bitkilerin zamanla ilişkisi üzerine düşünce üretmeye koyuluyor. Bir yandan da, sevimli mizahıyla, bu ayda teslim edilen bahçe tipi traktörüne “sıpa” ismini veriyor. “Araçlarıma isim vermeyi sevenlerdenim.”
Mart ayı, Dünya Kadınlar Günü’nü de getirdiği için, toplumsal cinsiyet düşüncelerine yöneliyor, kadınların bahçecilik tarihindeki yerine bakıyoruz, Osmanlı bahçelerinin tarihine giriyoruz. Derken gene aynı soru: neden bahçe? “Sonsuzluğa kök atmak mı” diye soruyor yazar.
Erkeklerin hep ölümle ilişkili felsefe kurması yanında, Hannah Arendt’in doğum ve doğumluluk felsefesi yaratışına değiniyor sonra. Kendi bahçeciliğini sorguluyor. “Büyük kentlerdeki vahşi dünyanın varlığına dayanabilmek için” diye alıntı yapıyor Arjantinli bir arkadaşından. Bahçe yapma nedenini, “ölüme topluca karşı durabilmek için, doğumlu bir yaşama kendini adamak” diye tanımlıyor sonunda.
Hannah Arendt’le ilgili çok yakında benzer bir deneme yazdığım için, Ceylân Orhun’la zihinlerimizin, okumalarımızın, nasıl yıllardır örtüştüğüne bir kez daha şaşırıyor ve seviniyorum.
Nisan, bir taşınma ayı olarak geliyor karşımıza. Yazarın kocaman saksılara yer aradığı, limonlukta korumaya alınan bitkileri nerelere yerleştireceğini, sürekli deneyerek ve yanılarak bulduğu, toprağa ekileceklere mekân seçtiği bir ay.
Bir ara soruyor: “Agave tutkunu olduğumu söylemiş miydim?” Evet, söylemişti, ama gene söylemesinde zarar yok, her seferinde yeni bir şey öğreniyoruz çünkü.
Eski Yunancada “asil” ve “hayranlık duyulası” demekmiş bu sözcük. Heykelsi bitkilerin belki en güzeli, yazara göre. Tanrıça Afrodit’in kızı Harmonia ile Kral Kadmus’un kızıymış Agave.
Bu bitkinin çeşitlerinden nasıl koleksiyon oluşturduğunu, ne zahmetlere katlandığını, her adımıyla izliyoruz kitapta. Şaka değil, yaklaşık yedi dönümlük dev bir araziden söz ediyoruz. “Zakkum Yokuşu” gibi yollarıyla, tarhlarıyla, taraçalarıyla, sebze bahçesiyle, yüzlerce ağacıyla, düzinelerce çiçek yatağıyla, peyzaj mimarisi yapar gibi özenle yerleri değiştirilen dev kayalarıyla, 15 yıl emek verilmiş bir alan.
Bahçecilikte her güzelliğin bir zahmet bedeli var, elbette, gene ocak ayında karşılaşmıştık bu düşünceyle. Yazardan uzunca ama nefis bir alıntı ekliyorum:
“Cennetin suretini yaratırken cehennemle savaşmaktır bahçeyle uğraşmak. İyi bir bahçevan yenilir, ama teslim olmaz. Sorgulamayı, soru ekip biçmeyi sürdürür, yanıtların çiçek açacağından umut kesmez.”
Bir yolculuktan dönüşte bahçesine girdiğinde ettiği duayı görüyoruz sonra. Hem tarih zenginliği hem doyumsuz doğal güzellikler sunan bir coğrafyada yaşadığı için şükrediyor: “Göz alabildiğine ufkumu dolduran şarap rengi Cova’nın karşı kıyısındaki, Knidos’lu tanrıçam Afrodit’e şükranlarımı sundum.”
Böylece hatırlıyorum, ilk tanrıça testini gene o coğrafyada Ceylân’la birlikte yaptığımızı. Bana Athena çıkmıştı, ona Afrodit.
“Tükenmez bir koşturmaca zamanı” ve “maraton çalışma” bahçede hiç durmuyor, bahçecinin zihni de sürekli çalışıyor. Mesela en zahmetli işlerden birine giriştiğinde, günlerce ot yolmaya başladığında, zihninden çok tatlı muziplikler geçiyor.
