Italo Calvino edebiyatının masalla gerçek arası dinamiği, ütopya ile ilişkisi ‘çöp ve karıncalarla’ kaplı bir dünyanın ortasına açtığı labirent, insan- hakikat ilişkisini edebiyatın başkişisi yapar
13 Nisan 2017 13:57
Sevgili Italo Calvino,
Elime Yapı Kredi Yayınları’ndan henüz yayımlanmış olan Amerika’da Bir İyimser adlı gezi notlarınız geçtiğinden beri, sizin gençlik fotoğraflarınıza bakıp durmaktan kendimi alamıyorum. Bu fotoğraflar ve notlar beni şimdi artık geçmişte kalan kişisel bir öyküye, uzun bir yaza ve birkaç fotoğrafa götürüyor. Ama yine de başrolünde sizin olduğunuz bir öykü bu. Lafı hiç dolandırmayacağım, sevgili Italo Calvino. Sanırım yaşasaydınız size âşık olurdum. Ve bu yazıyı da lütfen size yazılmış bir tür aşk mektubu, hiç gerçekleşmemiş bir aşkın itirafı olarak kabul ediniz.
Sanırım her şey Bütün Kozmokomik Öyküler’inizdeki “Ay’ın Uzaklığı” öykünüzü okumamla başlamıştı…
“Ay’ın yeryüzüne en çok yaklaştığı nokta, Çinko Kayalıkları’nın açıklarıydı. O zamanlar hâlâ kullanılan kürekli sandallarla giderdik oraya. Yuvarlak, düz ve mantar meşesinden olurdu bu sandallar. Pek çok kişi doluşurduk içine: ben, Kaptan Vhdvhd, onun karısı, benim sağır kuzenim ve bazen, o zaman on iki yaşlarında olan minik Xlthlx de takılırdı peşimize. O gecelerde deniz son derece sakin, cıva gibi gümüşî olurdu. İçindeki mor renkli balıklar, Ay’ın çekimine karşı koyamaz, su yüzüne çıkardı, ahtapotlar ve safran rengi denizanaları da öyle. Her zaman mini mini hayvancıkların uçuştuğu görülürdü, sözgelimi, minik yengeçler, kalamarlar, hafif ve saydam yosunlar, mercan bitkileri, bütün bunlar denizden kopar, Ay’a kaçıverirlerdi. Ya oraya takılıp sarkarlardı aşağıya, ya da öylece havada fosforlu ışığın altında uçuşurlardı, biz de muz ağacı yapraklarını sallayarak kovalardık onları. İşimiz şöyleydi: Sandala tahta bir merdiven yüklerdik: biri onu aşağıdan tutar, biri tepesine tırmanırdı, biri de tam Ay’ın altına yaklaşmak için yavaş yavaş kürek çekerdi. Bunun için sandalda çok insan olması gerekirdi.”
Öykünün kahramanlarının Ay’ın çekimine karşı koyamaması gibi ben de sizin kaleminizin çekimine karşı koyamamıştım. Bilinmeyen bir zamanda geçen öyküdeki, Ay’a ulaşmak için havada uçuşan o naif kahramanlar, gözümün önüne Marc Chagall tablolarını getirmişti. Kesinlikle sihirli ve "hafif" bir şeyler vardı sizde. Bu "hafif" sözcüğünü boşuna kullanmadığımı biliyorsunuz siz. Yıllar sonra okuduğum Amerika Dersleri, Gelecek Bin Yıl İçin Altı Öneri’de karşıma çıkmıştı, derslerinizin ilki olarak bu "hafiflik" kavramı. Ve böylece yalnızca sizi değil, neden pek çok diğer yazarı da farklı bir biçimde sevdiğimi anlamıştım. Bambaşka bir edebiyat duyarlılığı katmıştınız bana o altı dersinizle. Hafiflikle ne kastettiğinizi ise şöyle açıklıyordunuz:
“Benim için hafiflik, belirsizliği ve şansa bırakılmışlığı değil, kesinliği ve belirginliği çağrıştırıyor. Paul Valéry’nin dediği gibi: “Il faut être léger comme l’oiseau, et non comme la plume” (“Kuş gibi hafif olmalı, tüy gibi değil”). Hafifliği en az üç farklı tanımıyla örneklemek için Cavalcanti’den yararlandım:
1) Dili hafifleştirme; böylece anlamlar, adeta ağırlıksız bir sözel örgü üzerinden aktarılmış, sonunda dille aynı seyreltilmiş yapıya kavuşmuş olurlar.
