Stefan Zweig ve Lotte neden intihar etti? Stefan Zweig: Farewell to Europe filmi bu sorunun cevabını arıyor...
22 Şubat 2018 13:53
1.
Almanca konuşulan bir dünyanın kalbinin tam orta yerine saplanan Adolf Hitler isimli hançerden kaçarak kurtulmaya çalışan ilk insan Stefan Zweig değildi hiç kuşkusuz. Ancak, Alman orduları Avrupa’yla birlikte bütün dünyayı cehenneme çevirmeye yönelik hazırlıklarını sürdürürken, başta Brezilya ve Arjantin gibi ülkeler olmak üzere, Güney Amerika’da son derece sıcak bir biçimde karşılanan ilk Yahudi yazar oydu galiba. Gerçi, Güney Amerika’nın bu cömert çocukları, birkaç yıl sonra Josef Mengele, Adolf Eichman, Walter Rauff, Franz Stangl benzeri ünlü Nazi savaş suçlularına da kapılarını ve pencerelerini açmakta çok fazla mütereddit davranmayacaktı ama bu durumun konumuzla hiçbir ilgisi yoktu şimdilik.1
Stefan Zweig: Farewell to Europe filmi, kuvvetle muhtemeldir ki, bu geleneği vurgulamak amacıyla sımsıcak bir karşılama töreniyle açılıyor.2 Sıcaklığın ve samimiyetin göstergesi, inanılmaz bir büyüklüğe sahip kırk kişilik yemek masasının, kristal kadeh ve porselen tabaklara ayrılan küçük kısmı dışında kalan her yerini tamamen kaplayan olağanüstü güzellikteki tropikal çiçekler değil sadece. Dışişleri Bakanı adına konuşan resmi görevlinin, “Kitaplarınız Brezilya’ya sizden çok önce gelmişti. Kitapçı vitrinleriyle birlikte evlerimizin salonlarına da konuk etmiştik kendilerini. Her birinin bilhassa kalplerimizde özel bir yeri var” sözleri doğrudan gerçeği aksettiriyor. Gerek Brezilya, gerekse Arjantin, kültür ve kavrayış itibariyle Güney Amerika’nın Avrupa’ya en yakın iki ülkesidir öteden beri. Bu yüzden Zweig, Avrupa’da olduğu kadar, Güney ve Kuzey Amerika’da gayet iyi bilinen bir isimdir.3
Gene de, Stefan Zweig: Farewell to Europe filminin, tam anlamıyla Stefan Zweig: Welcome to Brazil esprisiyle açılmasında insanın içine işleyen hüzünlü ve acıklı bir taraf mevcut.4 Bu hüzün, Stefan Zweig’ın, Amerigo Vespucci’den aktardığı alıntıya da yansıyor köşesinden bucağından. Vespucci, uzun ve çileli bir yolculuğun ardından, sonradan Rio Körfezi ismini alacak koya demirler demirlemez, “Eğer cennet dünyada bir yerlerdeyse, buralardan çok uzak olmasa gerek” diye fısıldamıştır İkinci Kaptan’ın kulağına. Zira, ormanlarla ve upuzun kumsallarla kaplı bir iç denizi andıran koy öylesine güzeldir ki, İtalyan denizci ne yapacağını şaşırmıştır bir müddet. Üstelik, Avrupalıların alışık olmadığı bu güzellik, koyun etrafındaki adalara da sirayet etmiş ve insanlığın bütün hoyratlığına rağmen bugüne dek tüketemediği bir yeryüzü parçası çıkmıştır ortaya. Bir başka ifadeyle, Floransa doğumlu Vespucci hayranlığında son derece haklıdır.
