"Huysuzun Teki, yazarı tarafından da kadri bilinmemiş bir roman. Vivet Kanetti’nin yirmili yaşlarda yazdığı ilk roman; yazmış ve bir kenara atmış. Çünkü pek çok yazarın, kitabın izleriyle dolu olduğunu fark etmiş! Yirmilerinde insan çok acımasız olabiliyor."
Büyüme romanları iyidir. Gerçi Bildungsroman gibi tumturaklı bir ad fazla iddialı, fazla ciddi duruyor. Ne bileyim, Bilbo Baggins’in hikâyesini düşünün mesela… Büyümek adeta bir ölüm-kalım meselesidir– adeta değil, basbayağı öyle. Belki de oğlan çocuğun bir adama dönüşmesinin öyle bir şey olmasındandır bu ölüm-kalım meselesi. Çok ilginç, çok heyecanlı, çok ciddi– Hobbit bile olsanız.
Anlatılana bakılırsa, Joseph Campbell Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nu yayımladığında, öğrencilerinden biri, bir kadın, “Kahramanlardan bahsediyorsunuz, pek güzel, peki kadınlardan ne haber?” diye sormuş. O da şöyle bir duraksayıp “Kadınlar kahramanın annesi, varmak istediği hedef, onun koruyucuları. Daha ne olsun?” diye cevaplamış. Öğrencisi kahraman olmak istiyormuş tabii, ne olsun? (Maria Tatar’ın bu kitaba nazire olarak,[1] The Heroin With 1001 Faces ismiyle yayımladığı harika kitabın yayın tarihi 2021; yani iş düşündüğümüzden ciddi olabilir!)
Kızların büyüme hikâyeleri o kadar ilginç değildir, onlar bilinmedik yollara gidip olmadık maceralar yaşamazlar pek. Evlenirler. Bu da ne kadar ilginç olabilir? Belki Jo March gibi gözü kara kızlar, Çalıkuşu Feride gibi hayal kırıklığının harekete geçirdikleri – ki onlar da nihayetinde evlenirler. Hikâyenin tamamlanması için kızın evlenmesi gerekir. Eğlenceli ve ilginç bir hikâyeniz olacaksa, Pippi Uzunçorap gibi sonsuz bir çocuklukta hapsolmayı göze almalısınız. (Neyse ki Maria Tatar başka bir tarih anlatıyor, Allah ondan razı olsun!)
Türkçe edebiyatta büyüme romanı pek azdır; –kahramanlar zaten büyüktürler. Büyük, ciddi, dertli… Kemalettin Tuğcu’nun dertli çocuklarının hikâyelerini belki bu fasıldan sayabiliriz, büyüme romanları olarak. Gaddar üvey babaların, kötü kalpli üvey annelerin, yılansı yengelerin elinden sağ çıkarlar– onların kahramanlıkları, başlarına ne gelirse gelsin, dürüstlükten sapmamaktır. Bu çocuk-kahramanların tamamının erkek olduğunu söylemeye gerek var mı? Tuğcu küçük oğlanların yetişkin adamlara dönüşümünü bu hikâyelerde anlatırken, Muazzez Tahsin de kızların aşk ve evlilik hikâyelerini yazıyordu – kadınların kahramanı olabildikleri hikâyeler ancak aşk hikâyeleriydi ne de olsa.
Küçük kızlar oysa, evlenip anne olmaktan başka şeyler hayal ederler (bütün o plastik pembe minik tencere takımları aksine işaret etse de!) Başka ülkeleri, başka dünyaları, başka hayatları… Tabii ki aşkları da… Küçük kızlar akıllılarsa aşkla hiç işlerinin olmadığı da büyüklerin uydurmasıdır, tıpkı aşkın evlenip yuva kurmakla ilgili bir şey olduğu yalanı gibi.