“Katliamcı, açgözlü dünya liderlerine,” bahçede ot yolmayı ve sürdürülebilirliği öğretecek “karşılaştırmalı liderlik-insanlık sertifika programı” yaptırmak fikri şahane bence.
Fakat yazarımız, temelde bahçeci olduğu için, bir an dinlenmek için doğrulduğunda, dünya güzeli başka düşünceler geçiyor zihninden: “Bahçe içinde bir bahçe, daha doğrusu bir evren olduğunun farkına varıyorum.” Böyle yankılı, çağrılı çok cümle var Ceylân Orhun’un kitabında.
Ve kitapta en heyecanla beklediğim, çünkü benim en sevdiğim ay olan hazirana geliyoruz, sevinçle. Bizim gibi sürekli günlük tutan, yazı yazmaya meraklı insanlar için en önemli ve en kutsal nesnenin arayışına çıkıyor yazarımız: defter!
Elbette ideal defteri bulmak zordur, hele yazarımız gibi bir dağ başında oturuyorsanız. Önce “İlk defter en uygun olarak önünüze çıkan- ilk bakkal veya bir marketten alınır” diye başlıyor arama, “kapağı ilkokul çocuklarını özendirecek mikili, civcivli, köpekli, balonlu türünden defter de olabilir.” Ama sonra, daha özenli bir arayış başlar. “Daha şık kırtasiyelerde defter avına çıkılır. Çeşitlerin çokluğundan yanlış seçim yapmak kaçınılmazdır.”
Birden anlıyorum ki, defter arayışı, bahçeci daha acemiyken bile çıktığı çiçek ve bitki arayışlarına çok benziyor. Orada da yanılmanın büyük payı olduğunu söylüyordu yazar bize. Zaten defter dolmaya başladığında, bahçe ön plana çıkıyor hemen. “Hava soğuk, frangipani’leri örtmeliyim/ Bu sabah sıcak erkenden bastırdı, sebzeleri fazlasıyla sulamalıyım.” Hava durumunun en önemli etken olduğunu biz okurlar da hemen öğreniyoruz. Hatta bu konuda, ünlü tiyatro yazarı Karel Čapek’in Bahçecinin Yılı kitabından bir alıntıya rastlıyoruz: “Ocak ayında bahçevan havayı işler.”
Ceylân Orhun, iklim notlarıyla birlikte “Emeklemekten amatörlüğün ötesine ilk adımı atıyorsunuzdur” diye cesaretlendiriyor, bahçeciliğe aday okurlarını. Fakat sonra bir cümleyle iyice kalbimi fethediyor: “Sevgiliye kavuşurcasına en uygun defteri bulduğunuzda, bir daha aynısını bulamazsam düşüncesiyle birkaç tane alarak stoklarsınız.” Bu söylediğini ne kadar sık yaptığımı ben de hatırlamıyorum. Ceylân ise, aynı stoklamayı, sevdiği yahut merak ettiği bitki ve çiçek türleriyle de yapıyor, farkı burada.
Peki, bahçe yapmakla yazı yazmak arasındaki farklar veya benzerlikler nedir?
Kasım ayında ressam Balthus’un anılarından söz etmişti, benim de çok sevdiğim bir kitap. “Gizemi evcilleştirme umudu” deyimi derin düşüncelere yönlendiriyor bizi. Daha çok resimle ilgili bir söz olsa da, yazıya da uygun. Hele bahçe yapmaya iyice uygun, çünkü bahçe kadar sonsuz ve çelişkili: Gizemi evcilleştiremeyeceğimizi biliyoruz, gene de bazen denemekten alıkoyamıyoruz kendimizi. Bir zencefil zambağı evcilleştirilebilir mi? Yoksa bahçede sizinle yaşamayı kabul etmesini mi beklersiniz sadece? Bahçe yapmak, böyle cevapsız sorularla dolu Ceylân Orhun için. Ama asla vazgeçmiyor, kesin olan tek şey o.