2) İçinde ince ve algılanması olanaksız öğelerin yer aldığı bir akıl yürütmenin ya da psikolojik bir sürecin anlatımı veya üst düzeyde bir soyutlama gerektiren herhangi bir betimleme.
3) Bir simge değeri edinen mecazi bir hafiflik imgesi, tıpkı Boccaccio’nun öyküsünde, çevik bir hareketle mezar taşının üzerinden atlayan Cavalcanti gibi. Kullandıkları sözlerden çok, yarattıkları sözel çağrışım nedeniyle belleğimizde yer eden bazı yazınsal buluşlar vardır. Don Quijote’nin mızrağını yel değirmeninin bir kanadına saplayıp havaya kaldırılması sahnesi, Cervantes’in romanında birkaç satırlık bir yer tutar; yazarın bu sahne için yazısının kaynaklarını asgari ölçüde kullandığı söylenebilir; buna karşın, bu sahne bütün çağların en ünlü bölümlerinden biri olmayı sürdürmektedir.”
Sanırım bu açıklamalardan sonra, hafiflikle ilgili örnekler bulmak üzere kitaplığımdaki kitapların sayfalarını çevirmeye koyulabilirim. Shakespeare’de hemen Mercutio’nun sahneye girdiği ânı (Romeo ve Juliet, I, iv, 1718) arayıp buluyorum: “You are a lover; borrow Cupid’s wings / and soar with them above a common bound” (“Bir âşıksın sen; ödünç al Eros’un kanatlarını / Ve en yükseğe uç onlarla”).
Konu açılmışken hemen bahsedelim. Zaten Mercutio’nun da sizin için ayrı bir yeri vardı her zaman. Belki de hayallerinizdeki asıl kahraman oydu hatta. “Mercutio olmayı isterdim” demiştiniz, The New York Times Book Review, size hangi romanın ya da kurgusal olmayan yapıtın kişisi olmayı istediğinizi ve nedenlerini sorduğunda… “Nitelikleri arasında en çok vahşet dolu bir dünyadaki hafifliğine, -kraliçe Mab’ın şairi olarak- rüyalı düşlemine ve aynı zamanda, Capuleto’larla Montecchi’ler arasındaki bağnaz kinin ortasında aklın sesi olarak sağduyusuna hayranım. Canı pahasına eski şövalyelik yasasını benimsiyor, ama inançsız ve alaycı, modern insan olarak kalıyor: neyin düş, neyin gerçek olduğunu çok iyi bilen ve onları gözleri açık yaşayan bir Don Quijote’dir o.”
Diğer derslerinize gelince; "Hafiflik"in ardından sırasıyla "Hızlılık," "Kesinlik," "Görünürlük" ve "Çokluk"tur. Bunlar aynı zamanda sizin üslubunuzun ve yazın felsefenizin de başlıca özelliklerini oluşturur.
İzninizle şimdi biraz kişiselleşeceğim sevgili Italo Calvino ve sizi gerçek anlamda tanımama neden olan bir yazdan ve aşktan bahsedeceğim. Evet, sizi okumuş ve çok etkilenmiştim ama aslında henüz hâlâ tanımıyordum. Ta ki bir yaz, edebiyat âşığı bir İtalyan genciyle tanışıncaya kadar…
Lorenzo’nun bana ilk sorusu, en sevdiğim İtalyan yazarın kim olduğuydu. Tabii ki hiç düşünmeden sizin adınızı söylemiştim. Onun da gözleri parlamıştı ânında. Ve sonra o yaz, Lorenzo’nun yol göstericiliğinde, sizi okumam ve tanımaya başlamamla geçti. İlk olarak Görünmez Kentler’den bahsetmişti. Bana İtalyanca aslından parçalar okurken duyduklarımı anlamıyordum belki ama bu şiir güzelliğindeki dili dinlerken, yine de gözümün önünde rüyalardan çıkmış güzellikte şehirler beliriyordu. O sırada bilmiyordum ama sonradan yıllar içinde Görünmez Kentler’i bir bulmaca çözer gibi defalarca okuyacak ve her seferinde yeni gizler keşfedecektim. Bir labirentti o kitap, her okumada size yeni yüzler, yeni perspektifler sunan… Katman katman açılan…