İnsanın yüreğini daraltan hüzün de, işte o anekdotun kıvrımlarında yahut satır aralarında gizlenmektedir zaten. Stefan Zweig, Americo Vespucci’nin yöreye yönelik iltifatlarını, kendisine kucak açmaktan yüksünmeyen Brezilya elitlerinin gönlünü kazanmak amacıyla getirmiştir sanki gündeme. Hani Türkiye’ye konser vermeye gelen herhangi bir ecnebi sanatçı, sahneye, “Merhaba Türkiye” yahut “İyi akşamlar İstanbul” diye çıkınca büyük bir alkış tufanı kopar ya, ona benzer taraflarıyla tedirginlik uyandıran hesaplanmış bir jesttir bu da. İki kelime Türkçe nasıl Türkiye’nin Batı’ya ve Batı müziğine meraklı sanatseverlerinin gönlünü fethetmeye yetiyorsa, Zweig da anlattığı anekdotla Brezilyalılar üzerinde benzer bir tesir uyandırmakta gecikmeyecektir. Açılış sahnesinde, beyaz eldivenli hizmetçiler tarafından düzenlenen masanın ortasındaki çiçek cenneti bunun küçük bir habercisidir yalnızca. Ki, Zweig, masayı görüp “inanılmaz” iltifatıyla çevresini saran insanların yanaklarında tropikal tebessümlere yol açtıktan sonra aktaracaktır Floransalı denizcinin sözlerini...5
Bu kısa ve fakat hayli anlamlı Prolog’un ardından 1936 yılının Eylül ayında Buenos Aires’te PEN tarafından düzenlenen 16. Uluslararası Yazarlar Kongresi’nin açılışında buluruz kendimizi. Stefan Zweig, PEN’in onur konuğu sıfatıyla davetlidir kongreye, ancak Emil Ludwig’le birlikte Almanca konuşulan dünyayı temsil etmek türünden bir başka görevi daha mevcuttur.6 O yıllarda, Almanca konuşulan ülkeleri kasıp kavuran yönetimlerden böyle bir kongreye katılmak için izin almak şöyle bir kenarda dursun, cesaret edip başvurmak bile mümkün değildir. Bu yüzden görev, Avrupa’yı daha önce terk etmiş Zweig ve Ludwig gibi isimlere düşmektedir.
Kongreye elli ülkeden seksen yazarın katıldığını öğrenince, gözlerimiz ister istemez Jorge Luis Borges’i de arayacaktır Buenos Aires’teki kongre salonunda. Zira, tam da o yıllarda Arjantin edebiyat dünyasının Getrude Stein’i konumunu gönüllü üstlenen Victoria Ocampo ile Borges Sur dergisini çıkartmaktadır.7 Derginin, bilhassa İspanyolca konuşulan ülkelerde gördüğü ilgi, Ocampo ile Borges’in şöhretini perçinlemekle kalmamış, her ikisine de bambaşka tecrübeler kazandırmıştır. Dolayısıyla, küçük hikâyeler yazmak ve Tagore’dan şiirler çevirmek dışında pek fazla bir edebî başarısı bulunmayan Victoria Ocampo, bütün ihtişamıyla kongre salonunda boy gösterirken Borges’in unutulması ya da ihmal edilmesi, neresinden bakarsanız bakın küçük çapta bir skandaldır aslında.8
Bir başka skandal ise Stefan Zweig’in birkaç gazeteciyle yaptığı basın toplantısı esnasında dâhil olacaktır gündeme. Gazeteciler, Zweig’ın ağzından, Adolf Hitler’in giderek yükselişine sahne olan Almanya aleyhinde birkaç cümle alabilmek amacıyla gelmişlerdir bir araya. Zweig, sağlam bir direnç göstererek, “Sadece Almanya değil, hiçbir ülke aleyhinde konuşmam ben” diyecektir gazetecilerin şaşkın bakışlarına aldırmadan. Zweig’a göre, önemli olan entelektüel düzeyde kalarak tavır alabilmektir. Bu tavrın en önemli göstergesi, entelektüellerin kendilerini çalışmalarına adamalarıdır. Entelektüel faaliyetin gücü, entelektüel üretim aracılığıyla kitleler üzerinde etkili olabilir. 9 “Eğer benim sessizliğim zayıflık olarak görülüyorsa” diyecektir hemen ardından Stefan Zweig, “bu lekeyle birlikte yaşamak dışında çarem yok demektir...”10
