Buz. Mevsimler yok oluyor. Kaynaklar yok denecek kadar azalıyor. Yaklaşmakta olan buz çağı, bildiğimiz dünyanın sonunu hazırlayacak büyük yıkımın tetikleyicisi oluyor. Bu iklimsel gelişmenin yanı sıra dünya büyük bir kaosun tehdidi altında
15 Mart 2018 14:02
Buz, Anna Kavan’ın ilk kez 1967’de yayımlanan romanı. Metin, anlatım dili ve formu açısından farklı türlerin çatısı altında kategorize edilebilir belki. Hatta yazarın, çok sevdiği Franz Kafka’nın tesirlerini taşıyan yaratıcı bir dil inşa ettiği de söylenebilir. Zira Buz adlı romanının, “kafkaesk” bir anlatıma yakın durduğu da birçok yerde ifade ediliyor. Buna karşı çıkmak söz konusu değil. Ancak buna benzer edebî konumlandırmaların sınırlayıcı bir tavrı olduğunu düşünmek de metnin analizi açısından iyi olacaktır. Analitik bir okumanın okuru tahrik etmesi, davet etmesi hatta belki meydan okuması ve kendinden kuşku duyması gerekir ki bu bilgi açılımlı bir okumayı ama aynı zamanda bir ölçüde çağrışımsal bir okumayı da mümkün kılsın.
Buz, bu anlamda zengin bir okumayı mümkün kılan ilginç bir metin. Zaman, mekân gibi olguları, metnin odağından uzak tutarak tasarlanmış bir kurgu ile karşımıza çıkıyor. Bu durum metne evrensel bir kaygı ve kuşku ile yaklaşmamızı mümkün kılarken, onu, zengin çağrışımlarla dönüşmeye açık bir okumanın da biricik nesnesi konumuna taşıyor. Bir çağı kapatmış, bir dönemin sonuna gelmiş, kaynaklarını ve insan olma hasletlerini tüketmiş bir dünyanın karşı karşıya kaldığı “yazgı”yı anlatmaya çalışıyor Buz. Mevsimler yok oluyor. Kaynaklar yok denecek kadar azalıyor. Yaklaşmakta olan buz çağı, bildiğimiz dünyanın sonunu hazırlayacak büyük yıkımın tetikleyicisi oluyor. Bu iklimsel gelişmenin yanı sıra dünya büyük bir kaosun tehdidi altında. Militarist devletlerin kendi aralarında yaşadıkları politik/ekonomik mücadeleler insanların tabiatını da değiştiriyor.
Bu sert mücadelelerin gölgesinde yaşamaya çalışan insanların ruhları da soğumaya başlıyor. Çürüme her yerde. Öte yandan, romanın başkarakterlerinin isimleri de yok. Anna Kavan, isim koyma mefhumundan uzak durmaya çalışıyor. Sanki onun için ülkelerin, kentlerin, kadınların ve erkeklerin isimlerinin belirleyici bir önemi yok. O, bu tercihi ile kurguyu baştan sona tahakküm altına alan gizem duygusunun çözülmesini istemez gibi. Bilinmezliğin bir tipi fırtınası içine karışmasını ister gibi. Gümüş saçlı kız, anlatıcı ve muhafız gibi başkahramanlar genel olarak bir tercüme eylemiyle karşımıza çıkıyorlar. Yani tavırları, fikirleri ve nasıl bir hayat yaşadıkları ile ilgili bazı öngörüler var. Ancak yine de onların gerçekliği de buzla birlikte silinip, yok olacakmış hissi uyandırıyor okurda. Bununla birlikte gümüş saçlı kızın, anlatıcının ya da muhafızın gerçekten var olup olmadığı bir yerden sonra önemini kaybediyor. Belki kurgunun inşası içerisinde hiç önem teşkil etmemişti. Yaşamda neyin önem teşkil ettiğine dair kimsenin bir şey bilmediği/emin olmadığı bir dünyada onlar, kafa karışıklığının, ortaya