Lorenzo, edebiyatın yanı sıra matematik de okuyan ve dünyayı gezen bir fotoğraf sanatçısıydı. Ve bana sizin Görünmez Kentler’i yazarken arka planda oluşturduğunuz matematiksel formülü ve onun üzerine kurduğunuz bir tür mimarî- edebî şemayı göstermişti. Böylece gözümün önüne bir anda başka bir âlem serildi. Şimdi karşımda yalnızca harfler ve kelimelerden oluşmayan, kesin rakamsal değerlerle biçimlenmiş bir başka dünya daha vardı. Sanırım ikinize birden ilk o an âşık oldum. Yalnızca kelimeleriniz değil, beyninizin güzelliği de etkilemişti beni. İkinizde de başka türlü bir hava vardı, tanıdıkça içeriye doğru derinleşen…
Görünmez Kentler’de gerçekten de görünmez başka dünyalar vardı, zaten siz de şöyle tanımlamıştınız onu:
“İçinde en çok şeyi söylemiş olduğuma inandığım kitabım Görünmez Kentler’dir, çünkü Görünmez Kentler’de bütün düşüncelerimi, deneyimlerimi ve varsayımlarımı bir tek simge üzerine yoğunlaştırabildim; bu kitapta gerçekleştirdiğim bir başka şey de, bir öncüllük- ardıllık ya da hiyerarşiyi değil, içinde çok sayıda yolun izlenebileceği, çeşitli yönlere budaklanmış, çok değişik sonuçların çıkarılabileceği bir ağı imleyen bir dizilim içinde, her kısa metnin ötekilerin yanı sıra durduğu çok yönlü bir yapıyı kurmuş olmamdır. Görünmez Kentler’de her kavram ve her değerin iki yönlü olduğu çıkar ortaya; kesinliğin de.”
Bu özel kitabınızda her sayfaya bir dizge isim vermiştiniz. Kentler ve anı, kentler ve arzu, kentler ve göstergeler, kentler ve biçim gibi… Sonunda da her biri beş metinden oluşan on bir dizgede karar kılmıştınız. Bu kentlerin her biri de Binbir Gece Masalları’ndan kaçıp gelmişe benzeyen, fantastik yapıdaki masal kentleri çağrıştırsalar da, aslında her biri tek bir kentin farklı yüzleridir; Venedik’in… Ve Görünmez Kentler aslında Marco Polo’nun Tatar İmparatoru Kubilay’a sunduğu bir dizi gezi notu olarak kurgulanmıştır. Kitap yalnızca bu ütopik gezginin, melankolik imparatora anlattığı sözüm ona uçsuz bucaksız imparatorluğunda yer alan imkânsız kentlere dair gözlemlerinden oluşmaz, her bölümde Marco Polo ve Kubilay Han’ın sohbetleri ile yorumları da yer alır.
O yaz, benim Lorenzo’ya İstanbul’u, onunsa bana sizi anlatmasıyla geçiyordu sevgili Italo Calvino. Gezgin Marco Polo ve onu dinleyen melankolik Kubilay Han misali… İstanbul’un her sokağında Görünmez Kentler’in yazarına dair imgelerle dolaşıyor, şehri onun gözüyle görmeye çalışıyorduk. Şehrin, benim ve İstanbul’un kedilerinin bin bir yüzü ise Lorenzo’nun fotoğraflarında yeni baştan yazılıyordu sanki. İlk ondan duymuştum, sizin Terazi burcu olduğunuzu. İkiliklere neden bu kadar takıntılı olduğunuzu ve onları dengeleyerek, farklı uçlardan yepyeni oluşumlar yaratmaya çalışmanızı biraz daha iyi anlamıştım bu bilgiyle. “Gerçekte, benim yazım hep iki farklı bilme biçimine karşılık gelen iki değişik yolun karşısında bulmuştur kendisini” diyordunuz. “Bir yol içinde birleşen doğruların, yansımaların, soyut biçimlerin, güç vektörlerinin izini sürebileceğimiz bedenden arındırılmış bir rasyonelliğin zihinsel uzamında hareket eder; öteki yol ise nesnelerle dopdolu bir uzamda hareket eder ve yazılmış olanın yazılmamış olana, söylenebilecek ve söylenemeyecek şeylerin toplamına uydurulması yönünde kılı kırk yaran bir çabanın sonucunda sayfayı sözcüklerle doldurarak o uzamın sözel karşılığını bulmaya çalışır. İkisi de, hiçbir zaman tam olarak gerçekleştiremeyecekleri kesinliğe yönelik iki farklı etki…”
