"Unutmayalım ki, 'objektif tarihçiliğin imkânsızlığı', tarih yazımı kuramı açısından bir sorunsal olmaya devam ediyor. Tunçay, kitabında da işaret ettiği objektif tarihçiliğe inanan bir devrin insanı ama eseri mademki halen bir referans olarak görülüyor, bu ilk kabulün de artık sorgulanması gerekmiyor mu?"
14 Temmuz 2022 21:00
Tarih, siyaset, toplumsal kuramlar çalışan birisi olarak, yıllardır resmî tarih ve eleştirileri üzerine birçok yazı yazdım. 2008 yılında bu konularda çok yazarlı bir kitap çalışması hazırlamaya giriştim, çerçeve metin olarak yazdığım “Cumhuriyet Tarihini Yeniden Okumak” başlıklı yazım Doğu Batı dergisi Aralık-Ocak 2008-2009 sayısında yayınlandı. Sonuçta yazıları toparlayamadık, olmadı, o dosya elimde kaldı. Ancak konu doğal olarak güncelliğini yitirmedi, birçok siyasi tartışmanın ucu tarih okumasına dayanmaya devam etti. O nedenle geçen yıl dosyayı yine açtık, kitabı hazırlamaya başladık. Kitabın ana teması, İslamcı/sağ muhafazakâr ve sol liberal resmî tarih eleştirileri ve bu iki eksenin buluşma noktaları. Benim katkıda bulunmaya çalıştığım bölüm, sol liberal resmî tarih eleştirileri üzerine yazdığım bir değerlendirme yazısından oluşuyor. Bu çerçevede, Mete Tunçay’ın Tek Parti Dönemi üzerine 1981’de yazdığı öncü çalışmasını yorumlamaya çalıştım, ve liberal sol tarih okumalarının referans kaynağı olarak gördüğüm diğer temel metinlerinden Eric Zürcher, Levent Köker, Ahmet Demirel ve biraz farklı bir çerçevede görülse de Taha Parla ve Fikret Başkaya’nın tarih okumalarını da... Mete Tunçay’ın öncü çalışmasına, diğerlerine esin kaynağı olduğu düşüncesiyle öncelik verdim. Aslında Tunçay’ın çalışması 1981 gibi çok erken bir tarihte yayınlandığı için, eleştirel okuma yaparken kendi döneminin koşulları içindeki önemine haksızlık etmek istemedim, ama halen etkisini göz önünde bulundurarak eleştirel okumamın merkezine bu çalışmayı yerleştirdim.
Toplumsal Tarih dergisinde Hasan Bülent Kahraman imzalı “Bir kitabın 40 yılı, 40. yılında bir kitap” başlıklı yazıyı okuyunca ne kadar doğru bir karar vermiş olduğuma kanaat getirdim. Kahraman, Tunçay’ın Tek Parti Dönemi üzerine çalışmasına tam da benim atfettiğim önemi vurgulayan bir değerlendirme yapmış; “Arkasından gelen başlı başına bir ekolü yaratması kadar kitabı önemli hale getiren bir diğer husus, metnin bugün de konusunda öncü, çığır açıcı bir kaynak olmayı sürdürmesi” diyor.
Ben de tam bu nedenle ‘bu ekolü’ tartışma konusu yapmak açısından Tunçay’ın metnine geri dönmek gerektiğini düşünüyorum. Bu kitaba ilişkin değerlendirmemi burada uzun uzadıya anlatmaya girişmeyeceğim, daha önce pek çok yazımda bu kitaba eleştirel göndermeler yaptım, ama zaten daha derinlemesine bir değerlendirme ihtiyacı ile de kitap bölümü yazdım. Şimdilik sadece, kült haline gelmiş/getirilmiş bu çalışma üzerine bakalım Kahraman ne demiş diye bir göz atmakla yetineceğim.