Bir gazetecinin sorusu üzerine, gene entelektüel haysiyet ve hassasiyetin gücünü aktarmak amacıyla 1915’teki Ermeni trajedisi esnasında yaşananlara değinen Zweig, Franz Werfel’in Musa Dağ’da Kırk Gün (The Forty Days of Musa Dagh) kitabına getirecektir sözü.11 Stefan Zweig’a göre, 1915’te yaşananların 1933 yılında yazılıp yayımlanması ilginç bir zamanlama sorunuyla karşı karşıya bırakmıştır herkesi. Zira. 1933’teki siyasî atmosfer, kitapta detaylandırılan öyküler pimi çekilmiş bir el bombası tesiri bırakmaya fevkalâde müsaittir. Öyle ki, kitabı, yayıncının başına konmuş devlet kuşu biçiminde nitelemek hiç de yanlış olmayacaktır. Franz Werfel’in Ermeni yetimlerin durumunu gördükten sonra içine girdiği travma o kadar sahicidir ki, okuyanlar da aynı travmadan paylarına düşeni almakta gecikmezler zaten. Werfel, Ermeni yetimleri, Hitler üzerine bir şeyler söylemek amacıyla kullanmış olsaydı eğer, hiç şüphe yok ki, kitap tesirinden çok şey yitirecekti.12
Gazetecilerin tatmin olmamış bakışlarına aldırmadan kongreye katılmak için ayağa kalkan Zweig, özgür Avrupa’ya yönelik umudunu bir kez daha dile getirerek, “Sınırlar ve pasaportlar bir gün tarih olacak, buna yürekten inanıyorum” cümlesini bırakacaktır sigara dumanına boğulmuş geniş salonun tam ortasına. Hitler bütün bir Avrupa’yı işgale hazırlanırken, Zweig’ın ucu bucağı belirsiz ütopyalara omuz vermesini kolaylaştıran ırmakların kıyısında hangi türden hakikatler serinliyordu acaba? Saflık mı, entelektüel aymazlık mı yoksa bitip tükenmeyen iyimserlik miydi Zweig’ı böyle konuşturan? Entelektüel direniş, kimi zaman fildişi kuleden fileler sarkıtmaktan ibaret olabilir miydi sahiden de?
Kendisi de bir Yahudi olan gazeteci Joseph Brainin, Stefan Zweig’ın yaptığı açıklamalara fena hâlde sinirlenmiştir. Muhtemelen bu yüzden, söylenenlerle yetinmeyip tuvalette bir kez daha sıkıştıracaktır Rotterdamlı Erasmus yazarını. Hitler rejimi hakkında hiç olmazsa bir kınama mesajı koparmaya çalışan Joseph Brainin, Zweig’in, “Dünyanın diğer tarafında olup biteni yargılamayacağım. Polemik değil, entelektüel kalite önemlidir. Aryan üstünlüğü iddiasına karşı bundan daha anlamlı bir cevap verilemez” sözleri karşısında ricat etmek zorunda kalacaktır bir kez daha. Joseph Brainin’e göre, Thoman Mann’la birlikte Almanca edebiyatın en büyük iki isminden biri hâline gelen Stefan Zweig, hem bencil hem de korkaktır...13
Asıl sürpriz, PEN’in düzenlediği 14. Uluslararası Yazarlar Kongresi’nin açılışında beklemektedir kulakçıklarında menevişler gezinen kalplerimizi! Açılış konuşmasını yapan Emil Ludwig, Nazilerin, başka milletlerin faaliyet sahasına giren hemen her şeyi Aryanlaştırma çabalarından söz ederken, neredeyse aynı yıllara denk düşen Türk Tarih Tezi’nden pasajlar aktarıyordur sanki! Türk Tarih Tezi’nin saygıdeğer türeticileri, yeryüzündeki her toplumun Türklerle kan bağı taşıdığından nasıl en ufak bir şüphe duymuyorsa, Naziler de dünya tarihinde iz bırakan bütün isimlerin Aryanlığından emindir. Amerika’nın Christopher Columbus tarafından keşfedildiği bütünüyle yalandır mesela, kâşifin ismi Dietrich Penning’tir. Penning neyse ne de, Jesus Christ’ın da Frankfurt yakınlarında doğmuş Aryan kökenli biri olduğu tezi hepten karıştırmıştır ortalığı.