15 Ekim 1923’te Havana’nın bir dış mahallesinde, anne- babanızın yurda kesin dönüşlerinin arifesinde dünyaya gelmiştiniz. Babanız uzun yıllar Meksika’da ve diğer Dönence ülkelerinde yaşamış bir tarım mühendisiydi. Anneniz ise bir botanik asistanı. Öyküler’inizde yer alan Arjantinkarıncası’nı okuduktan sonra çok düşünmüştüm, acaba tropik bir bölgede geçen ve tüm evleri sarıp sarmalayan karıncalarla mücadele etmek zorunda kalan yöre halkını, yeni bebekleri olan bir çiftin gözünden anlatan öykünün kahramanlarının bizzat anne babanız ve o yeni doğmuş bebeğin de siz olup olmadığınızı…
Öyküler’in ilk bas kı sı Ei nau di Ya yıne vi’nce (To ri no) Ka sım 1958’de yapılmıştı. Calvino ki tabı dört bölüm hâlin de düzenlerken, da ha ön ce ki derlemelerinin neredeyse hepsini bu baskıda bir araya getirmişti: “Ki tabı mı böldüğüm dört bölümün başlığına da ’zor’ sıfatını koydum. Niçin? Çünkü yazdığım şeyler konusunda ‘kolaylık’tan, ‘mutluluk’tan, ‘mutlu kolaylık’tan, ‘kolay mutluluk’tan söz edildiğini duymaktan bık mış tım. Bu nedenle, her yere ’zor’ sözcüğü nü yazdım: O âna dek yazılarımdan alabildiğine uzak bulduğum bu sıfa tı, yaşamın bana ulaşılmaz gibi görünen bu boyutunu, bu yönünü. So nuç mu? Ha rika. Okumak üzere olduğunuz kitabın tek amacı var: 1945’te yazınsal de neylerine başlayanlar arasından birisinin, nasıl o za mandan bugüne kadar, ya şa mın bir çeşnisini, bir parıltısı nı, bir gıcırtısını, bir temposunu yakalama serabının peşinden koştuğuna tanıklık etmek. ”
Anne- babanızla birlikte yurda döndükten sonra, ömrünüzün ilk 25 yılını San Remo’da, o zamanlar Deneysel Çiçekçilik Merkezi’nin bulunduğu Villa Meridiana’da ve atalarınızdan kalma, babanızın greyfurt ve avokado yetiştirdiği San Giovanni Battista arazisinde, özgür bir şekilde geçirdiniz. O dönem erkek kardeşinizle birlikte ağaçların tepesinde geçen o ışıltılı günler daha sonra Ağaca Tüneyen Baron öykünüze yansıyacaktı. O dönemi anlatırken “Yazı yazmaya çocukken başladım, ama edebiyattan çok uzaktım: annemle babam San Remo’da egzotik bitkiler, çiçek ve meyve yetiştiriciliğiyle, genetikle uğraşıyorlardı. Anne- babamın her ikisinin de çok güçlü kişilikleri vardı. Daha çok resimli gazetelere, radyodan dinlediğim skeçlere, sinemaya sığınıyordum: özetle, fantastik türden bir duyarlık geliştiriyordum” diye anlatacaktınız. Özgür düşünceli anne- babanız size dinsel bir eğitim vermemişti. Siz de aile geleneğini takip edip Torino Üniversitesi’nin Tarım Fakültesi’ne kaydoldunuz, ancak ilk sınavları vermekten öteye geçmediniz. Çünkü II. Dünya Savaşı başlamıştı!
Hiç unutmuyorum, sizin de savaşta bizzat yer aldığınızı, tam da onu Topkapı Sarayı’nda gezdirip, Osmanlı tarihinden bahsederken anlatmıştı bana Lorenzo. Yirmi aylık Alman işgalinin ardından nasıl önce partizanlara katılıp, ardından da henüz on altı yaşındaki erkek kardeşinizle birlikte son derece şiddetli çarpışmalarda, ‘Garibaldi’ tugaylarında savaştığınızı ve bu arada annenizle babanızın birkaç ay süreyle Almanlarca rehin tutulduğunu ondan dinlerken, bu kez de bambaşka bir şekilde görüyordum sizi. Sahi, siz kimdiniz sevgili Italo Calvino?