Fakat işte kasımın sonunda geliyor en güzel cevap. Yazarın alçak gönüllüğüyle birlikte geliyor. Bütün pasajı alıntılıyorum, çünkü çok güzel:
“Bir bahçe yapmak, tam da haddimi aşarak yazmaya soyunduğum bu kitaba benziyor. Değinmiştim, yeniden okumayı, durup düşünmeyi, düşlemeyi, görmeyi, sürekliliğini denkleştirmeyi, Kâh eksiltip sadeleştirmeyi, kâh abartıp öne çıkarmayı, geri çekilip üzerine uyuduktan sonra tam oldu derken yeniden üzerinde çalışmayı talep eden bir çiçek tarhı.”
Ceylân Orhun hiç de haddini aşmamış bence. Okuduğum en güzel yazma tanımlarından biri bu.
Ot yolmakla kendi yazdıklarını ayıklamak çok da farklı işler değil sonuçta! Bahçeci de yazar gibi, kendi kendinin editörü olmak zorunda galiba.
Yazmaya yeterince vakit bulamayıp, bahçe notları almaktan bahçe blog’ları okumaya atlayan yazarımız gibi, ben de tekrar haziran ayına atlıyorum. Bitiş cümlesi şahane:
“Başka bir dünyanın prototipi olarak sanatçıları etkileyen, esinleyen, başyapıtlar çıkarmalarına neden olan bitkilerin yetiştiği bahçe, sürekli yeniden okumalara açık. Huzur verirken meydan okuyan duruşuyla da, bahçeciliği baştan çıkarıcı bir uğraşa dönüştürüyor; sanat gibi.”
Bu cümleden birkaç sayfa önce, yazarın eşliğinde Claude Monet’nin bahçesini ve bahçe notlarını ziyaret ediyorduk; tıpkı kitabın sayısız düşünce duraklarından birinde Voltaire’in bahçesine, ya da Rousseau’nun botanik çalışmalarına uğradığımız gibi.
Sanatın ve bahçenin çilesi, en çok temmuz ayında, benim doğduğum ayda çıkıyor ortaya. “Savaş ayıdır” demiş yazar. Kavurucu sıcakla savaş, böceklerle ve parazitlerle savaş, hayatta kalma savaşı. Bir yandan da, bahçedeki üretim fazlasını pazarda satmaya başlıyor yazarımız, yöredeki insanların beğenisini tartıyor, çiçek ve bahçe beğenilerini dönüştürmeyi deniyor, pazarlama konusundaki gözlemleri minik bir sosyolojik araştırma gibi.
“Gerilla bahçecilik” girişimi bununla da kalmıyor, gittiği her yere tohumlar serpiyor, bir zamanlar ayak bastığı her kıyıya minik bitkiler diktiğini hatırlıyor. Ceylân Orhun için bahçeciliğin bir muhalefet biçimi olduğunu bir kez daha anlıyoruz.
Kitabın kapanış bölümünde, ülkedeki politik ve sosyal yıkıma şiirsel bir dille değinmiş. Aslı Erdoğan’ın özgür kaldıktan sonra verdiği bir söyleşiyle noktalıyor kitabı. Cezaevindeki kadınların bütün engellemelere rağmen saksıda çiçek yetiştirmek için verdikleri mücadelenin hikâyesi, yazarın bahçecilik direnişiyle örtüşüyor.
Ceylân Orhun’un kitabı aslında iki defa okunmak istiyor. Birinci sefer, bahçeciliğin inceliklerini öğrenmek, dünya bahçelerinin engin alanında dolaşmak, bahçecilik akımlarını tanımak, bitkilerle ve toprakla, doğanın derinliğiyle tanışmak için. İkinci sefer de, yazarın kitaba serpiştirdiği, her biri deneme tadında düşünce öbeklerine tekrar odaklanmak için.
Yazarın felsefî dokunuşlarından birkaçında zorlandığımı da itiraf etmeliyim. Derin düşüncelerin ve karmaşık cümlelerin içinden kolay çıkamadım, çetrefil bir çalı gibi ayıklamaya değiyordu gene de; fakat bütün diğer felsefî dokunuşları, kitapta bize tanıttığı berrak, duru, rengârenk bitkiler kadar aydınlatıcı ve ufuk açıcı, insanı alıp “başka dünyalara” götürüyor.
Botanik-entelektüel bir yolculuk gibi kitap. Ceylân Orhun, bahçenin her köşesini, her bitkiyi, hikâyesini de anlatarak nasıl gezdiriyorsa okura, aynı şekilde muhteşem düşünce öbekleri getiriyor karşımıza.