Emil Ludwig’in ateşli konuşması Zweig’i rahatsız etse de, siyasal tavır açlığı çeken dünya yazarları asla şikâyetçi değildir tabii ki. Tam tersine, etkili bir dayanışma örneği sergilendiği için memnuniyet duydukları bile söylenebilir. Dolayısıyla, sürgünde, hapishanede yahut gizlendikleri köşelerde çile dolduran Almanca yazan edebiyat ve felsefecilere yönelik saygı duruşu anlaşılabilir bir şeydir. Thomas Mann, Walter Benjamin, Klaus Mann, Bertold Brecht, Ernst Bloch, Eric Maria Remarque gibi isimlerin sıralanmasıyla birlikte, dünyanın dört bir yanından gelen yazarlar birer birer ayağa kalkmaya başlamış ve böylece salona kendiliğinden bir tören havası egemen olmuştur. Bütün kongreyi sarıp sarmalayan atmosfer karşısında elleriyle yüzünü kapatmakla yetinen Zweig, baskıya daha fazla direnemeyince ayağa kalkmak zorunda kalacaktır. Buna mecbur bırakıldığını bütün davranışlarına yansıtması, şaşırtmayacaktır hiç kimseyi...14
Kamera, bir fırsatını bularak toplantıdan ayrılıp Brezilya’nın silme şeker pancarı kamışlarıyla dolu tarlalarına açıldığında, aradan beş yıl geçtiği ve artık 1941 yılına gelindiği bilgisi fısıldanacaktır kulaklarımıza. Stefan Zweig’ın yüzündeki ve gözbebeklerindeki o eski pırıltıyı arasak da, beyhude bir çabadır artık bu. Dünyanın güney tarafında Ocak ayı yazın ortası demektir ve bu nedenle Stefan Zweig’le eşi Charlotte Elizabeth Altman (Lotte) buram buram terlemektedir.15 Aradan geçen beş yıl, hem Zweig’i, hem de Lotte’yi gereğinden fazla çökertmiştir sanki. Besbelli ki, bir ülkeden diğerine yapılan seyahatlerden ziyade, Avrupa’dan gelen haberlerin giderek korkunç bir mahiyete bürünmesi yormuştur her ikisini de. Avrupa’ya uzak olmak, savaşın dışında kalmak anlamına gelmiyordu ne yazık ki.
Vize işlerinin giderek sıkılaşması, pek çok ülkenin Yahudi kimliğine sahip olanlara vize vermemesi türünden sıkıntılar da günden güne büyümektedir üstelik. Bu yüzden, Lotte’nin çantası vize için gereken belgelerle doludur. Bereket, Zweig’ın şöhreti dolayısıyla bu tür sorunlar fazla büyümeden bir çözüm yolu bulunmaktadır. Avrupa’dan kaçmak isteyen pek çok kişi, muhtemelen bunu bildiğinden Zweig’a başvurarak vize konusunda yardım istiyordu. “Keşke vizeden sorumlu konsolos ben olsaydım” diyecektir Zweig çeresizliğin gerisinde sıradağlar gibi dikilen üzüntüsünü gizlemeden...
Maria Schrader’in inceliklerle dolu emeğine saygısızlık aklımın işe yarama ihtimali bulunan herhangi bir kıyısından yahut hayli ihmale uğramış gölgeli bir köşesinden dahi geçmez ama ben yönetmenin yerinde olsaydım eğer, filmi üçüncü bölümden başlatırdım hiç tereddüt etmeden. Bunun tek sebebi, 1941 yılının Ocak ayında, Brezilya’da kırk derece sıcaklıkta buram buram terleyen Zweig ve Lotte’nin, karlarla kaplı bir New York tarafından karşılanması değildir sadece. Beni böyle düşünmeye yönelten asıl neden, kadın bir yönetmenin bu sahneye yansıyan zarafete kayıtsız kalamayacağına duyduğum inanç aslında. Elbette, bu zarafet, doğrudan doğruya Maria Schrader’in zihninden perdeye nakışlanmış durumda ama ben gene de söyleyeyim fikrimi.