Kurtuluş’un hemen ardından başlayan dönemde Komünist Parti’ye katıldınız, aynı dönemde bu siyasal etkinliklerden esinlenen ilk öykülerinizi kaleme aldınız ve en önemlisi kendi kişisel savaşınızı verip gönlünüzdeki asıl yer olan Torino Edebiyat Fakültesi’ne geçtiniz. (Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, tuhaf bir tesadüf ama Lorenzo da Torinoluydu!) Yazdığınız ilk öyküyü size "kalem sincabı" adını takan Cesare Pavese okumuştu ve zaten onunla çok iyi iki dost olacak, bütün ilk öykülerinizi o dönem Einaudi Yayınevi’nin bürolarını kurmakta olan Pavese ve Natalia Ginzburg’a okutacaktınız.
Sizi, ilk romanınızı yazmanız için teşvik eden kişi de yine Pavese olur. Örümceklerin Yuvalandığı Patika, 1947’de çıkar. Partizan savaşı deneyimine dayanan bu ilk romanınızla küçük bir başarıya hemen imza atar, aynı dönem Edebiyat Fakültesi’nden de mezun olur ve Einaudi Yayınevi’nin reklam ve basın bürosunda çalışmaya başlarsınız. Burası sizi tarihçiler, filozoflar, edebiyatçılar ve yazarlarla dolu bir dünyaya sokup, besler.
Ancak edebiyat yöneliminiz konusunda hâlâ kararsızsınızdır. İlk romanınızın ardından yıllarca aynı gerçekçi- toplumsal- pikaresk çizgide başka romanlar yazmayı dener, hepsini de çöp sepetine yollarsınız. Onca zahmete mal olan başarısızlıklardan yorularak içinizden gelen masalcılık damarına uyar ve bir çırpıda İkiye Bölünen Vikont’u yazarsınız. O dönem İtalyan gerçeği hızlı bir değişimle yüz yüzedir; bir tarım toplumu bir sanayi toplumuna dönüşmektedir ve en güvenli yol ise sistemin bir parçası olmaktır. İkiye Bölünen Vikont’un kahramanı genç Medardo gibi İtalyan aydını, yazar ve sanatçısı, kafasının bir yarısıyla ‘patron’a hizmet ediyor, diğer yarısıyla da bu durumu protesto ediyordu. “Benim varlığımı daha özgün terimleri içinde belirten kitap İkiye Bölünen Vikont oldu, 1951’de Vittorini’nin deneysel ‘Gettoni’ dizisinde yayımladığı aşağı yukarı yüz sayfalık bu öykü; hemen neredeyse ‘erbabına’ yönelik bir yayın, eleştirmenlerce beğenildi. O andan başlayarak edebiyat çalışmalarım için bir yön belirlenmiş oldu, fantastik (düşsel) anlatı diyebileceğimiz yön, daha gerçekçi diye niteleyebileceğim başka yönleri izleyerek yazdığım öykülerin arasında varlığını hep koruyacaktı.”
Basit bir eğlence olarak gördüğünüz bu masalsı roman size yepyeni bir dünyanın kapısını açacak ve aslında dünya edebiyatına da ayrı bir zenginlik katacaktır. Yapıt beklenmedik bir şekilde tutulunca, yayıncınız Vittori’nin tanımıyla “masal yüklü bir gerçekçilik” ile “gerçek yüklü bir masalcılık” üzerine gidersiniz. 1957’de aynı türdeki Ağaca Tüneyen Baron’u yayımlarsınız. Aynı yıl Komünist Parti’den de açık bir mektupla istifa edersiniz. Böylelikle 50’li yıllardaki İtalyan edebiyatındaki yerinizi de kazanmış olursunuz. O yıllarda çalıştığınız Einaudi Yayınevi, İtalyan geleneklerinden toplayacağınız İtalyan Masalları’nı ısmarlar. Kendinizi bir anda yayımlanmış ve yayımlanmamış folklor külliyatı içinde bulur ve ortaya çıkardığınız hazinelerle kendi yazınızı da olağanüstü bir boyuta ulaştırırsınız.
1959’da Vittorini’nin isteğiyle sizin de adınız yayınevinin onunla birlikte eş yayın müdürü olarak yazılmaya başlanır. Aynı yıl masalsı öykülerinizin üçüncüsü olan Varolmayan Şövalye yayımlanır. Bu üç öykü, daha sonra birlikte Atalarımız başlığı altında bir arada yayımlanacaktır. 1959- 60’ta Amerika Birleşik Devletleri’nde sizi çok etkileyecek altı ay geçirirsiniz. Buradaki yaşamınızdan tuttuğunuz notlarınız daha sonra Amerika’da Bir İyimser olarak yayımlanacak, New York’u ise her zaman “benim şehrim” olarak anacaksınızdır. Gerçekten de yaşadığınız tüm kentler içinde New York’un kalbinizde hep farklı bir yeri olacaktır.
