"Fırtınalı günlerde hep dik duran o beyaz sandalye..."

Basın danışmanı Zınar Karavil, Selahattin Demirtaş'ın hapisane günlerini kaleme aldı. Dipnot Yayınları tarafından bu hafta basılacak olan kitabın Sırrı Süreyya Önder tarafından yazılan önsözü ile Selahattin Demirtaş tarafından yazılan sonsözünü Tadımlık olarak sunuyoruz.

18 Mayıs 2022 19:33

 

Önsöz

Sırrı Süreyya Önder

 

F tipi zindanlar, mimari olarak şizoid mekânlardır. Ziyaretçilere açık bölümlerde gülkurusu ve pembe renklerinin hükümranlığı vardır.

Nasıl desem, bir kreşe girmişsiniz duygusu verir insana. Mahkumların kaldığı mekâna geçtiğinizi, soğuk gri ve ispirto renklerinden anlarsınız. Bu ‘bölünmüşlük’ cezaevlerindeki her durum için geçerlidir. Girerken ‘han kapısı’dır misal, çıkarken ‘iğne deliği’.

Hücreler ve iç avluların mezar vasfı kazanması için lazım olanla, bir çukurun aynı vasfı kazanması için lazım olan neredeyse aynıdır. Halbuki nizamiye girişlerine, çoluk çocuk pikniğe gidesiniz gelir.

Cezaevleri, içindeki her şey gibi renkleri de kontrol altına almaya çalışır. İzin koparabilmiş renkler beyaz, gri ve siyahtır. Yeşil mesela, üniforma rengi olduğundan, lacivert, infaz koruma görevlilerine mahsus olduğundan, kırmızı ise kim bilir hangi vesveseden dolayı yasaktır. Kafa olarak bir üniformalıya benzemeniz için ellerinden geleni yaparlar da kostüm bahsine gelindiğinde, o renkleri ‘zata mahsus’ bir ayrıcalık sayarlar.

Hücrelere gelince, yokun yoka karıştığı yerlerdir dersek kimseye bühtan etmiş sayılmayız. Bu ‘yok’luğun içinde az sayıdaki ‘var’dan ikisi, masa ve sandalyedir. Malzemeleri plastik, renkleri de beyazdır.

*

Kuraldır, zindanı böyle renksiz olan memleketin, dışarısı gökkuşağı gibi olamaz.

İşte Selahattin, Gültan, Sebahat, Figen, Aysel, İdris, Selçuk, Bekir ve yüzlerce seçilmiş siyasetçi yoldaşımız birçok sebebin yanında, bu tek ses, tek renk dayatmasına itiraz ettikleri için, tekliğe inat bir yeryüzü bahçesi düşledikleri için o gri duvarların arasındaki o beyaz sandalyelerde günlerini yine direnerek ve üreterek dolduruyorlar.

Görünürdeki tek unvanları, halen ilk adlarıyla anılabilmek. Bu gelenekte sadece soyadımızla anılmamız, ancak halkın hatırını yıkmamızla mümkündür. Adıyla ya da soyadıyla serbestçe anılan birkaç kişi vardır; birisi Selahattin’dir, diğerlerini biliyorsunuz.

*

Diyarbekirliler sandalyeye, hele böyle ufak olanlarına “kürsü”/”kürsi” derler. Sezgilerinin yüksekliğinden değilse ma nedendir?

Bugün içerideki her plastik sandalye, dışarıdaki yüzlerce konuşma kürsüsüne bedeldir.

Yine de bir hak teslim etmek gerekirse Selahattin, beyaz sandalyesini ‘kürsü’ yapmak bahsinde en mahir olanımızdır.

*

Nicedir sistem, toplumsal hafızayı yıkıp yeniden yapmak için atını itini nallayıp düşmüşken peşimize, elimizde ne at ne meydan ne de kılıç var!

Evet, bunlar yok ama bin türlü gölge ve riyayla örtülmeye çalışılan günlerin çetelesini tutup unutturmayanlar var. İşte bu kitabın emeği, böylesine aziz bir yerdedir. Ekmek gibi, su gibi aziz bir emeğin ürünü olan bu kitap, beyaz bir plastik sandalyeden başka koltuğu da makamı da olmayan, yüreği halkla, halkın yüreği de kendisiyle atan bir siyasetçiyi, kardaşım Selahattin’in cezaevi dönemi hikayesini anlatıyor.