Öncelikle hayretle, Hasan Bülent Kahraman’ın yazısının bir kitabın 40 yılından ziyade, kendi kırk yılından bir demet olduğu izlenimi edindim. Doğrusu, bir aydın olarak söz konusu kırk yılı kendi düşünce serüveni eşliğinde kaleme almasını hiçbir şekilde yadırgamadığımı belirtmek isterim. Tam tersine, bu tür anlatıları düşünce tarihi açısından bir kuşak serüveni olarak önemli buluyorum. Ancak sonuçta bir otobiyografi olmayan bir kitap yazısında “Matematiği(nin) çok iyi, ileri ve güçlü olduğu”nu yazmasının, inşaat mühendisi olarak çalıştığı Çıldır Hidroelektrik Santrali’ni “yapıtları arasında saymamış” olmasına gönderme yaparak “yapıtları arasında sayması”nın bana biraz narsistik göründüğünü itiraf etmeliyim. Bu arada, Tunçay’ın kitabını hediye olarak getirdiği ev davetinde, Emre Kongar ve eşinin “karı-koca birer battaniye ile oturması”ndan bahis ve çaya eşlik eden “Adis Ababa pastasının Körfez Pastanesi’nden alınmış olması” kadar künyesinin verilmesi gibi detayların yazıya edebiyat tadı vermeyi amaçlamış olduğunu varsayıyorum, ama bana yine de biraz tuhaf geldiğini belirtmek zorundayım. Peki, bu kadar gırgır yeter, buna benzer tuhaflıkları bir yana bırakalım, Mete Tunçay’ın kitabı konusundaki değerlendirmelere gelelim: Kahraman, Tunçay’ın çalışmasını “tarih yazımcılığı ve siyaset biliminin başarılı biçimde kesişmesi” olarak takdim ediyor, nitekim Tunçay da giriş bölümünde iddiasının bu olduğunu ifade ediyordu. Kahraman’a göre, Tunçay kitabının giriş bölümünde “1970 ve 1980’lerin Türkiyesi siyaseti ve… siyaset kuramları açısından önemli sayılan hemen tüm akademisyenlerin görüşlerini irdeler. Bunlar, Sartori, La Palambola, Rustow, Huntington, Moore ve Duverger’dir”. Kahraman şöyle devam ediyor: “Türkiye’deki siyaset bilimi çalışmaları özellikle ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitesi çevresinde çok uzun yıllar bu isimler etrafında şekillenmiştir.”
Söz konusu siyaset kuramcıları “yetmişli ve seksenli yılların önemli sayılan hemen tüm akademisyenleri” değil, özellikle Amerikan üniversitelerine hâkim olan, demokratikleşmeyi modernleşme teorileri paradigması dediğimiz çerçevede tanımlayan belli bir ekolün temsilcileriydi. Bizden bir kuşak önce çoğu ABD’de doktora yapmış hocalarımız bu ekol içinde yetiştiği için biz de siyaset kuramı olarak bunları okuyorduk, hepsi bu.
Doğrusu, Nazizm ve Faşizm deneyimleri ardından, İkinci Dünya Savaşı sonrası, otoriter siyasetler ve özgürlük/demokrasi sorunsalı üzerine yoğunlaşan, bir yandan Hannah Arendt, diğer yandan Frankfurt Ekolü veya Eleştirel Teori kuramcıları, daha sonra başta Foucault ve diğer yapısökümcüler gibi ekollerle Türkiye’de sol entelektüel çevre bile epeyce geç tanışmıştı. Tunçay’ın Tek Parti dönemine odaklı çalışmasına, Kahraman’ın zikrettiği paradigmanın ötesinde, özellikle otoriteryanizm konusunda daha geniş bir perspektifle bakmak daha zihin açıcı olabilirdi. Hadi diyelim, Tunçay hoca başka bir devrin insanıydı, ama Kahraman’ın onun bakış açısını hâlâ çığır açıcı bulması anlaşılır gibi değil. Kahraman, “Tunçay otoriterlik kavramını tek parti kavramıyla ilişkilendirir… Tunçay’ın bu metinde kurduğu tek parti-Türkiye ilişkisinin ve onu üzerine oturttuğu modelin henüz aşılmadığını belirtelim” diyor. Ben ortada Tunçay’ın “oturttuğu model” göremiyorum ki, aşılıp aşılmadığı konusunda fikir yürüteyim. Ne tek parti deneyimi ne otoriter siyasetler Türkiye’ye özgü şeyler değil, Tunçay’ın da Türkiye’de yaşananlara özgünlük kazandıran herhangi bir noktaya işaret ettiği yok. Malumu ilam olan, “otoriterlik ve tek parti arasında ilişki kurmanın” çığır açıcı bir yaklaşım olarak değerlendirilmesi hiç akıl işi değil. İnsan ister istemez “nerden başlasam, nasıl anlatsam hissine kapılıyor”.