1964’te Paris’te tanıştığınız Arjantinli, Rus asıllı bir İngilizce çevirmen olan Esther Judith Singer ile, doğduğunuz Küba’da evlenirsiniz. 1965’te ise kızınız dünyaya gelir. Tam da ’68 devrimi öncesi, 1967 yılında taşındığınız ve bundan sonra yeni yuvanız olacak Paris ise sizi yepyeni çevrelere sokacak ve yazınınızı da etkileyecektir.
Italo Calvino uzmanı ve yetkin çevirmenlerinden, akademisyen Işıl Saatçioğlu onu şöyle anlatır: “Calvino’nun savaş sonrası İtalyan Yenigerçekçiliği’nin kısır döngüsünden kurtulup, öncü Avrupa ve Fransız edebiyatıyla bütünleşerek, yeni bir biçim ve dil arayışına girmesinde, onun yirmi yıla yakın ‘Paris keşişliği’ döneminde Queneau, Barthes, Perec, Valéry, Baudelaire, Voltaire ve Fourier ile kurduğu yakınlığın yanı sıra Proust, Joyce ve Kafka, Stevenson, Kipling, Dickens, Nievo ve Poe’nun ve 1945’lerden başlayarak hemen hemen bütün genç İtalyan yazarlarını etkileyen Amerikan edebiyatının büyük rolü vardır."
Calvino edebiyatının masalla gerçek arası dinamiği, ütopya ile ilişkisi ‘çöp ve karıncalarla’ kaplı bir dünyanın ortasına açtığı labirent, Saussure’ün ‘göstergenin nedensizliği’ ilkesinden yola çıkarak, Claude Lévi-Strauss ve Barthes’ın öğretisi çerçevesinde insan- hakikat ilişkisini edebiyatın baş kişisi yapar. Chomsky’nin izinde onu durallıktan kurtararak korkunç bir devinimin öznesi kılar. Calvino, Apollinaire’in ‘Düzene Karşı Serüven’ denklemini ‘Düzen İçinde Serüven’ olarak yeniden kurar. Schopenhauer’in ‘bunalım’ı, denklemin üçüncü ‘bilineni’dir. Bu üç bilinenli denklemi çözmek için seçtiği biçim ve üslup onu öncü edebiyatın önemli üyelerinden biri yapacaktır.”
1965 yılı size uzay, zaman- zamansızlık, varlık- yokluk- hiçlik gibi kavramlar etrafında döndüğünüz Bütün Kozmokomik Öyküler’i getirecektir. Bu öyküler bir anlamda 1972 yılında yayımlanacak ve başyapıtlarınız arasında nitelenecek Görünmez Kentler’i de öncüller. 1979 yılında ise sizin de hiper- roman olarak tanımlayacağınız Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu gelir. Paris yıllarında tanıyıp etkilendiği Barthes, Queanau gibi yazarlarla ortak zihinsel paylaşımları da yoğun olarak bu romanda hissedilir. Bu deneysel romanı Saatçioğlu şöyle anlatır: “Romansal olanın eski sağlam yapısı çözülmüş, yapboz dağılmıştır. Artık tek geçerli kurgu, şeylerin ve dokunulabilir nesnelerin kurgusu olabilir: Romana olay örgüsü ve biçimsel model verecek tek şey yapbozdur. Yarıda kesilen on roman girişiyle, ‘okuma’ sorunsalını da irdeler Calvino. Palomar’da (1983) Calvino dünyayı betimlemeye yönelir. Daha Görünmez Kentler’de nesnelere karşı duyduğu güvensizlik insanı suskunluk ve eylemsizliğe kilitliyordu. Görünmez Kentler’de ‘yalan, sözlerde değil şeylerdedir’ demişti. Ancak dış dünya hep oradaydı ve sözcüklerden bağımsızdı; sözcüklere indirgenemez, hiçbir dil, hiçbir yazı onu tüketemezdi. Betimleme nesnelerin özüne varmada bir çözüm olabilir miydi? Palomar gözler, betimler, sorgular ve sınıflandırır. Yaşamaz, kendi yaşamını seyreder.”