çıkan sapkınlıkların birer simgesi hâline dönüşüyorlar. Metnin ilerleyen bölümlerinde anlatıcı ve muhafızın, gümüş saçlı kızın peşinde olduklarına dair süregelen kovalamaca ve akıl oyunları, okurda muhafızla anlatıcının aynı kişi olabilecekleri izlenimini güçlendiriyor. Öte yandan okur, gelişen olayları anlatıcının naklettikleri ile öğreniyor. Onun gördüklerinin/hissettiklerinin tanıklığını yapıyor. Ve bu, okuru her şeyi gören “göz” konumunda sabitlerken, metinde bir başkalaşımın gerçekleşmekte olduğunu da görme şansını veriyor. Evet, anlatıcı, fiziksel ve zihinsel kudretinden etkilendiği muhafızın bu iktidarını sık sık dillendiriyor ve evet, diğer yandan onun bu azametinden kaygı duyduğunu, buna öfkelendiğini ve hatta bir ölçüde bunun karşısında ezildiğini de ifade etmekten geri durmuyor. Ancak muhafızın kendisinde sebep olduğu tüm duygu durumları ona bir özdeşleşme imkânı da yaratıyor. Muhafız, anlatıcının kendisini anlaması için sınanması gereken bir figür gibi. İlerleyen bölümlerde anlatıcı, muhafızla aynı kişi olduklarına dair görüşünü paylaşıyor okurla. Yani ona dönüşmüş olabileceğini düşünüyor. Dünyayı başkalaştıran buz, bir imge olarak anlatıcıdaki bu başkalaşımın izdüşümü gibi. Bu ikilik, metni halüsinatif bir kurgu olarak tanımlamamıza da olanak tanıyor. Mühim olan bu halüsinatif etkilerin gerçekliği tanımlarken devamlı olarak değişen, dönüşen, ortaya çıkan, kaybolan ya da zayıflayan/güçlenen olguları nasıl tercüme ettiğimiz ile ilgili olması bana kalırsa. Kahramanlar yaklaşmakta olan buzun yok edici gücüne karşı koymanın yollarını ararken ya da karşı koymaktan vazgeçerken birbirlerine dönüşebiliyorlar, birbirlerinden uzaklaşabiliyorlar ya da birbirleriyle çarpışabiliyorlar. Bu, Kavan’ın kaotik zihinsel yaratıcılığının bir tezahürü öte yandan. Dolayısıyla kurgunun içerik olarak vadettiği bir şimdi ya da gelecek tasarısı yok. Düşmekte olan dünyanın bir umudu olabileceğine ya da kurtuluşun reçetesinin ne olabileceğine dair bir öngörüsü de yok. Olmakta olanı resmediyor Kavan. Gerçeği tanımlama ve ona katlanma arzusunu, birbiriyle dirsek teması içinde olan anlatı dillerini birbirine yaklaştırarak anlatmayı seçiyor. Ancak bu dil, tanıdığımız güvenli alanı dışlayarak neredeyse okura eziyet eden, onun algılarını felç eden bir dile, bir kâbus diline dönüşüyor.
Öte yandan dünyayı beklemekte olan tek sorun iklimsel bir facia değil. Ağır değişimin yarattığı askerî/politik bir rekabet ortamı da söz konusu. Ve bu durum isimsiz ülkelerde, kentlerde bir yağma kültürünün de ortaya çıkmasına zemin hazırlıyor. Bu karanlık tabloyu hiçe sayarcasına dünyanın farklı yerlerine bir karnaval havası hâkim diğer yandan. Şüphesiz, mekânı kuşatan bu çokseslilik, bu şok edici karmaşa bulanık bir zihnin de dışavurumu aynı zamanda. Buz bir imge olarak sonsuz kışın altını çiziyorsa da bu kış, dinmek bilmeyen bir savaşın da metaforu. Anna Kavan’ın kendisine karşı, düşüncelerine, endişelerine karşı verdiği savaşın cisimleşmiş hâli.
