Aklını tamamen yitirmemiş olanlar Hindistan’da mı yoksa Pakistan’da mı oldukları konusunda ikilem yaşıyordu. Eğer şimdi Hindistan’da iseler, Pakistan neresiydi?
13 Nisan 2017 13:51
Yüzyılın en büyük bölünme trajedisi Hindistan'da meydana gelir. “Şimdi gözlerimizin önünde kurumuş kan izleri, parçalanmış insanlar, kömürleşmiş yüzler, ezilmiş boyunlar, dehşete düşmüş insanlar, yağmalanmış evler, yanmış tarlalar, moloz yığınları ve dolup taşan hastaneler uzanıyor.” Bu sözler Pakistanlı öykücü Hasan Saadat Manto’ya ait. Pek tabii ki bu yıkım ve gözyaşının en büyük nedeni savaşı kaybeden emperyal gücün ardında bıraktığı kötücül mirastır.
Hindistan 1947 yılında bölündüğünde, Pakistan ve Hindistan diye iki devletli bir toplum ortaya çıkar. O yıllarda her iki toplumun siyasî liderleri şiddetin önüne geçmek için bölünmenin gerekli olduğunu düşünmeye başlar. (Aslında buna mecbur bırakıldıklarını söylemek daha doğru bir ifade olur.) Çünkü farklı dinsel ve dilsel aidiyetler, yılları alan iç savaşın ardından ülkeyi korkunç bir yıkımın eşiğine getirmiştir. Her iki ülkenin liderinin ayrılık düşüncesine dair bu “iyimser” duyguları, pek tabii ki halkın da hayatına bir şekilde sirayet eder. Fakat bu inancın ve iyimserliğin kendilerinden ziyade, İngilizlerin isteği olduğunu belirtmek gerekiyor. Her iki toplum liderinin bu şekilde düşünmesinin nedeni, yıkıcı iç savaşı önlemektir çünkü. Hem Müslümanların lideri Muhammed Ali Cinnah hem de Hinduların lideri Mahatma Gandhi bu durumun altını özelikle çizer. Oysaki gerçek bu değildir. Ayesha Jalal, öykücü Hasan Saadat Manto hakkında hazırladığı biyografide, iki toplumun bölünmesi hakkında şunları yazar: “Avrupa’da savaşın çıkmasıyla birlikte İngiliz valisi, Kongre’nin gerçekçi olmayan, savaşta işbirliği karşılığında bağımsızlık çağrısının reddedilmesini haklı göstermek amacıyla Cinnah’a Müslümanların taleplerini sesli bir şekilde dile getirmesi için baskı yaptı.”
Burada söz konusu olan sömürge ülkelerinin antiemperyalist bir mücadele vermelerine rağmen siyaseten aldıkları kararların yanlışlığıdır. David Barsamıan’uın İkbal Ahmet ile yaptığı İmparatorluğa Meydan Okurken isimli söyleşi kitabında Barsamıan’ın, “Mahatma Gandhi’ye, Hindistan’dan Defol Hareketi’ne ve Hindistan’ın iki ülkeye bölünmesinin ardından yaşanan kan gölüne baktığınızda olayların başka türlü olma şansı var mıydı” sorusuna karşın, Ahmet’in verdiği cevap çarpıcıdır. Ahmet, Barsamıan’a cevaben, “Bölünme engellenebilirdi. Ne var ki, büyük şair ve yazar Rabindranath Tagore’un öngördüğü gibi, Hindistan’daki emperyalizm karşıtı hareketler milliyetçilikten de uzak durmalarının bir zorunluluk olduğunu kavrayamadılar. Batı emperyalizmini reddettik; ancak bu süreçte Batı milliyetçiliğini tepeden tırnağa benimsedik. Milliyetçilik, bir ayrılık ideolojisidir. Bu nedenle Hindistan’ın bölünmesinde Gandhi’nin, -Pakistan’ın kurucusu- Muhammed Ali Cinnah da dâhil olmak üzere, en az herkes kadar payı vardır. Tagore ve Gandhi arasında –Tagore’un Gandhi’yi uyardığı- bize kadar ulaşmış müthiş bir diyalog vardır: ‘Bak Hindistan’a getirdiğin politikalar iki topluluğu bölecek.’”
