Dirmit’in kendi uyumsuzluğuna sahip çıkmak, bir anlamda özgürleşmek için mücadele ederken karşısına dikilen en aşılmaz engellerden birinin de abisi Seyit olması “kardeşler” mevzusu için manidar...
04 Ocak 2018 14:05
Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ü büyük ölçüde Dirmit’in hikâyesidir. Annesi, babası ve erkek kardeşlerinin, çekirdek aile denilen şeyin ördüğü baskı ağından kurtulmaya çalışan “uyumsuz çocuk” Dirmit’in hikâyesi. Dirmit’in kendi uyumsuzluğuna sahip çıkmak, bir anlamda özgürleşmek için mücadele ederken (ya da, çırpınırken desek daha doğru, zira hâli bir kuşun çırpınışını andırıyor) karşısına dikilen en aşılmaz engellerden birinin de abisi Seyit olması, “kardeşler” mevzusu için manidar. Diğer bütün denetim ve kontrol aygıtları gevşediğinde ya da Dirmit bu aygıtları es geçmenin bir yolunu bulduğunda, son sistem kalesi olarak abisine, Seyit’e tosluyor. Zaten Seyit de bir acayip hâllerde olan Dirmit’i kimse denetim altına alamayınca son terbiye mekanizması olarak devreye giriyor: “Bu kızın terbiyesini siz bana verin.”
Kardeş kelimesinin en temelde olumlu olan çağrışımı, böylece, Latife Tekin’in anlattığı hem büyülü hem de son derece gerçekçi hikâyede negatif yüzünü gösteriyor. (Negatifi anlatmak da iyi edebiyatın en ayırt edici özelliklerinden biridir zaten.) Burada kardeş, yani erkek kardeş Baba’nın Adı’nın, o en temel kontrol ve korku mekanizmasının yedek temsilcisine dönüşüyor. Dirmit’in hikâyesinde önce Baba’dan Anne’ye devredilen denetim mekanizması (ataerki ile anaerki arasında bir işbirliği söz konusu olabiliyor) erkek kardeşe devrediliyor (buna da kardeş-erki diyelim).
Latife Tekin’in köyden şehre göçen bu ailenin hikâyesini sadece Dirmit’e değil, bütün aile mensuplarına belli bir şefkat duyarak anlattığını söylemek mümkün. Zaman ve mekânın, karakter ve hislerin inanılmaz bir hızla değiştiği, anlatının yer yer tuhaf olayların akışında bir meczup söylevine dönüştüğü bu anlatıda, Latife Tekin mutlak kötüler ve iyiler kurmuyor. Aslında bütün karakterleri toplumsal bünye içine yerleştirerek, asıl kötünün başka bir yerde, sistem denilen şeyin kendisinde yattığına işaret ediyor. Dolayısıyla Aktaş ailesinin kurban olduğunu, sistemin onları konumlandırış ve yaratış biçiminin kurbanı olduklarını hissetmek mümkün. Zaten Latife Tekin de bu ilk romanı için “yoksulların sessizliğini dile çeviriyorum” diyerek anlattığı karakterlerin tarafında olduğunu ilan etmişti. Aktaş ailesinde sadece Dirmit değil, herkes yaşam olanaklarından yoksundur aslında ama onun dışında hemen herkes, ne gariptir ki, kendi çektiği yoksunluğu başkasına da yaşatarak mütehakkim duruma geçer. Bir tahakküm elden ele dolaşır. Mesela ailenin annesi Atiye, romanın başında bir “yabancı” olarak geldiği köyde büyücü diye damgalanır, linç girişimlerine maruz kalır, taşlanır, ahıra kapatılır vesaire. Ve sonra, maruz kaldığı baskıları, kızı Dirmit’e uygulayan kişiye dönüşür. Aynı şey erkek kardeşler için de geçerli; ev dışında feci bir şiddetle boğuşurlar, hem ekonomik hem de fiziksel şiddet, sonra bu şiddeti ev içinde uygularlar. Yani, Arthur Koestler’in başka bir bağlamda söylediği gibi: “Eğer iktidar yozlaştırıyorsa, bunun tersi de doğrudur: tahakküm de, daha belirsiz ve trajik şekillerde de olsa, kurbanları yozlaştırır.” Kendisine özgürlük imkânı tanınmayan “kurbanlar” başkalarına da bu özgürlüğü tanımazlar. Tahakküm kalıntılarını açık ya da sinsi yollarla diğerlerine aktarırlar. Bu tahakküm zinciri de böyle uzar gider.
Romanda bu zincirin en son halkasında Dirmit duruyor ya da daha doğrusu, bu tahakküm zincirini Dirmit sona erdiriyor. Bu sona erdirme hamlesini de aslında, insan-dışı, yabani bir varlık gibi hareket etmesine borçlu. İnsanlardan çok taşlarla, toprakla, kuşlarla ve hatta yağan karla bağ kuruyor. Kardeşlik meselesi üzerinden söyleyecek olursak, insanların değil, yabani varlıkların ya da bazen nesnelerin kardeşi oluyor. Bu insan-dışı temasın istisnası ise, bu romana dair yazılarda nedense es geçilen, hemcinsleriyle kurduğu erotik ve cinsel dozu yüksek ilişkileridir. Önce köyde Elmas’la bir bağ kurar, âdeta bir aşk ilişkisidir bu. Duvar diplerinde sarılıp koklaşırlar. Sonra da şehirde Aysun diye bir “tehlikeli” kızla bağ kurar. Aysun’la görüşmesi yasaklanınca da bir “Aysun ağıdı” yakar. Bu erotik kız kardeşlik hâli, cinselliğin her biçiminin yasaklandığı bir dünyada Dirmit için bir kaçış bölgesidir. Bu bölgeyi saran homoerotik titreşimlerin okumalarda es geçilmesi de Dirmit’e uygulanan sansürün okurluğa geçmiş hâli olsa gerek.