Palomar, yayımlanmış son romanınızdı ve tıpkı kahramanı gibi siz de artık bambaşka bir bilince erişmiştiniz. Hem bir yazar hem de bir insan olarak… 1984’te dikkatiniz tuhaf sergilere, heykellere, koleksiyonlara çevrilir. Palomar ile başlayan, ideolojik yüklerden ve özü ele geçirmeye çalışan nesnellikten arınma çabaları, nesnelerin el değmemişliğine ulaşmaya yönelir. Dünya, izlerin, doğal ve insan yapısı nesnelerin tüm somutluğu içinde göründüğü yerdir. Göstergelerin dilini öğrenmeye, geçmişini aramaya koyulursunuz.
O gün Lorenzo’nun İstanbul’daki son günüydü ve ayrılmadan bana bir hediye vermek istiyordu. Birlikte o zamanların Robinson Crusoe’suna gittik ve bana iki kitap armağan etti. Biri, onun seçimiydi; sizin Görünmez Kentler’inizin İngilizce baskısı. Diğerini ise bana bırakmıştı. Elim Borges’e gitmişti. Onun Ficciones’ine… “Tuhaf” demişti Lorenzo. “Şu anda Calvino için apayrı bir yeri olan bir yazarın, belki de en çok etkilendiği kitabını seçiyorsun.” Ve sonra bana ikisinin aralarındaki benzerliklerden bahsetmeye başladı… Kendimizi Beyoğlu ve Galata’nın labirenti andıran arka sokaklarına vurmuştuk.
Bugün onun neler söylediğini pek anımsamıyorum, labirentlere karşı duydukları ortak zaaf dışında. Ama Saatçioğlu bize Borges’in sizin için önemini şöyle anlatıyor sevgili Calvino: “Labirente kafa tutmanın tek yolu yeni bir labirent kurmaktı. Labirenti, pitoresk nedenlerle değil, bir gereklilik olduğu için seçmişti Borges. Onun için labirent, bir hayret ve şaşkınlık simgesiydi. Evrenin ve felsefenin, zaman ve kimlik sorununun karşısında yatışmaz bir şaşkınlık duymuştu her zaman. Ancak bu sorun çözülmemeliydi, çünkü o zaman ‘her şeye sahip olur, her şeyi bilebilirdik ve yazık olurdu, zira metafizik ve felsefenin ölümü olurdu bu.’” Calvino, labirentin işlevini, Hans Magnus Enzensberger’in Çağdaş Edebiyatta Topolojik Yapılar adlı kitabından ödünç aldığı birkaç satırla açıklar: “Doğru yolu bulmak için kaybolmak gerekir… Labirent, içine giren kaybolsun ve dolaşsın diye yapılır. Ama labirent, o aynı kişiye, yeni bir plan çizmesi ve labirentin gücünü yok etmesi için bir başkaldırıyı da düşündürür. Bunu başardığı takdirde insan labirenti yıkacaktır; onu boydan boya geçen biri için labirent yoktur.”
Calvino için yeni bir labirentin tek güvenilir mimarı edebiyattır. Tarih ve mekânın dışında bir edebiyattır bu: Borges’in seçtiği çıkış noktasını, yani ‘tarihçilerin zamanını, coğrafyacıların mekânını sondan başa katetmeyi’ seçen ve Queneau’nun evrendoğumunda ‘basit dünyaların matematiksel modelleri’ ile tarih öncesine yönelen bir edebiyat. Butor’un, dünyanın ortasına açtığı görüngüsel labirentin, Gadda’nın spiral dil labirentinin, Borges’in içinden çıkılmaz kültürel imgeler labirentinin bir sentezi.
Borges’in özel bir yeri vardır Calvino’da: “Edebiyat dünyasında kristalin görkemli geometrisine ve tümdengelimli düşüncenin soyutluğuna karşılık gelen yapıtlar yaratarak, Valéry’nin imgelemde ve dilde ‘kesinlik’i hedefleyen estetik idealini tam anlamıyla kimin gerçekleştirdiğini söylemem gerekse, hiç tereddütsüz Borges derim.”
Peki, neden Borges? Çünkü onun her metni, evrenin bir modelini ya da evrenin bir simgesini içerir: sonsuzluğu, çoğulluğu, şimdiyi ya da dönüşümlü zamanı. Marco Polo’nun ‘düşünceyle gidip gördüğü’ kentleri anlatan her kısa metin de evrenin bir simgesi ya da bir modelidir. Bu mikro modeller, anılar, arzular, göstergeler, takas ve gözlerle, adlar, ölüler ve gökyüzü ile kurdukları ilişkide incelik, süreklilik ve gizlilik kazanıp tam beş kez çoğalarak, kristalin güven mimarisinde bir bütünlük ararlar. Görünmez Kentler sonsuzlukta, çoğullukta ve tarihsiz bir zamanda yaşanan bir kimlik krizidir.