Ayrılık hikâyesi travmalı bir süreçtir. Toplum liderlerinin yanılgılı siyaseti Hindistan’da altı milyon insanın yaşamına, milyonlarca insanın yer değiştirmesine ve yılları alan korkunç bir yoksulluğun ortaya çıkmasına neden olur. Yaşanan bunca acıyı birçok devletin arşivinde ve birçok tarihçinin yazdıklarında bulmak mümkündür. Fakat bu bölünme sürecini en iyi anlatan kesim edebiyatçılardır. Nitekim Pakistanlı öykücü Hasan Saadat Manto, Filistinli yazar Gassan Kenefani, Hindistan’lı şair Rabindranath Tagore, yine Pakistanlı yazar İkbal Ahmet ve diğer birçok yazar gerek kendi ülkeleri gerekse başka ülkelerde cereyan eden savaş sonrası bu konuda çarpıcı eserler vermiştir.
Bölünmenin nasıl bir şey olduğunu en iyi anlatan yazarlardan biri belki de Pakistanlı öykücü Hasan Saadat Manto’dur. Manto 1912 yılında Pencap’ta bir Müslüman olarak dünyaya gelir. Hindistan bölündüğünde o da bu bölünmeden payını alanlardan biridir. Belki de bu göç sürecini yaşayanlardan biri olduğu için ayrılık ile ilgili en etkileyici hikâyeleri o kaleme almıştır.
Gerek yaşamıyla, gerekse de yazdıklarıyla bu süreci iliklerine kadar duyumsamış biridir Manto. İki toplumun bölünmesiyle ilgili yazılan en iyi öykülerden biri 1954 yılında yazdığı Toba Tek Singh hikâyesidir. Bir akıl hastanesinde geçer hikâye. Manto’nun bu hikâyeyi akıl hastaları üzerinden anlatması tesadüfi değildir. Çünkü iki toplumun bölünmesinin akla izana gelebilecek bir tarafı yoktur ona göre. “Aklını tamamen yitirmemiş olanlar Hindistan’da mı yoksa Pakistan’da mı oldukları konusunda ikilem yaşıyordu. Eğer şimdi Hindistan’da iseler, o hâlde Pakistan neresiydi? Pakistan’da iseler daha birkaç gün evvel Hindistan’da yaşarken nasıl olur da şimdi birdenbire Pakistan’da yaşar olmuşlardı. Bir akıl hastası, böyle Hindistan- Pakistan, Pakistan- Hindistan döngüsünü düşüne düşüne kafayı daha da yedi. Bir gün yeri süpürürken bir ağaca tırmandı ve büyük bir dalın üzerine oturup iki saat boyunca Hindistan ve Pakistan mevzusu üzerinde nutuk atıp durdu. Görevliler ona aşağı inmesini söyledikçe o daha da yukarılara tırmandı. İkaz edilip inmesi için tehdit edilince de: ‘Ben ne Pakistan’da yaşamak istiyorum ne de Hindistan’da… İşte tam bu ağacın üstünde yaşamak istiyorum,’ dedi.”