Mesele şu: Zweig, New York’ta eski eşi Friderike Maria’nın evinde donmuş camların gerisinden sokağa bakmakta, bir yandan da yeryüzünün muhtelif köşelerinden kendisine gönderilen mektupları okumaktadır.16 Zaman zaman da, çoktandır haber alamadıkları arkadaşlarına dair hüzünlü konuşmalar yapmaktadırlar kendi aralarında.17 Kimse sözünü etmese de, eski eş ile yeni eşin ilk kez karşılaşacak olması elle tutulur bir tedirginlik kaynağı hâlinde gezinmektedir salonun ortasında. Başta Stefan Zweig, hemen herkes gergindir bu yüzden ve hemen herkes yaşadığı gerginliği hissetirmemek için olağanüstü bir gayret harcamaktadır. Öyle ki, Friderike Maria, kapı zili çalınınca, içgüdüsüne yenik düşüp aynanın karşısında oyalanacaktır bir müddet...18
Sürpriz, incelik yahut zarafet de oralarda bir yerlerdedir işte. Lotte’nin elinde koca bir demet çiçek taşımasında hiçbir şaşırtıcı taraf yoktur. Şaşırtıcı olan, genç kadının zerre tereddüt etmeden, “Merhaba Bayan Zweig” diye seslenmesidir Friderike Maria’ya. Bu zarif jeste eski eşin verdiği cevap, zarafetin diğer cephesini görünür kılacaktır büyük bir gönül genişliğiyle. Zira, eski eş, yeni eşe aynı sevecenlikle, “Merhaba Bayan Zweig” selamıyla mukabelede bulunacak ve sarılıp kucaklayacaktır hemen arkasından. Benim gibi ziyadesiyle duygusal insanların böyle bir sahneden etkilenmeleri ve filmi buradan başlatmak istemeleri doğaldır belki de. Bu duygusallığın gerisinde, buna benzer jestlere hayli uzak duran ve kabalıkları sıradanlaştıran bir iklimde doğup büyümenin yol açtığı yürek burkuntuları yatıyor olabilir mi acaba?19
Maria Schrader, Friderike Maria rolü için Barbara Sukowa’yı bilhassa mı tercih etti bilmiyorum ama Sukowo’nun canlandırdığı Hannah Arendt’in Stefan Zweig’a hayli sert eleştiriler yönelttiğini biliyorum bir miktar. Zweig’ın apolitik tutumuyla birlikte Dünün Dünyası kitabında inanılmaz bir itina ile tanımladığı ve hakikaten övmelere doyamadığı Viyana Yahudi burjuvazisi bilhassa rahatsız etmiştir Arendt’i.20 Zira, Naziler başta olmak üzere bütün Yahudi karşıtları dört elle sarılmıştır bu kitapta çizilen portrelere. Akşam yemeğinde Almancadan Fransızcaya, Fransızcadan İtalyancaya rahatça geçebilen ve tiyatro seyretmeyip opera izlemediği zaman kendisini eksik hisseden insanlardan müteşekkil bir aile muhiti, muhtemelen parmakla yahut sarı yıldızla gösteriliyordu Viyana’da...21
28 Kasım, Stefan Zweig’ın doğum günüydü. Eski eşi Friderike ve iki (üvey) kızı tarafından New York’tan gönderilen tam takım Montaigne denemeleri sayılmazsa eğer, doğum gününün en önemli armağanı Ernst Feder’in eşiyle birlikte gelip Petropolis’e yerleşmesiydi. Bir süredir New York yerine Brezilya’da yaşama kararı almıştı Zweig çifti. Bu kararın gerisinde, Zweig’ın pasifist tutumunu eleştiren ve artık hepsi mülteci sıfatı taşıyan Avrupalı meslektaşlarının mühim bir bölümünün New York’ta sık sık karşısına çıkması yatıyordu belki de. Hiç kuşku yok ki, Zweigların varlığından duyulan rahatsızlığa dair yüksek sesle dile getirilmiş herhangi bir dedikodu bile mevcut değildi. Fakat Hannah Arendth’den Thomas Mann’a politik tavırlarıyla görünürlük kazanan insanların varlığı ve Avrupa’nın kaderinin belirsizliği Zweig’da travmalara yol açıyordu.22