Bunlardan en çok sevdiğim, aralık ayı bölümünde ele aldığı, Robert Pogue Harrison’ın Bahçeler; İnsanlık Durumu Üzerine Bir Deneme[2] adlı kitabıyla ilgili değinmeler. İzmir doğumlu bir Levanten olan Harrison’ın ve ailesinin 20. yüzyıl başlarında, Bornova’da yarattığı botanik cennetiyle, daha çok yakında, Giles Milton’un Kayıp Cennet[3] adlı, 1922 İzmir felaketiyle ilgili kitabını okurken kısaca tanışmıştım. Zaten, yazarla okuru arasında, çeşitli okumaların böyle zincirleme birbiriyle konuşarak, çağrışımlar yaratarak yeni ufuklar açması, Ceylân Orhun’un kitabında en çok hayran olduğum özelliklerin başında geliyor.
Harrison’ın görmek hakkında yazdığı “Kaybolan Görme Sanatı Üzerine” adlı denemesini bilmiyordum. Görüntü ve imge arasındaki ince farka değiniyor. Bizler bugün çoğunlukla imgelerle yaşıyoruz. Hâlbuki görüntü çok farklı algılanan bir şey.
“Bir fenomen yarı karanlık derinliklerden doğmadıkça, böyle bir görüntü yoktur, sadece statik imge vardır” cümlesini aktarmış Ceylân Orhun, sonra Harrison’ın asıl can alıcı cümlesine geliyor: “Bahçe hiçbir şey değilse, bir fenomendir ve konu edilen yarı karanlık derinlikler bahçeye ait oldukları kadar onu izleyenlerin zihni ve ruhundadır da. Derinliğin bu iki boyutu ansızın karşılaşıp birbirlerinin içine akıştıklarında, fenomen kendini gösterir.”
Bu inanılmaz pasajı okur okumaz, şu sıra okumakta olduğum Leonardo da Vinci’nin hayat hikâyesi geldi aklıma. Kitabın yazarı Walter Isaacson, Leonardo’nun icat ettiği “sfumato” tekniğini anlatırken, bunun bir resimde sadece gerçekliği daha doğru yansıtmak için kullanılan bir teknik olmakla kalmadığını söylüyor.
Figürlerin kenar çizgilerini biraz dumanlı, belirsiz resimlemesinin aslında biz insanların bildiklerimizle, bilmediklerimiz arasındaki bulanık sınırla ilgili bir analoji, bir benzetme olduğunu söylüyor. Bilinenle, gizemli kalan arasındaki gölgeli, karanlık alan. Mona Lisa’nın belirsiz gülümsemesi gibi. Isaacson’a göre Leonardo için, bu belirsiz yahut karanlık alan asıl yaratıcılığın, hayal gücünün, bizlerin doğaya kattığımız bakışın doğduğu yer.
Ben Binbir Bahçe Masalları kitabının o sayfasında takılıp bunları düşüne durayım, Ceylân Orhun hızla bahçe işlerine dalmıştı bile, kuruyan çalı yapraklarını bahçe gübresine eklemeye, Kasım ayının nemli toprağında leziz çintar mantarlarını aramaya koyulmuştu çoktan!
Fakat sonra kitabın nisan ayı bölümünde, aniden Leonardo karşıma çıkınca, elbette artık şaşırmadım. Ceylân da yıllar önce Leonardo’nun bitkiler ve bahçeler üzerine yazılarına rastladığında şaşırmadığını söylüyor. Sonra da onun sarnıç kültürüyle, su rezervuarlarıyla ilgili değinmelerine işaret ederek, kendisinin de yıllardır hayalini kurduğu sarnıç uygulamasının “yasalarla zorunlu kılınarak, acilen” yeniden gündeme getirilmesini öneriyor. Çok haklı olarak.
Görmenin felsefesinden, bahçenin fenomenolojisine, Leonardo’nun sarnıcından, evet, fenomenoloji ustası Martin Heidegger’in kırsaldaki ünlü kulübesine kadar uzanan bir yazar, gene de kitabın ve hayatın her sayfasında ayağını yere, toprağa basmaktan vazgeçmiyor asla.
Bu kadar çok felsefî değinmeden sizin de benim gibi başınız döndüyse, kitabın sonundaki yazar dizinine bakmak yeterli: “Hayat nedir” sorusu üzerine verilen bir seminerin gayet seçici ve seçkin okuma listesi çıkacak karşınıza.