Manto’nun hikâyesindeki ironi dikkat çekicidir. Çünkü iç savaşın boyutları o kadar kötü bir hal alır ki bunun izahını aklıselim kimse yapamaz. Kısa bir süre öncesine kadar birbirini tanıyan insanlar aniden düşman olmuştur çünkü. Kötü olan yalnızca bu değildir tabii. Düşmanlığın nedenini kimse bir türlü anlayamaz, açıklayamaz. Sadece nedensiz ve korkunç bir kin vardır iki toplum arasında. Bu konuda Manto ile çok sevdiği dostu sinema oyuncusu Sunder Shyam arasında geçen diyalog bu delilik hâli konusunda bir fikir verebilir insana. Sih bir aile, Müslümanların işlediği bir cinayeti anlatır her iki arkadaşa. Manto, Shyam’ın canının sıkıldığını görünce ona, “’Ben de Müslümanım, beni öldürmek istemiyor musun’ diye sorar. Shyam tüm ciddiyetiyle, ‘Şimdi hayır, ama Müslümanların yaptığı zulümleri duyduğum zaman… Seni öldürebilirdim' diye cevaplar. Manto, Shyam’ın sözleriyle sarsılır ve bu şartlar altında kendisinin de en yakın arkadaşını öldürebileceğini itiraf eder.”
Bu şiddet sarmalı adım adım toplumun bütün kesimini ele geçirir. Bu kutuplaşmanın içerisinde siyasetçiler, akademisyenler, yazarlar, memurlar ve toplumun diğer kesimleri de dâhil hemen hemen herkes vardır. Manto ayrışmayı engellemek ve farkındalık yaratmak için sürekli yazar. Çünkü bütün çabasına rağmen kendisini ne tek başına Hindistan’ın ne de tek başına Pakistan’ın vatandaşı olarak tasavvur eder. Bölünmenin anlamsızlığına dair metinleri keleme alırken, her iki toplumu düşünmeye iten sözler söylemesinin nedeni birleşmeye olan inancıydı. “Neden bugünlerde insanlar bu denli kana susadılar” diye sorardı mesela ve sorusuna şu soruyla cevap verirdi: “İnsanlığımızın ellerini yıkamalı mıyız?”
İngilizlerin ayrılık ideolojisini derinleştirdikleri yıllarda ülke diken üstündedir. Birçok entelektüel kendilerini bekleyen şeyin ne olduğunu aşağı yukarı bilir. Hindistan’ın kuzeyinde cereyan eden savaş, dinsel ve dilsel açıdan farklılıkları barındıran Bombay’a doğru ilerler hızla. Savaşın başkente doğru geliyor olmasının anlamı açıktır. Savaşın Bombay’a ulaşması demek, ülkenin tam anlamıyla bir iç savaşa sürüklenmesi demektir. Çünkü Bombay antiemperyalizmin kalesi olduğu kadar entelektüel birikimin yoğunlaştığı bir yerdir de aynı zamanda. Dolayısıyla entelektüel bir ayrışma ülkeyi tam bir kaosa sürükleyecektir. Manto bunun ne anlama geldiğini ilk fark eden kişilerden biridir. Ona göre bölünme denen şey, sonu gelmeyen, yaratıcı, yıkıcı ve sürekli devam eden bir süreçtir. “Manto’nun kavradığı ve tecrübe ettiği biçimiyle bölünme, devasa boyutta yıkıcı, ama potansiyel olarak da yaratıcı olan, içsel ve dışsal tezahürleri bakımından ne belirgin bir başlangıcı ne de nihai bir sonu olan, devem eden bir süreçti.”