Stefan Zweig, 28 Kasım 1941 tarihinde yani doğum gününde, eşi Charlotte Elizabeth Altman Zweig’la birlikte Rio de Jenerio’da, tam adres vermek icap ederse şayet, Rue Gonçalves Dias, 34, Petrópolis’te yaşıyordu. Brezilya’nın tropikal ikliminin Lotte’nin astımını giderek içinden çıkılmaz bir hâle dönüştürdüğü yetmiyormuş gibi, yeryüzünün siyasal iklimi de her türlü iyilik umudunu anlamsız hâle getiriyordu. Bilhassa, New York’tan belirli periyotlarla gönderilen The New York Times’ta yer alan savaş haberleri her zamankinden daha iç karartıcıydı. O iç karartıcılık, Pasifik’ten esen rüzgârlara tutunup dalga dalga Petrópolis sokaklarına kadar ulaşıyordu zaten. Yıllar sonra yayımlanacak olan Stefan and Lotte Zweig’s South American Letters isimli kitapta, nelere katlandıklarına dair yer alan ayrıntılar da her anlamda yürek burkucuydu. Brezilya hükümetinin giderek belirginlik kazanan anti-Semitik eğilimleri, Zweig çiftinin kendilerini siyasal mülteciden ziyade, siyasal rehine hâline geldiklerini düşünmelerine yol açıyordu.23
Bütün bunlara rağmen, Petrópolis’teki hayat, en azından görünüşte hiç de fena unsurlarla donatılmış sayılmazdı. 28 Kasım 1941’de iki yakın arkadaşlarının, doğum günü armağanı olarak Plucky isminde minik bir köpeği getirip Zweig’ın kucağına bırakmaları da küçük bir göstergesiydi bunun. Plucky, bol tüylü minik bir Terrier’di ve sıradan sevinçler arayan aileyi varlığıyla bir miktar kanatlandırmıştı hemen. Çok değil, dört yıl sonra yani 1945’te Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülecek Şilili şair Gabriela Mistral de iki sokak ötede oturuyordu. Acıklı bir ifadeyle söylemek gerekirse eğer, Viyana’dakine veya New York’takine pek benzemese de, hafif tertip entelektüel bir hemzemin geçit yaratılmıştı kendiliğinden.24
Öte yandan, Zweig çiftine tahsis edilen ev de, savaş koşullarıyla mukayese edildiğinde hayli görkemli sayılırdı. Sırtını Serra dos Orgaos dağlarına yaslayan ve bugün Zweig House adıyla bir tür kültür merkezine dönüştürülen bembeyaz badanalı, kahverengi panjurlu bu ev, Salzburg’daki veya Viyana’dakiler ölçüsünde lüks olmasa da pek çoklarının imreneceği güzelliklere sahipti. Verandadan görülen manzara, Brezilya dağlarının ve ormanlarının bütün meziyetlerini, hiç de cimri davranmadan olanca ihtişamıyla seriyordu gözlerinin önüne. Ağaçların arasında şakıyan kuşlar kadar, Portekizce birkaç kelimeyi durmaksızın tekrarlayan papağanlar da işin tuzu biberiydi. İki bahçıvan, bir hizmetçi, sevimli eşeklere sahip karşı komşu derken, konuşulan diller de çeşitleniyordu bir ucundan. Hani insan biraz gayret etse, Petrópolis’te Salzburg’taki yahut Viyana’daki atmosferin küçük bir çekirdeği oluşturulmuştu bile diyebilirdi...25
Her şey bir yana, büyük bir inatla entelektüel faaliyetlerini sürdüren Zweig’ın Brazil: Land of Future isimli kitabı da Portekizce yayımlanmış, hemen akabinde İspanyolca ve İngilizce’ye çevrilmişti. Durup dururken, hiç de iyi bir satranç oyuncusu olmadığı hâlde, kendisine yöneltilen eleştirilerle birlikte dünyada yaşananlara da cevap niteliğinde pasajlar içeren Satranç’ı yazmıştı üstelik. Kitabı yazarken koca koca satranç kitapları okuduğunu gören Lotte gülmüştü biraz ama pek de haksız sayılmazdı galiba...26
Muhtemelen bu yüzden, gerçek bütün tarihî ve edebî kimliğiyle oralarda bir yerlerde öylece bekliyor olsa dahi, Epilog bölümünde yer alan detaylar, gene de bir ucundan incitecektir hepimizi. Bu incinmişliği bir parça onaran ise yönetmen Maria Schrader’in olağanüstü yaklaşımına estetik kaygılarla birlikte sirayet eden seyirciyi esirgeme çabalarıdır. Petrópolis’teki beyaz badanalı, kahverengi panjurlu evin içinde bir polis, bir komiser ve iki doktor dolaşmakta, hizmetçi kadın ise neredeyse hiç kımıldamadan sabit gözlerle bir noktaya bakmaktadır. Sahneyi dolduran gürültüler dolayısıyla, bu insanların ne yaptığını anlayamayız da başlangıçta. Polisler, giysileri incelemek amacıyla hizmetçiden gardırobun kapağını açmasını isteyince, hem sinema teknolojisi, hem de insanlık morfolojisi açısından örnek bir sahne dolduracaktır ekranı.