Ceylân Orhun, kendisi de kitapta itiraf ettiği gibi, doymaz bir bitki tutkunu olduğu kadar, iştahı tükenmez bir kitap kurdudur aynı zamanda. Dünyanın dört bir köşesinden bahçesine tohum ve bitki taşıdığı gibi, fikirler ve kitaplar da toplar, getirtir sürekli olarak. Bahçesini nasıl özenle buduyorsa, bu kitapları da sayıları fazla artınca aynı özenle üniversitelere, okullara, özel kütüphaneler bağışlar.
Kütüphaneci bir yazardan söz ediyorum sonuçta. Uzun yıllar birbirimizden ayrı kaldıktan sonra, 1990’lı yıllarda yeniden buluştuğumuzda, Kadın Eserleri Kütüphanesi’nde çalışır bulmuştum onu, oraya gerçekten gönül vermişti, epey bir süre genel kurulundaydı, Şirin Tekeli’yle öyle tanışıp dost olmuştu.
Ceylân’ın giderek azalan İstanbul ziyaretlerinden en yenisinde, daha bu şubat ayıydı, Alakarga Yayınları’ndan çıkan, Ángel Esteban’ın kütüphaneci yazarları ele aldığı Yazar ve Cenneti kitabını birlikte edinirken, ne kadar keyif aldığımızı hatırlıyorum.
Bahçeci ve kütüphaneci bu yazar, farklı bitkilerle, yeni kitaplarla ve fikirlerle tanışmayı sevdiği kadar, insanlarla tanışmayı ve insanları bir araya getirmeyi de sever. Bunu eskisi kadar yapamadığını, sosyalleşmeye fazla zaman ayıramadığını kitapta kendisi de itiraf ediyor. Ancak bütün enerjisini bahçeye yöneltmesi, dünyadan uzak durması anlamına gelmiyor elbette. Eylemcilik onun ruhunda var.
1990’larda ben Türkiye’yi anlamaya çabalayan bir gazeteciydim, o ise Türkiye’yi ve dünyayı değiştirmeye çalışan, kadın hakları savunucusu, insan hakları ve çevre savunucusu bir sivil toplum ve kültür aktivistiydi. Bahçecilik onun duruşunun ve eylemciliğinin başka bir düzeyde devamı sadece. Bahçeyi devrimle kıyaslarken, kendisi de kitabında bunu açıkça ifade ediyor zaten.
Ceylân Orhun Mazı’daki muhteşem araziyi satın aldığı sıralarda, ben ve eşim de Çanakkale Assos’ta minicik, mendil kadar bahçesi olan bir ev almıştık, benim hayatıma da böylece çocukluğumdan beri ilk defa bir bahçe girmiş oldu, ne kadar mütevazı olsa da. Ellerimi ender de olsa ne zaman toprağa bulasam, Assos’tan Mazı’ya, Ceylân’a sevgi yollarım. Onun hediyesi bir mazı durur minicik bahçemizde.
Ceylân kitabının başına herhangi bir ithaf yazmamış, ama yazsaydı, sevgili annesine ithaf ederdi eminim. Onun annesi Ceyda Orhun, rahmetli, sıkı bir bahçeciydi. Benim annem de, rahmetli, bahçe yapmazdı ama doğa ve bitki tutkunuydu. Assos’taki bahçeye ilk geldiği zaman, önceki sahiplerinin diktiği ağaçların hep çifter durmuş, birbirine doğru eğilmiş hâlini görünce, “sevdalı bahçe” adını takmıştı.
Ceylân Orhun’un Binbir Bahçe Masalları’nı yazdığı Mazı bahçesi de bence sevdalı bahçe ismini hak eden, sevdayla yaratılmış, olağanüstü bir mekân. Bunun nasıl bir sevda olduğunu, kitapta rahmetli Şirin Tekeli’yle birlikte bir ardıç ağacı dikerlerken yaptıkları sohbeti kitapta aktardığı bölümde çok güzel açıklıyor.
Önce not etmeliyim ki, ikisinin çok sayıda ortak yönlerinden biri de, resim yapmaları.