Bir Müslüman olmasına rağmen, insanları aidiyetlerine ayırmadan haklarında dokunaklı kısa hikâyeler yazar Manto. Kalemini, bölünmenin sıradan insanların hayatlarına olan etkisini yansıtmak için kullanır. Çünkü Manto’ya göre siyasal erkin aldığı kararların doğruluğu, “sıradan” insanların yaşamında bulduğu karşılık ile anlam kazanır. Dolayısıyla ona göre yeni bir Hindistan inşa edilecekse aşağıdan başlanmalı, ardında da yukarıya doğru birleştirici bir adalet anlayışı ile ülke yeniden kurulmalıdır. Çünkü Manto’ya göre yozlaşma da, iyi bir adalet sitemi de yukarıdaki siyasal erkin kararlarıyla ilgilidir. Ona göre Hindistan’ı yöneten güruhun fark etmesi gereken en önemli şey insanın, her şeyden önce bir “insan” olduğudur. Belki de o nedenle bütün öykülerinin odağına insanı ve insanî olanı koyar. Bütün öykülerini insanî olanın yok edilemeyeceğini kanıtlayan konulardan seçmesi bu açıdan tesadüfi değildir. Dolayısıyla Manto’nun o dönem yazdıkları hem bir tarihyazımı hem de arşivsel belge niteliğindeki metinler gibidir. Onu bir edebiyatçı olarak tarihçilere yaklaştıran ve aynı zamanda üstün kılan da budur. Bu açıdan hem ona hem de ülkesinin içinde bulunduğu duruma ışık tutacak şeylerdir yazdıkları.
Manto’nun kısa öykülerinin köklerinin hem Fransız hem de Rus yazınına kadar uzandığı söylenir. Fakat bu kısa öykü ustasının yazınını yaratan asıl olgu, İngilizlerin getirdiği ayrılık fikridir. Jean Jacques Rousseau’nun özgürlük fikrinden belki de o nedenle bu kadar etkilenmiştir. “Manto, Jean Jacques Rousseau’nun insanın özgür doğduğu ama her yerde zincire vurulduğu gözleminden derinden etkilenmiştir. Konuyla ilgili düşünce ve duygularını aktarmak için Maupassant, Zola, Hugo, Çehov, Tolstoy gibi Fransız ve Rus yazarlarını okuyup çevirerek hikâye anlatımının prensiplerini öğrenmişti.”
Manto’nun Toba Tek Singh, Khol Du (Aç Şunu), Huzur ve Güvenlik, Aşk Hikâyesi, Çirkinlik, Püsküller, Satıcı, Çirkinlik, Duda Pehlivan öyküleri tam da bu öykücülerin izini sürerek ortaya çıkan metinlerdir. Manto’nun izini sürdüğü öykücüler her ne kadar Batılı olsa da, metinlerinin yaslandığı “öz” ülkesi, yani kendi kimliğidir. Birçok öyküsünün tartışma yaratmasının nedeni budur. Manto eleştirilerinde acımasızdır çünkü. Eleştirilerinden siyasal erk kadar neredeyse bütün toplumsal kesimler nasibini alır. Birçok öyküsü bu sebeple yasaklanır. Khol Du’nun Toba Tek Singh’den sonra en fazla tartışılan öyküsü olduğunu belirtmek gerekiyor. Öykü dinî sebeplere dayalı şiddet mitini yıkar. Öykünün yazıldığı dönemde ses getirmesinin nedeni, hem dini odağına alıp eleştirmesi hem de devletin milliyetçi söylemiyle alay etmesidir. Khol Du, Ahmad Nadem Qasimi’nin kurduğu Naqoosh isimli dönemin en önemli edebiyat dergisinde kendisine yer bulur. Yayımlandıktan kısa süre sonra da, “toplumsal barışı tehdit ediyor” diye yasaklanır Naqoosh.
Manto, Khol Du’yu Qasimi’ye verdiğinde yayıncının öyküyü okurken titreyen parmaklarına uzun uzun bakar. Öykü, ülkesi Pakistan’ın ne hâlde olduğu ve bir kadının yaşadığı dramı özetleyen çarpıcı bir metindir. Yayıncı öyküyü okuduktan sonra oldukça etkilenir ve “Eğer yanımda oturan Manto’dan başkası olsaydı, yüksek sesle ağlardım” diye yazar anılarında.