Dirmit’in baba, anne ve erkek kardeşte cisimleşen terbiye etme mekanizmalarından kaçmak için bulduğu yollardan biri de, kafasının içindeki sesleri ifade etmesini sağlayan şiirler yazmaktır. Öyle ki yaşadığı her şeyi bir aşırılık düzeyinde yaşayan Dirmit için bir süre sonra her şey şiir olur, dil olur. Dilin kendisini bir roman karakteri olarak gördüğünü söyleyen Latife Tekin’in müthiş bir pasajda söylediği gibi, Dirmit şiir yazmaya başladıktan sonra “hep sözcüklerden bir yorgana sarındı. Sözcüklerden bir yatağın üstünde uyudu… bulutlardan sözcük aktı. Musluklardan sözcük aktı. Akan sözcük, yağan sözcük, bakan sözcük, susup oturan sözcük…”
İşte bu yeni kurtuluş alanı, abisi Seyit’in, yedek-babanın mutlak müdahalesiyle tuzla buz olur. Kötü kardeş, bu alanı yok eder: Dirmit’in şiir defterini yırtar. Ama sonrasında müthiş bir politik an geliyor. Şiirlerinin yok edilmesinin acısıyla sokağa çıkan Dirmit kendini bir eylemin ortasında bulur ve harika bir slogan dökülür ağzından: “Şiirlerimi yırttılar! Şiirlerimi yırttılar!” Sonrasında daha da politikleşerek şunu sorar: “Şiirleri yırtılan başka kızlar var mı? Varsa onları bulacağım.” Şiirleri yırtılanlar örgütü kurma fikriyle bir yaşam sevincine, bir direniş ihtimaline ulaşan Dirmit sonrasında her şey için slogan atmaya başlar ve adı “Bağrıkçı Kız”a çıkar.
Baba, anne ve erkek kardeş baskısı altında kısılmaya çalışılan bu ses, bir daha asla kısılamayacaktır. Dirmit bir süre sonra yabancılaşmanın kurtarıcı gücünü de keşfeder. Herkese korkutucu bir yabancılıkla bakarak, “Ya bunlar kim” diye sormaya başlar. Yaşadığı bu negatif epifaniyle, bu varoluşçu ânın özgürleştirici etkisiyle onu bağlayan ve tanımlayan akrabalık ilişkilerinin, onu bir konuma sıkıştıran aile bağlarının dışına taşar. Artık ne annesi anne, ne babası baba, ne de kardeşleri kardeşleridir. Sonra ev içini de ihlal eder, sokak onu çağırır, o da sokağa kaçar. Bir pasajda şöyle anlatıyor Latife Tekin bu yeni yabancılaşma ve özgürleşme hâlini: “Gece şiir yazdı, gündüz gidip denize okudu. Evini evlikten, annesini annelikten, kardeşlerini kardeşlikten, babasını babalıktan reddetti. Sokakları evi etti. Ağaçları, duvarları, bulutları, evleri kardeş, denizi anne, göğü baba.”
Kendine kurduğu bu yeni aileyle ihlalin sınırına dayanan Dirmit için kitabın sonunda bir hayali mahkeme kurulur ve Dirmit’e dama çıkmak ve şiir yazmak yasak edilir. Evin damı, Dirmit’in gökle ve ev dışıyla, şehirle bağ kurduğu yerdir, şiir yazmak o bağın aracısı. Bu nihai kapatılma karşısında ise Dirmit son intikamını alır: dama çıkar ve eski ailesine, altı gündüz yedi gece boyunca uzun, upuzun bir mektup (belki de uzun bir şiir) yazar ve bu mektubu şehre doğru bırakır. Bu mektubun ne olduğunu bilmiyoruz ama bütün aile ilişkilerini ve kardeşlik ilişkilerini altüst eden, başka bir aile ve kardeşlik şekli tahayyül eden bir mektup olması olası. Tanpınar’ın Suad’ının yazılmayan mektubu gibi, Dirmit’in yazılmayan mektubu da yazılmayı bekliyor.
Bitirmeden, kitaptaki bir erkek kardeşin hakkını vermek gerekiyor: gitar çalan, çizgiroman kahramanlarına özenip kendine Bil Kit, Süpermen, Zoro falan diyen, hiçbir işte dikiş tutturamayan, aslında dikiş tutturmak da istemeyen, Seyit’in “adam olma” zorlamalarına karşı duran, Dirmit’le birlikte damda sigaralar tüttüren, saçlarını uzatan Mahmut. Romantik ve serseri sayılabilecek, erkek kardeş kodlarının dışında duran Mahmut bir ara-form olarak Dirmit için bir dayanak olabilirdi ama olamıyor. Çünkü aile denilen kurumda o da, Baba’nın adına ve babanın temsilcisi olan Seyit’e tabi. Dayatılan “erkek adam” rolüne kendi adına dirense de, bu kategoriyi darmadağın edip yeni bir alan açamıyor. Belki onun da Dirmit gibi çıkışı bulabilmesi için, iyiden iyiye “acayipleşmesi” gerekirdi. O zaman bu hikâyenin içine bir “iki uyumsuz kardeş” hikâyesi, bir nevi Franny ve Zooey hikâyesi sıkışabilirdi. Ama gerçekler hayallere ağır basabiliyor, büyülü gerçekçi romanlarda bile.