Gardrobun kapağının açılmasıyla birlikte, kapaktaki aynaya yansıyan görüntü Charlotte Elizabeth Altman ile Stefan Zweig’a aittir. Aynadan görüldüğü kadarıyla, Zweig’in ağzı hafif aralık, gözleri tamamen kapalıdır. Zweig’a sarılıp başını omuzuna yerleştirmiş olan Lotte’nin ise ağzı tamamen kapalı, gözleri hafif açıktır. İkisinin de, her şeye rağmen özenle giyindiği öylesine ortadadır ki, hafif bir mahcubiyet ve mağlubiyet duygusu parmak uçlarımızdan başlayarak tırmanmaya başlamıştır bile yokuşu. Yan dönmüş bulunan Lotte’nin sağ eliyle Stefan’ın sol elini kavrayışından yola çıkarak böyle bir varoluşu anlamlandırmak gerekirse şayet, masayı ilk terk eden muhtemelen Yıldızın Parladığı Anlar kitabında Dostoyevski’nin idam mangası karşısında yaşadığı trajediyi çarpıcı bir dille anlatan Zweig’dır. O kısacık zaman diliminde Lotte’nin ne yaptığı yahut ölümü nasıl beklediği, insanlık tarihinin en büyük muamması kimliğiyle gerçek biyografını beklemektedir hâlâ.27
Tabii insanın aklını ve fikrini örseleyen sorulardan birisi de şuydu: O akşam veya bir gün önce neler konuşulmuştu aralarında, konuşmalar esnasında herhangi bir tartışma yaşanmış mıydı? Mektupların yazıldığına, Veronal kutularının bir köşeye konulduğuna bakılırsa, ürpertici ama o ölçüde de soğukkanlı bir hazırlık aşamasından geçildiği ortadaydı üstelik. Zweig, altmış yaşından gün aldığına göre yeryüzünü biraz daha fazla görmüş, gökyüzüne dair daha fazla bilgi biriktirmiş olabilirdi. Henüz otuz yaşındaki Lotte’yi Veronalleri birlikte içme aşamasına getiren neydi sahiden de? Son anda, o kritik dönemeçte ikisinden birinin zihninin kıyısını köşesini, vazgeçmek türünden bir tereddüt kırıntısı zedelemiş olabilir miydi mesela?
Bütün bu sorular, gardırobun aynasına birkaç saniyeliğine iki kez yansıyan intihar görüntüsünün çağrışımlarının neticesiydi sadece. Bir taraftan da yapılması elzem olan işler vardı öyle ya. Zweig’ın bölge valisine ve yeryüzü ahalisine yazıp bıraktığı iki Almanca mektubu Ernst Feder okuyup tercüme edecekti söz gelişi. Gabriela Mistral, bomboş gözlerle dağların doruklarında bir noktaya dikkat kesilecekti kendiliğinden. Bilhassa kameradan uzak tutulan Plucky’in iniltileri, ruhumuzdaki depremlere yeni satır başları iliştirmekle yetinecekti en fazla.28
22 Şubat 1942 tarihinde, dünyayı cehenneme çeviren Viyanalı hemşehrisi Adolf Hitler’le birlikte, dünyayı cennete çevirmeyi düşleyen Stefan Zweig da yenilmişti. Buradan görülebildiği kadarıyla, bitmek tükenmek bilmeyen ve bugün de muhtelif cephelerde süren savaşın tek galibi, cesaretiyle umudu diri tutan Charlotte Elizabeth Altman yani Lotte’den başkası değildi...