Yasaklarla başa çıkamaz Manto, dışlanır, ötekileştirilir. Bazı öykülerinde cinselliği öne çıkardığı için afişe edilir. Cinsellik muammasıyla tartışılan öykülerinden ikisi Çirkinlik ve Duda Pehlivan’dır. Çirkinlik’te biri güzel diğeri çirkin olan iki kız kardeşin hayatından bahseder Manto. Güzel olan Sacide, çirkin olan ise Hamide’dir. Ana fikri sadakat olan öykünün tartışılmasının nedeni, Hamid isimli gencin önce Sacide’yle sonra da Hamide’yle yaptığı evliliktir. Duda Pehlivan isimli öykünün odağında yine bir gönül meselesi vardır. Bu öykünün tartışılmasının nedeni de bir anne ve kızın aynı adama olan ilgisidir.
Manto bütün eleştirilere ve baskılara rağmen bir kez bile vazgeçmeyi aklına getirmez. Yazdıkları sığınağı olur adeta. Eserlerini Urduca yazan Manto, yirmi kitaplık bir öykü külliyatına sahiptir. Bunun dışında, radyo oyunları ve senaryolar da kaleme alır. Kısacık ömrüne onlarca çalışma sığdırır. Manto’nun bu kadar üretken olmasının nedeni, ülkesinin içerisinde bulunduğu durum ve ailesini geçindirme telaşıdır. Alkole sığınmasının nedeni de bu baskıdır. Fakat sarhoşken asla yazmaz. Belki de yazdıklarının bu denli iyi olmasının nedeni bu konudaki prensipleridir. Alkol yazdıklarına değil, ama kendisine zarar vermeye başlar. Ailesi onu tedavi ettirmek için bir kliniğe yatırır. O yıllarda Pakistan’da, akıl hastaları ile alkol bağımlıları aynı hastanede tedavi edilir. Manto uzunca bir süre akıl hastalarıyla aynı ortamı paylaşmak zorunda kalır bu nedenle. Bölünme ile ilgili Toba Tek Singh hikâyesi de ondan sonra ortaya çıkar. Manto içerdeyken, akıl hastalarıyla geçirdiği onca zamanın ardından, tedavi edilmesi gereken insanların klinikte yatan kişilerin değil, dışarıdakiler olduğunu fark eder. Dolayısıyla hikâyelerindeki absürd delilik hâli anlaşılırdır. Çünkü bölünen yalnızca ülkesi değildir Manto’nun. Ruhu, aklı, bedeni, hayalleridir aynı zamanda.
1947’de ülkesi bölündüğünde, savaşın durması ve ölümlerin azalması nedeniyle kısmi bir rahatlama yaşanır her iki ülkede. Fakat işler istenildiği gibi devam etmez. Bir tarafta yoksulluk, diğer tarafta kaos vardır. Manto, ülkenin bağımsız olmasının ardından umut ettiği özgürlüğün ne Hindistan’a ne de Pakistan’a geldiğini görür. Emperyalist tahakküm bütün acımasızlığıyla devam ediyordur hâlâ. Bu acı tecrübe Manto için bir yıkımdır adeta. Ali Çakmak Toba Tek Singh’e yazdığı sonsözde, Franz Fanon’dan şu çarpıcı alıntıyı yapar: “Fanon sömürgeciliğin sömürge insanının etine kazınmış olduğu, bağımsızlığın ilanının bu gerçeği değiştirmeyeceği uyarısında bulunmuştu. İşinin son beyaz polis çekip gittiğinde, son Avrupa bayrağı indiğinde bittiğini düşünen Hintliler çok kısa bir süre içinde yanıldıklarını anladılar.”