*

O gün geldiğinde, bugünleri anlatacak bir sergi, belki de sadece iki nesneden ibaret olacaktır. Biri gösterişli bir taht, diğeri ise plastik, beyaz bir sandalye. Beyaz sandalyenin üzerinde küçücük bir not: Bu beyaz sandalye, o fırtınalı günlerde hep dik durdu. Gösterişli tahtın üzerindeyse hiçbir şey...

 

Son Söz

Selahattin Demirtaş

 

Kadir İnanır ile Türkan Şoray’ın muhteşem oyunculuklarının damga vurduğu, her birimizin defalarca izlediği Selvi Boylum Al Yazmalım filminin final sahnesinde hafızalara kazınmış ve neredeyse atasözü gibi ün kazanmış bir replik vardır ya “Sevgi neydi? Sevgi emekti.”

Birçoğumuzun deneyimleyerek öğrendiği, öğrenmeye çalıştığı veya öğrenmemekte ısrar ettiği yalın, çarpıcı bir gerçeği Türkan Şoray’ın buğulu sesinden her duyduğumda gözlerim dolar. Evet, sevgi emekti. Arkadaşlık, yoldaşlık, dostluk, sevgililik... Yoğun duygularla bizi birbirimize bağlayan ilişkiler ağı... Hangi birini emek olmadan var edebiliriz ki? Hangi birini sevgi olmadan sürdürebiliriz ki?

Bu satırları yazarken hapiste beşinci yılımı dolduruyorum. Normalde zaten çok duygusalımdır ama mahpusluğun bunu çok katladığını hissedebiliyorum. Zaman zaman bir filmde, dizide, haberde veya romanda karşılık beklemeksizin, en içtenlikli haliyle iyilik yapan birine rastladığımda istemsizce doluveriyor gözlerim. Sevdiklerimi ne kadar özlediğimi hatırlıyorum o anlarda. Beni hesapsızca sevenleri, yanımda duranları. En zor zamanlarımda emeğini, sevgisini esirgemeyenleri düşünüyorum ve güzel anıları gözyaşlarımla suluyorum. Hasret ve sevinç gözyaşları bunlar.

Siyasi konumumu, misyonumu abartacak kadar narsist değilim ama ideallerim ve iddiam hep büyük oldu. Özgüvenim hep yüksekti, temsil ettiğim ilkeleri kimseyi mahcup etmeden sonuna kadar taşıyabileceğime hep inandım. Bunda kendimi iyi tanımam kadar iki temel şey çok etkili olmuştur. Birincisi her zaman halka dayanmam, ikincisi yakın çalışma ekibim ve yoldaşlarım. Belki henüz ortaya elle tutulur bir kazanım koyabilmiş değiliz ama bir gün başaracaksak eğer, işte o başarının gerçek sahibi önce halk sonra da yol arkadaşlarım olacaktır.

Birlikte mücadele yürüttüğüm yoldaşlarımı saymaya kalksam bir kitap dolusu isim yazmam gerekir ki yine de eksik kalır. Ama yakın çalışma ekibimin emeklerinin tarihe not düşülmesini de bir deneyim aktarımı olarak önemsiyor, değerli buluyorum.

Bu kitap, bu emeğin küçük bir kısmını anlatıyor sadece. Kitapta anlatılmayanlar nedeniyle ismi anılamayanların alınmayacağını umuyorum. Her birinin emeği, yoldaşlığı yüreğimin en kıymetli yerinde saklıdır.

Yakın çalışma ekibimizin “en orijinal” karakteri, yoldaşım, kardeşim Zınar Karavil’in bu kitabının ilk taslağını okuduğumda ciddi bir eksiklik olduğunu fark ettim. Evet, kitabı Zınar yazmış, evet çalışma ekibimizin kolektif emek süreci kitaba az çok yansımış ama kitapta Zınar yok! Bu haliyle içime sinmedi “Seni de ben yazmak istiyorum” dedim kendisine. “Kitabın formatına pek uygun olmaz” diye itirazını iletti. Oysa meselenin kitabın formatı olmadığını bilecek kadar tanıyorum arkadaşımı. İçimden “Sorun kitabın formatı değil, senin formatın” dedim. Benim arkadaşlarım böyleler işte. Mutfakta canla başla çalışır ama görünür olmak için en küçük bir çaba sarf etmezler. Onların da başarısının sırrı bu. Nice isimsiz kahraman gibi, emek aşamasında çalışır, vitrinde olmak için asla heveslenmezler.