Vivet Kanetti’nin bence kadri yeterince bilinmemiş Huysuzun Teki romanı işte böyle bir küçük kızın dünyasını anlatıyor. Kendi ağzından. Ve nasıl eğlenceli, nasıl ince, nasıl hafif… Hafif dedimse, dünyadan bihaber bir kız değil bizim Huysuz, dertsiz tasasız da değil – ama nasıl söylemeli, nefis bir serinliği var! Şöyle şeyler söylüyor mesela:
“‘Öğretmeniniz ikinci ananızdır’. Bunun boş laf olmadığını bir kere daha anlamış olduk. Ancak bir ana bu derece rezil edebilir insanı ve benim annem de alanının ustasıdır. Üstüne bir de ölümü göze alabileceklerini söylerler sizin için; miras olarak bol vicdan azabı bırakmak için.”
Belki de öğretmenin kuzusu, kurdelesi hiç buruşmayan bir kız olmadığı için, belki gördüklerini çat çat söyleyecek kadar yürekli (patavatsız?) olduğundan, yahut işte, adı üstünde, huysuzluğu sebebiyle, ilk sayfadan kanımız ısınıyor kendisine – fark ediyoruz ki iş kahramanlıkta değil, iş kahramanı olduğun bir dünya kurabilmekte. Bizim Huysuz gerçek bir kahraman, tam aradığımız kahraman hatta. Öğretmene hediye almayacak kadar prensip sahibi anasıyla babasını, kadınlardan yana şansı gülmeyen profesörü, tiyatro heveslisi dayıyı, sıska kızı, Filiz’i, Amerikan yardımı sütleri, İsveç filmlerini… Onun dünyası, keskin gözleriyle gördüğü bu dünyayı anlatıyor bize.
O keskin göz yalnız başkalarını değil, kendini de pek güzel görüyor:
“Tam o sıralarda içimde bir enginar sapı gibi boy atmaya başlayıp hızla büyüyen arzu, her şeyin mümkün olduğunca hem uzun hem geniş bir zamanda, yani esasen ben yaşadıkça, olduğu gibi kalmasıydı… Beklemediğim, hesapta olmayan, hatta beni çok utandıran bir arzuydu bu.”
Bütün çocukların ve her zaman büyümek istedikleri de yalanlardan biri değil midir?
Huysuzun Teki, yazarı tarafından da kadri bilinmemiş bir roman. Vivet Kanetti’nin yirmili yaşlarda yazdığı ilk roman; yazmış ve bir kenara atmış. Çünkü pek çok yazarın, kitabın izleriyle dolu olduğunu fark etmiş! Yirmilerinde insan çok acımasız olabiliyor. Neyse ki, birkaç yıl önce eski defterleri karıştırırken bulup okuduğu bu roman bu kez bütün o izlerle hoşuna gitmiş de biz de okuma fırsatı bulabilmişiz. Diyor ki, “Başka izler yakalamak beni sinir etmiyor bu kez, aksine, hoşuma dahi gidiyor. O kadar ki, onları başkalarının da görmesinde, başkalarına göstermekte beis görmüyorum, hatta bunu arzuluyorum. Sanki çok gençken delice aradığım dalgacılığın kıyısına belki yeni yaklaşacakmışım, yaklaşıyormuşum gibi.”
Ki bana kalırsa Vivet Kanetti gençliğinde aradığı o dalgacılığı köşe yazılarında, en çok onlarda yakalamıştı. Bizim Huysuz büyümüş de keskin bakışını daha geniş bir dünyaya yöneltmiş gibi. Olaylarla, insanlarla mesafenin ille de “eleştirellik”le değil, bazen dalga geçmeyle de konabileceğini, keskin bir bakışın şefkatsiz olmak zorunda olmadığını unutmamış gibi – çocukken bilip de sonra unuttuğumuz ne çok şey var!
Yazıp çizdiği her şeyi merakla, severek takip ettiğim bir yazarı sevmeme neden olan şeyi, işte o şefkatli dalgacılığı, hafifliği, o keskin bakışı yazdığı ilk romanda bulmak ne kadar hoşuma gitti, anlatamam. Bu sebepten, Huysuzun Teki’nin daha çok okunmasını, hakkında konuşulmasını, yazılmasını isterim.
•
[1] Campbell’in kitabının orijinal adı, The Hero With a Thousand Faces.
EDİTÖRÜN NOTU:
Huysuzun Teki'nin tamamını Vivet Kanetti'nin kendi sitesinden PDF formatında okuyabilirsiniz.