Sonra Kahraman eli yükseltiyor, Tunçay’ın tarih okuması “spontan dekonstriksüyon”muş, yani Cumhuriyet tarihini okuyuş biçimi resmî tarihin kendiliğinden yapısökümü oluyormuş. Evet, kitabın iddiası ve ona atfedilen anlam da bu. Asıl mesele bu yapısökümün mahiyetinin ne olduğu; yoksa resmî ideolojiler pek çok açıdan yapısöküme dayanıksızdır. Resmî ideolojileri (tanım gereği) ‘çarpıtma’ olarak okumamız kaçınılmaz, ancak bunların karşısına ‘tarihsel gerçekler’ iddiasıyla çıkıldığında kaçınılmaz olarak ‘karşı anlatılar’a ve bunların üzerinde oturduğu alternatif paradigmalara varılır.
Unutmayalım ki, “objektif tarihçiliğin imkânsızlığı”, tarih yazımı kuramı açısından bir sorunsal olmaya devam ediyor. Tunçay, kitabında da işaret ettiği objektif tarihçiliğe inanan bir devrin insanı ama eseri mademki halen bir referans olarak görülüyor, bu ilk kabulün de artık sorgulanması gerekmiyor mu? Doğrusu, Tunçay’ın tarih okuması Kemalizme toz kondurulmayan bir dönemde tabu yıkıcı bir metin olarak görülebilir, ama tarihsel anlatısı, söz konusu dönemin büyük ölçüde dönemin Meclis zabıtları, kayıtları, anılar ve ikincil kaynaklardan derlenmiş eli ayağı düzgün bir özetinden ibarettir. Tunçay’ın ince tarihçiliği ve birincil kaynaklara özeni üzerine Kahraman’ın yaptığı vurgu, daha ziyade Tunçay Hoca’nın sol düşünce tarihi üzerine çalışmaları için geçerlidir. Tek Parti dönemine ilişkin kullandığı kaynaklar tabii ki isabetlidir, ancak o dönem okuması yapanların aşina oldukları metinlerdir, mikro tarihçilik olarak tanımlanabilecek, çığır açıcı, kuram kurucu bir yanları yoktur. Takrir-i Sükûn Kanunu’nun rejimi tanımlayan özelliği Kahraman’ın sandığı gibi Tunçay’ın keşfettiği bir şey değildir.
Tunçay’ın dönem çalışmasının en dikkat çeken ve ayırt edici özelliği, Milli Mücadele ve Birinci Meclis’te yaşanan Mustafa Kemal’e muhalefet söylemini içermesi ve özellikle Hilafet ve Laiklik başlıkları altında yaptığı yorumlardır. Bu yorumların hemen tamamı sağ-muhafazakâr ve İslamcı resmî tarih eleştirileriyle örtüşür. Nitekim Tunçay bu konularda benzer bir noktadan hareket etmek bir yana, yer yer Kadir Mısıroğlu ve Sadık Albayrak gibi İslamcı yazarlara referans vermiştir. Ancak asıl önemlisi, Tunçay’ın çalışmasında sağ, muhafazakâr, İslamcı karşı tarih okumalarının kalkış noktalarının sorgulanmaksızın tekrar ediliyor olmasıdır. Mesela, Hilafet’in Birinci Dünya Savaşı ertesinde halen bir politik güç olduğu fikri, mesela Türkiye’de Hilafet’in ilgasının “İngilizlerin işine geleceği” iddiasının makul bulunması, mesela, “Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen din adamlarının çoğunlukta olduğunun unutulması” gibi, mesela güzellik yarışmaları ve baloların “toplumsal biat” olarak tanımlanması gibi…
Daha fazla uzatmayalım, benim görebildiğim kadarıyla temel mesele, Türkiye’de demokrasi sorununun nedeninin Cumhuriyet’in inşa ettiği rejimin otoriter yapısının mirası olduğu düşüncesi ve Milli Mücadele ve Birinci Meclis’te, Mustafa Kemal (ve Kemalistlere) karşı itirazların yitirilmiş bir demokrasi dinamiği olduğu fikri. Kahraman’ın sözünü ettiği ekol budur; evet, Tunçay’ın metni bu ekolün öncü metnidir. Ancak Kahraman’ın ifadesi ile “Kitabının kırkıncı yılında hâlâ nirengi noktası ve mihenk taşı olması”, olsa olsa doksanlı yıllardan itibaren şekillenen demokratikleşme söylemlerinin siyasi şaşılığının halen devam ettiğine işaret eden, üzülünecek bir durumdur. Yazının başında sözünü ettiğim kitap çalışması da zaten bu çerçevede bir tartışmayı hedefliyor… Gayret bizden tevfik Allah’tan!
•