Ne kadar da haklıdır Fanon. Zira aradan geçen yetmiş yılın sonunda, Pakistan ve Hindistan’ın aynı şekilde hâlâ sömürge devletlerinin tahakkümünden kurtulamadığını görüyoruz. Aradan geçen bunca zamana rağmen Manto’nun ülkesi Pakistan’ın ne kadar özgürleştiğini en iyi anlatan İkbal Ahmet olmuştur herhalde. “Elli yıl sonra şimdi yeniden Pakistan’a bakalım. Durum hiç de değişmedi. İngilizlerin eğittiği bir ordu, İngilizlerin eğittiği bir bürokrasi ve İngilizlerle işbirliği yapan aynı feodal toprak sahipleri iktidar üçgenini tamamlıyor. Silah Gücümüzün büyük bir kısmını Batı’dan ve Çin’den alıyoruz. Silahımızın çok azını kendimiz üretiyoruz. Büyük ürünlerin ciddi bir kısmı sanayileşmiş ülkelerden geliyor. Sayılar sürekli artıyor. Eskiden ithalat İngiltere’den yapılırdı. Şimdi çoğunlukla Amerika, Japonya ve Almanya’dan yapılıyor. Küreselleşme ülkemizdeki satıcıların ve alıcıların sayısını artırdı. Başka da bir şey değişmedi. Bu nedenle ekonomik politik gerçekler değişmedi. O halde neden sömürgeleştirmeden söz ediyoruz ki? Pakistan sömürge olmaktan asla kurtulamadı. Asla. Bu nedenle de küreselleşme döneminde yeniden sömürgeleştirilmedi. Küreselleşme yalnızca uluslararası ekonominin yapısını değiştirdi. Ekonomilerimizin yapısı değişmedi.”
Acı bir belirlenim. Manto yaşasaydı, muhtemelen şu soruyu sorardı Ahmet’e, “Elli yıl sonra bile özgür değilsek, neden bu kadar acı çekildi ki, neden altı milyon insan özgürlük davası uğruna yaşamını yitirdi?”
Emperyalizmin sömürge savaşı Asya’dan Latin Amerika’ya, Ortadoğu’dan Afrika’ya kadar hala devam ediyor. Emperyal akıl insanları aidiyetlerine göre tasnif edip ayrılık fikri üzerine kışkırtıcı politikaları hayata geçiriyor. Son yüz yılı yıkımlar çağına dönüştüren hep bu tahakküm olgusu ve bölünme fikri oldu. Manto, bu denli açık yürütülen ve kesintisiz devam eden bu pornografik savaşı, sıradan insanların hayatlarına taşıdı. Kaleminin gücü de buradan gelir. Kabullenemediği ve bir türlü anlam veremediği ülkesinin bölünme meselesi, ezilen insanların kaleminin mürekkebi oldu hep. Çünkü bu duruma bir anlam vermek o kadar güçtür ki, bunu biçimsel olarak hikâyelerinin sonuna taşıması oldukça anlaşılırdır. Neredeyse bütün hikâyelerinin sonunu okura bırakmasının nedeni budur. Yazdıklarının odağı insanlığın mirasıysa, son sözü de “insan olan” söyler. Hindistan ve Pakistan bölünmüş iki ülke olabilir belki, ama ülkesinin hikâyesi asla mutsuz bir son ile bitmeyecektir. Sonunu okura bıraktığı kısacık öykülerinde, ülkesinin tekrar birleşeceği umudu göz kırpar hep. Umuduna okuru ortak etmesi bu sebepledir.
Manto kırk iki yaşında öldüğünde, mezar taşına “Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla başlarım. Saadat Hasan Manto burada yatıyor. Kısa hikâye anlatıcılığı da onunla birlikte burada, toprağın altında artık… Tonlarca toprağın altında bile hala kendisinin mi yoksa Tanrı’nın mı daha iyi bir kısa hikâye yazarı olduğunu merak ediyor.” sözlerinin yazılmasını ister. Fakat ölümünün hemen ardından ailesi ikna edilir ve Lahor’daki mezarına bu söz değil de başka bir şey yazılır. Eleştirdiği siyasal erk, ona mezarında bile rahat vermez. “Dini ve milli hassasiyetleri” nedeniyle koca ülkeyi cehenneme çevirenler, milyonlarca kişinin ölümüne ve milyonlarca kişinin sürgününe neden olanlar, ülkelerine zarar gelmesin diye Manto’nun mezar taşına başka bir şey yazdırırlar.