İnceliklerle sarıp sarmalanan ve sinema tekniği açısından yenilikler barındıran film burada bitse de, Stefan Zweig ve Charlotte Elisabeth Altman’ın intiharıyla ilgili tartışmalar nihayete ermiyor bir türlü. Hiç şüphesiz, en çok merak edilen, birtakım şeyler yoluna girmiş görünürken Zweig’in/ Zweiglar’ın neden böyle bir karar aldığı olsa gerek. The Impossible Exile: Stefan Zweig at the End of the World ismiyle bir kitap yazan George Prochnik de bu sorunun peşindedir zaten. Ne var ki, tatmin edici bir cevap bulabildiğini söylemek bir hayli zor.29
Filmin yönetmeni Maria Schrader, filmi izleyen pek çok insanın kendisine benzer sorular sorduğunu ifade ediyor hiç çekinmeden. Zweiglar’ın intiharından bir ay önce Rio de Jenerio Havaalanı’na birkaç Gestapo mensubunun indiğini hatırlatarak, bunu Epilog’a dahil etmenin işin kolayına kaçmak olacağını söylüyor hemen arkasından. Buna benzer durumlarda kesin bir cevap bulmanın güçlüğünü de değinen Schrader’e göre, “Film tabii ki net bir cevabın peşinde koşmuyor. Bugüne kadar verilmiş cevapları sorgulamamızı sağlamasının yeterli olduğunu düşünüyorum. Farklı bir perspektif, yeni bir bakış açısı, belki de asıl ihtiyacımız olan bu.”30
Maria Schrader hiç kuşkusuz haklı. Sinema, geçmişe yahut geleceğe yönelik cevaplar vermek yerine, insanların zihninde soru işaretleri uyandırması lazım gelen bir meziyet sahası. Bu açıdan bakıldığında, Vladimir Mayakovski’nin intiharı tercih eden Sergey Yesenin’i suçlamasına benzer bir şekilde, Thomas Mann’ın ya da Hannah Arendt’in işaret parmaklarını Zweig’a uzatması çok da önemli değil aslında. Karşımızda, ısrarla “nefret” kelimesini telâffuz etmemeye çalışan ve hayatını buna göre düzenlemek isteyen bir insan var. Muhtelif nedenlerle –vize, para, dostluk- kendisine başvuranlara asla hayır diyemeyen bir insan. Yeryüzüne artık fazla geldiğini düşünmüştü belki de, kim bilir, belki de yeryüzü katlanamayacağı bir yük bindirmişti omuzlarına. Yoksa, Ernst Feder’e, hayatının en asude günlerini geçirdiğini, yürümek, okumak ve yazmak dışında neredeyse hiçbir şey yapmadığını, bu yüzden şikâyet edilecek herhangi bir şey bulamadığını söyleyen bir insan, aradan iki ay geçmeden neden gelip intiharın kıyısına demirlesindi ki? İntihar etmeden önce yazdığı mektupta kimi ipuçları vardır belki:
“Yaşadığım hayatı kendi istediğimle terk etmeden evvel, son bir görevi yerine getirmek ve beni burada mükemmel bir şekilde misafir eden bu güzel insanlara yürekten teşekkür etmek istiyorum. Eğer hayatımı Avusturya dışında inşa etmeyi arzulasaydım, Brezilya’dan daha güzel bir ülke bulamazdım. Ama altmış yaşından sonra tam anlamıyla yeniden başlayabilmek çok özel bir güç ve çaba gerektiriyor. Yıllar süren vatansız yolculuklar, maalesef benim gücümü ziyadesiyle tüketti. Bu yüzden hayatımı doğru bir zamanda ve doğru bir şekilde nihayete erdirmenin iyi olacağına inanıyorum. Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelecek şafak aydınlığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum...”