Kristal geometrisinde aranan bu "çokparçalı bütünlük" Valéry’yi anımsatır: “Bütünsel Görüngü dediğim şeyi, ilişkilerin, koşulların, olasılıkların ve olmazlıkların tümünü aradım, arıyorum, arayacağım.” Calvino da bütünlüğe buna benzer bir tanım getirir: “Bugün gizil güçlü, sanısal, çoğul olmayan bir bütünlükten söz edilemez artık.”
Bu tanımı kuran üç sıfat da, evrenin gizli şifresini zorlamada, edebiyatı üçlü bir ekip çalışmasına çağıran örtük bir mesajla yüklüdür. Felsefe, edebiyat ve bilimden oluşan bir "menage a trois" önerir Calvino. Bu paramparça ve gizilgüçlü bütünlüğe, karşıtlıkların sivriltilmesi, bilinen her şeye yeni sorular sorularak her şeyin krize sokulması ve gerçeğin çarpıtılması ile ulaşılabilir ancak.
6 Haziran 1984’te, Charles Eliot Norton Şiir Konferansları’nı sunmak üzere Harvard Üniversitesi tarafından resmen davet edilmiştiniz. Charles Eliot Norton Şiir Konferansları, Massachusetts eyaletinin Cambridge kentindeki Harvard Üniversitesi’nde bir ders yılı boyunca (sizin için 1985- 1986 yılı olacaktı bu) sunulan altı konferanslık bir diziden oluşuyordu. Bu bağlamda "şiir" sözü, sanatsal iletişimin her biçimini –edebiyat, müzik, görsel sanatlar– kapsıyordu ve konu seçimi tamamıyla serbestti. Bu serbestlik, edebiyat uğraşında sınırlamanın ne kadar önemli olduğunu bilen birisi olarak, sizi uğraştıran ilk sorun oldu. Ele alacağınız konuyu açıkça tanımlamayı başardığınız andan itibaren –gelecek bin yılda korunması gereken bazı yazınsal değerler– neredeyse bütün vaktinizi bu konferansların hazırlanmasına adadınız.
Çok geçmeden bu uğraş bir saplantıya dönüştü ve bir gün eşiniz Esther’e yalnızca öngörülen ve zorunlu olan altı konferansı değil, en az sekiz konferansı kapsayacak fikirler ve malzemeniz olduğunu söylediniz. ABD’ye hareket ânı geldiğinde, altı dersten beşini yazmıştınız. Altıncısı, "Consistency" (Tutarlılık) eksikti; bu konferansla ilgili eşinizin tek bildiği, Herman Melville’in Bartleby’sinden söz edecek olmanızdı. Metni Harvard’da yazacaktınız. Ancak o metni hiç yazamadınız. Amerika’ya da gidemediniz. Çünkü bu kadar yoğun çalışma ve stres sonrasında, 6 Eylül 1985’te, Siena’daki yazlığınızda beyin kanaması sonucu aramızdan ayrıldınız.
Lorenzo da bir eylül günü ayrılmıştı İstanbul’dan. Onu bir daha hiç görmedim. Bir haber de almadım. Dünyamda aynı ilk belirdiği gibi, aniden kaybolmuştu. Ardında bırakmış olduğu, kendisinin çektiği Cezayir’in kedisiyle birlikte fotoğrafım ve armağanı olan iki kitap olmasaydı, neredeyse hiç "varolmayan bir şövalye" olduğunu düşünebilirdim. Çok sonraları onu kafamda Gizli Kentler’in ütopik seyyahı Marco Polovari bir yere koydum. Ya da belki de kim bilir o bizzat sizin ruhunuzun bana görünmesiydi. Hayaller ve edebiyat kadar bilim ve matematikten de eşit derecede beslenebilen iki eşit ruha rastlamak çok da olası bir şey değil sonuçta, değil mi? O gitti, ama bana asıl olarak sizi ve aynı bir kristal benzeri yeni yansımalarla sürekli zenginleşip derinleşen sizin dünyanızı, yani başlı başına yeni bir âlemi hediye etti. Ben o yazı hiç unutmadım. Hanginizin beynindeki labirentlere daha fazla âşık olduğumu bilmeden, iç içe geçen hayallerinizle, o yaz benim için hep Calvino sevdamın yazı oldu.