Buz romanı, pek çok yerde bir bilimkurgu romanı olarak anılıyor. 2014 yılında Türkiye'de basılan kitabın çevirmeni Selahattin Özpalabıyıklar, kaleme aldığı sunuş yazısında metnin marjinal bir bilimkurgu olduğunu işaret ediyor. Bunun sebebini de, metnin durduğu/varolduğu zengin, bereketli alana referans vererek açıklıyor. Çağdaş bir metni bu türün sınırları içinde değerlendirmek ve neden bu sınırlara ihtiyaç duyduğumuzu açıklamak, o metnin kurduğu dilin ruhunu anlamak açısından önemli. Kavan metnini düşsel bir atmosfer içinde tasarlayarak, bu atmosferi kaosun yüreğine taşıyarak ve birbiriyle çelişen bir yokluk/bolluk tablosu çizerek, kahramanlarını yarattığı bu “çivisi çıkmış dünya” tasavvuru ile birlikte anlamlandırmaya çalışıyor. Bildiğimiz, kurallarına aşina olduğumuz simgesel düzende bir yarık açmayı başarıyor böylelikle. Eğilip baktığımız bu yarıktan okuru huzursuz eden, bildik olanı yabancılaştıran hatta onu belirsiz şekilde temsil edeni yani “simgesel” olandan geriye kalanı göstermeye çabalıyor. Yani kurguladığı şey, aklın, inancın rehberliği karşısında arzunun tatmin edilmesinin imkânsızlığı oluyor.
“Kaybolmuştum, alacakaranlık çoktan çökmüştü, saatlerdir araba sürüyordum ve benzinim bitmek üzereydi…”
Buz’un başkarakterlerinden biri olan gümüş saçlı kızın zayıflığına, çelimsizliğine ve olabildiğince Kuzeyli olan solgun görüntüsüne yapılan vurgu, Kavan’ın bir anlamda kendi öz şefkatinden de mahrum kalmış olan çocuk/çocuksu yanının cisimleşmiş hâli. Onun kendi iradesini reddeden, dünyayı okuma şansını elinden alan ve onu ebedî çocukluğa mahkûm eden anlatıcı ve muhafız karakterleri ise tam da bu “çocuksuluğu” güçlendirmek için orada gibiler. Üç kahramanın arasındaki bağ, simgesel düzendeki değişimle at başı giden bir temasın da altını çiziyor metinde. Dünyayı önlenemez biçimde etkisi altına alan buz, kahramanların arasındaki efendi/kurban ilişkisiyle bir bütünlük teşkil ediyor. Bu bütünlük duygusu, metni tercüme etme edimimiz açısından önemli. Tercüme gayretimiz, romanın gerçeği anlama/anlamlandırma amacını görünür ve anlaşılır hâle getirirken, bir eksiği de beraberinde getiriyor. Buz, bir metafor olarak simgesel düzeni anlama gayretimizi tehdit eden “her şeyi” kapsayan, kuşatan büyük bir boşluk olarak orada. Kavan, tutsaklaştırılmış/çocuksu kalmış iradesiyle giriştiği mücadeleyi, evrensel bir endişe/korku -dünya için- ile kaynak yapıp, içeriden gelen zorluklarla dışarıdan gelen zorlukları birlikte betimleyebildiği bir anlatı dili kurmaya muvaffak oluyor. Bu anlamda yaratıcı sanatçı, yaşadığı dönemin politik/kültürel ikliminin günlüğünü tuttuğu bir tür tarih yazıcılığı rolünü de üstlenmiş oluyor. Anna Kavan, modern bir metinde içsel dünyanın çatışmalarının başka bir deyişle nevrozlarının okumasını yapabileceğimiz önemli bir anlatı dili inşa etmiş oluyor.