Ceylân Orhun orta yaşlarına kadar ressamdı, suluboyalarına hayrandım, resim yapmayı bıraktığı için hep hayıflandım, bu bahçeyi yaratınca şikâyeti bıraktım. Şirin Tekeli de bence başarılı bir ressamdı, onu Bitez’de son ziyaret edişimde, bana hediye ettiği ve üzerine Afrika maskesi gibi nefis bir kadın yüzü boyadığı iri çakıl taşı hâlâ en değerli hatıralarımdan birisidir.
Çok sevdiğim bu iki kadın, Mazı’da ardıç ağacı dikerken, bahçe yapmakla resim yapmak arasındaki ilişki üzerine sohbet ediyorlar, kitabın ekim ayı bölümünde. Ceylân, bu konudaki düşüncelerini şöyle süzüyor:
“Bahçeyle uğraşmak resim yapmak gibi. Bir renk buraya, bir doku şuraya, lekelerle uğraşıyorum. Üç boyutlu, sürekli gelişen, dahası, yaşayan bir resim. Belirli bir kurgu var bu bahçeye ekilen bitkilerde.”
Pogue Harrison’ın “görmek” konusundaki fikirlerine değinirken, nefis bir şey daha söylemişti. Bahçede sabah rastladığı bir bitkiyi ya da kayayı, akşamüzeri istese de bazen yakalayamıyordu. “O hep oradadır ama bir an sergiler gizemli güzelliğini.” Ceylân, sürekli cep telefonuyla fotoğraf çekenlere de acıyarak bakıyor biraz, ressam gözüyle. Çünkü fotoğrafla sabitlenmeye çalışılan kesit, “bütünü ıskalar” ve giderek “görülemez” hâle gelir, ona göre. Bence çok haklı.
Hâlbuki resim yapar gibi bahçe yapan kişi, bakın ne kurgular hazırlıyor, “görebilen” göz için: “Saatlerce hatta günlerce aynı noktaya farklı ışıklarda, farklı açılardan bakıp oraya ne yerleştireceğimi keşfetmek, o noktanın ileride nasıl görüleceğini önceden ‘görmek’ keyif veriyor.” Bu sefer de, ressam bahçeci iş başında. Leonardo’ya bir selam, bahçede ruhu dolaşan Şirin’e de bir selam.
Bahçeciliğin yazarlığa benzeyişine kıyasla, ressamlığa benzeyişi üzerine bir düşünceyle noktalıyor bu sohbeti, yazarımız:
“Sözcüklerle yaratıcılığı açığa çıkarmaktan çok farklı. Sözcükler kişinin özeline dair koşullanmışlıklarla, … edinilmiş bilgiyle sınırlı kalabiliyor sonuçta. Bahçe daha özgür ve daha net. Bahçede ‘satır araları’ yok farklı okumalar için. Görülen, okunulan neyse o ! En önemlisi de ‘mış’ gibi yapmıyor.”
Ceylân Orhun bu kitabı yazarken, bir kez bile “mış” gibi yapmamış. Hayatını, çabasını, zihnini, ruhunu, hepsini ortaya koymuş. Düşünceyi en yalın cümleyle tamamlıyor: “Seviyorum bahçe yaratmayı.”
Sevmek. Yeterli ve gerekli tek neden, bahçe yapmak için. Ceylân Orhun’un artık kitap yazmayı da sevdiğini biliyorum, her satırından belli. Bence bu kadar özenle, hikâyeyle kurduğu bahçenin “satır aralarına” biraz haksızlık ediyor burada, ama ne demek istediğini çok iyi anlıyorum. Bahçede eğer satır arası varsa, kendisi de çok güzel ifade ettiği gibi, “derinlik giyinmek” içindir bu, Leonardo’nun sfumato tekniğinde aradığı, gizemle bilgi arasındaki derinliktir. Yazıda ise, satır araları aldatmaca olabilir bazen, hâlbuki bahçe insanı aldatmaz. Bahçenin yalan söylemesi imkânsızdır. Kitabı okuyunca, bunu iyice anladım.
Ceylân Orhun bahçecilik devrimine devam edecek, biliyorum, ama kitap yazmayı da sürdürecek, eminim. Binbir Bahçe Masalları kitabını okurken, Mazı’daki bahçeyi, o güzelim jacaranda ağaçlarını nasıl özlediysem, Ceylân Orhun’un yeni kitaplarını da öyle merakla bekleyeceğim.