Bütün mücadele hayatım boyunca “isimsiz kahramanların” emeklerinin ağırlığını omuzlarımda hissettim, ki binlercesi aramızda değil ne yazık ki. Bizim gibi siyasetçilerin yaptığıysa milyonlarca insanın mutfakta bin bir emekle yaptığı muhteşem yemeği, doğru düzgün servis etmekten ibaret, bir garsonunkinden fazlası değil. Kaldı ki bazen onu bile ya yüzümüze gözümüze bulaştırıyoruz ya da tüm emeğin üstüne oturup kendimizi ilah diye sunuyoruz. Okuyup bitirdiğiniz bu kitabı bir de bu gözle yeniden değerlendirin isterim. Milyonların kolektif emeğinin ve sevginin güzelliğini görecek, hissedeceksiniz.

Bu yazıda size Zınar’ı anlatacaktım sözde, aslında şu ana kadar yazdıklarımla anlattım diye düşünüyorum. Çünkü başka ne yazsam eksik kalacak.

On bir yıl kadar önce, İstanbul Florya’da üç danışman adayı arkadaşla yaptığım görüşmede karşılaştık ilk defa. O gün bu gündür birlikte çalışıyoruz. O dönemde yaptığım onlarca görüşmede danışman adaylarının sözlerine değil, gözlerine baktım hep. Çünkü aradığımız şey danışman değil, yoldaşlık yapabileceğimiz arkadaşlardı. Bazılarında yanıldım, hem de feci şekilde. Ama Zınar’ın ilk bakışında yakaladığım ışık beni hiç yanıltmadı, bu çocuk halkını seviyor, danışmanlığı değil, dedim. Öyle de oldu.

Beş yıllık hapislik dönemi dahil her zaman en yakınımdaki arkadaşlardan biri oldu. Yeri geldi sözlerimi düzeltti, yeri geldi kravatımı. Yeri geldi alkışladı beni (ki parti genel merkezinde çok rastlanmaz bu duruma), yeri geldi en sert ve net eleştirileri ondan duydum. Tek bir hatamı görmezden geldiğini, üstünü örttüğünü hatırlamıyorum. Basın danışmanımız olarak en zorlu görevlerden birini yürütürken sorumluluğunun, ciddiyetinin, öneminin farkındaydı, hem de fazlasıyla. Benim yaptığım, yapacağım bir hatanın halkın geleceğini doğrudan ilgilendirdiğini bilerek asla bana iltimaslı davranmadı. Bu özelliği nedeniyle de çoğu kimse onunla yakın çalışmaktan kaçarken biz yakınlaştık. “Zınar ile çalışmak zordur” lafını çok insandan duymuş biri olarak ben de bu tespite katılıyorum. Çünkü mükemmeliyetçidir Zınar. Detaycıdır, disiplinlidir ve kimseye eyvallahı yoktur, tabii ki bana da. Başarısının, üretkenliğinin sırrı da budur. Özgündür, özerktir, isyankar ve “orijinal”dir. Daha çok övesim var da “gerek yok”[1] sanırım.

Basınla ilişkilerimi, sanat ve edebiyat çalışmalarımı, savunma hazırlıklarında doküman ihtiyacımı, gelişmelere dair bilgilenmemi sağlayan ve en önemlisi bütün bunları sevgiyle yapan, aynı desteği sevgili eşim Başak’a ve avukatlarıma da sunan bir yoldaşı bu kitapta iki satırla da olsa anmadan geçmek büyük eksiklik olacaktı.

Ferhat Kabaiş ile birlikte Zınar Karavil’in emeği, sevgisi olmasaydı çok az şey başarabilirdik. Her iki kardeşim de birilerinin haksızlığına uğradı ancak bunları çok da dert etmeyip hep birlikte işimize baktık. Bizim derdimiz halkımızdır, gerisi önemli değil, dedik.

Evet Zınar. Eline, emeğine, yüreğine sağlık olsun güzel arkadaşım. Halkımız için yaptıklarına, yapacaklarına, binlerce yoldaşımın sevgi dolu fedakârca emeğine, bir garson olarak her daim layık olmaya gayret edeceğim. Çok anı biriktirdik bu zaman boyunca. Hepsini özgür günlerde yad edeceğimiz yarınları yaratmak için, direnmeye devam.

Bu kitapta adı geçen, geçmeyen tüm arkadaşlarıma, yoldaşlarıma ben de özel olarak içtenlikle teşekkür ediyorum. Daha yapacak çok şey var, hepimizin yolu açık olsun.

Ve asla unutmayın;

Sevgi neydi?

Yolun açık olsun Zınar, kardeşim.

Edirne Cezaevi

• 


[1] Bu ifade, Demirtaş’ın Efsun romanındaki karakterlerden Caner’in sıkça kullandığı bir kalıp. Demirtaş, o karaktere gönderme yapıyor.