Bununla birlikte, romanın erkek kahramanları olan anlatıcı ve muhafız, ideolojik birer figür olarak bastırılmış cinsel enerjinin de tezahürü aynı zamanda. Muhafız ve anlatıcı, gümüş saçlı kızı korumak için, himaye etmek için onu takip ediyorlar. Hapsediyorlar. Saklıyorlar. Ancak bu abartılmış sahiplenme arzusu, iyi niyet çabası olmaktan çok, bir şiddet eylemi olarak iktidar enerjisini açığa vuran ürkütücü bir güç olarak çıkıyor karşımıza. Anlatıcının neredeyse yaşama ülküsü hâline gelmiş olan gümüş saçlı kızı arayış yolculuğu, denetim altında tutulan bu cinselliğin acımasızlığının tekrar tekrar altını çiziyor. Öyle ki bu güç, dünyanın kaynaklarını yok eden, âdil olmayan bir düzenle yağmalayan ve nihayetinde gezegenin sonunu hazırlayan bir felaketin, bir şiddetin de müsebbibi olarak metni kapsıyor, kuşatıyor. Anlatıcının naklettikleri ile bilgi sahibi olduğumuz/öğrendiğimiz gelişmeler, bize yine bu düzeni onaracak olanın bu güçle yüzleşecek, barışacak, onu evcilleştirecek olan muhafızların, anlatıcıların olduğunu da söylemekten geri durmuyor.
Anna Kavan’ın yaratıcı bir yazar olarak, kendisininkine benzer sancılarla mücadele etmiş olan Franz Kafka’yı öncü kabul etmesi, yaratıcı yazınını şekillendiriyor, yürüyeceği yolu anlamasında yardımcı oluyor. Bununla birlikte ebeveynleri ile yaşadığı çatışma, kendi toplumsallığı ile kurduğu sağlıksız ilişki, ilaç bağımlılığı ve bunların nihayetinde gelişen ruhsal dalgalanmalarla yazıyı bir ifşa, şifalandırıcı bir eylem alanına dönüştürdüğüne tanık oluyoruz. Bununla birlikte, kendinden önceki ve sonraki pek çok kadın yazar gibi, sınırlayıcı edebî normlara mesafeli durarak, anlatının içeriğini ve olanaklarını zenginleştiren bir dil ve biçim anlayışını yakalamaya çalışıyor. Kişisel kaygılarını, toplumsal olana ve sonrasında evrensel olana yaklaştırarak, zihinsel ve duygusal karmaşasını, çelişkilerini ve korkularını görünür kılma, onlara cesaretle yaklaşabilme, bakabilme imkânını, bu gayreti içeren bir dil inşa ederek gerçek kılıyor. Bu yaklaşım Buz’u, bir türün -bilimkurgu- sınırları içerisinde okuyabilmeyi mümkün kılarken, bir o kadar da bu türün sınırlarını ihlal ederek özgür ve açık bir okuma yapmayı mümkün hâle getiriyor. Dolayısıyla metin, Franz Kafka’nın üslubuna dokunduğu yerde "kafkaesk"leşebilirken distopyanın, bilimkurgunun alanında da bayrağı taşıyabiliyor. Halüsinatif bir metin kılıfını kuşanırken rüya okuması yapabileceğimiz düşsel çağrışımlara da kapısını açık bırakıyor. Ve metin, Franz Kafka ilhamını aşkın bir şekilde Anais Nin, Flannery O’Connor, Shirley Jackson ve hatta Herta Müller’in anlatım zenginliğinde, kendini anıştıran etkili üslubuyla düşündürüyor, sorgulatıyor. Herta Müller de Tek Bacaklı Yolcu'da nehirleri, metro duraklarını, balık lokantalarını ya da memurların uğradığı barları isimsiz bırakacaktır. Böylelikle Anna Kavan gibi o da, yabancılaşmayı kapsayıcı, bunaltıcı bir dilin içerisinde okuruna duyumsatacaktır. Shirley Jackson ise zihinsel ve duygusal dalgalanmalarını, mekânı başkalaştırarak, neredeyse zihninin ikametgâhına dönüştürerek, kaygılı içsel dünyasını Anna Kavan gibi duyarlı bir dil ile anlatılabilir hâle dönüştürmeyi başaracaktır. Buz kadar kaygan ve kırılgan bu dili Anais Nin’in de metinlerini kuşattığını görecektir okur.