"Kanon ve klasiklerin listesi, 'bakımı yapılan saatler' listesidir. Literatür dediğimiz, o giderek daha da delirtici hale gelen şey, temelde büyük bakım raporlarından oluşmakta. Bakım, aynı zamanda bakış, bakıp sorunları tespit etmek, mümkünse bakımı düşünmek, yahut 'kullanılmaz' –veya Moretti gibi söylersek 'mezbahalık'– raporu yazmak."
14 Temmuz 2022 20:30
“Şunları bi’ alt alta yazalım” diyen ilk insanın aklına fikrine sağlık! O gün bu gündür listesiz bir hayatımız olmadı. En son, K24’ün hazırladığı “Gölgede Kalan Kitaplar/Yazarlar” soruşturması bir liste istemiyordu ama ortaya bir liste çıkıyor.
Ortaya çıkan bu listeden devamla, “Edebiyat Kanonu ve ‘edebiyat mezbahası’ arasında” başlıklı yazısıyla Yalçın Armağan, konuyu literatürümüzdeki (yazı boyunca “literatür” derken “ikincil kaynak” olan anlamını kastedeceğim) “kanon/klasik” meselesine ve Moretti’nin “edebiyat mezbahası” dediği “bit pazarına nur yağması” durumumuza getiriyor, bu iki başlığı birlikte tartışıyor.[1] Daha doğrusu, bu “kıymet” listelerinin aslında kanon/klasik tartışmasının bir parçası olduğunu gösteriyor.
Armağan’ın yazısındaki bu iki kanadın (yine birlikte) tartışılması gerektiği kanaatindeyim. Ben de yazımın birinci kanadında “zamana direnen metin/estetik kıymet” konusunu, ikinci kanadında da Türkçe edebiyatın kanon/klasikler listesi tartışmasını bir miktar açmak, yeniden bağlamak istiyorum.
Armağan’ın bıraktığı yerden devam edeyim. Yazısının son paragrafını alıntılıyorum:
“Süreğen bir mücadele alanı olan edebiyat kanonunda sabitlik değil, hareketlilik hâkim. Metnin kanona dahil olmasını ya da mezbahaya yollanmasını belirleyen, metnin bünyesine içkin estetik kıymeti değil, bu hareketli süreçte nasıl bir konuma yerleştirildiğidir. Yayınlandığından beri hiç değişmeyen metinlerin estetik kıymetinin ya da kanonik konumunun farklılaşması metinlerden daha çok bu metinlerin alımlandığı dönemin eğilimlerini görmeye imkân verir. Son 20 yılda öne çıkan ‘edebiyat mezbahası’ndan metinleri kurtarma arzusu, metinlerden daha çok bize dair bir şeyler söylüyor.”
İşte tam yüz yüze tartışmalarımızda olduğu gibi. Bir cümlesiyle hemfikirim, diğerine katılmıyorum! Mevzular büyük, virajı bir miktar geniş alacağım.
Metnin kendine içkin bir değeri var mıdır?
Bir metnin kıymeti ne özünden gelen bir özelliktir, ne de zaman içerisindeki değişmezliğinden gelir. Tüm canlılar gibi metinlerin de biyografilerinde kayıtlı her şey onların kaderini ortaya koyar ama bu hiçbir zaman gelecekte nasıl devam edeceğine dair net bir çıkarımda bulunmamıza izin vermez.
Yok olmadıysa, erişebiliyorsak, okuyabiliyorsak, metnin başına her gün farklı şeyler gelmeye devam edebilir. “Kıymet” burada düpedüz “kıymık” işlevi gören bir kelime. Üstelik öyle yekpare ve yeknesak bir “kıymet” henüz hiçbir metnin kaderine kısmet olmadı.
“Kıymet” kavramı doğrudan bir “iyi”yi işaret ediyor. Oysa bir metnin iyi olmasından kastımız, kıymet’in çekmeye çalıştığı gibi ayakları yerden kesik bir şey değildir. Dünyada bugüne kadar üretilmiş metinlerin ciddi kısmı kaybolup gitti. Çoğunun izi bile kalmadı. (Buradan sonrası arkeolojinin alanına giriyor.) Ancak bugünün dünya edebiyatı çerçevesinde okuduğumuz metinlerin hiçbiri “iyi değil” değildir. O eşiği atlamamış bir metnin bugün hâlâ yaşıyor olmasının tek nedeni kuru belge özelliği olabilir. Onlara da saygımızı sunarız.
Fakat yanılmıyorsam bu metinler hakkında değil tartışmamız. Konumuz bağlamındaki eserlerin kıymetini verenler kabaca şu iki kitleden oluşuyor:
Okur-paşa açısından kıymet: Buradaki kastım, herhangi bir “profesyonel” yükü olmaksızın, tamamen kendi paşa gönlü uyarınca okur pratiğine sahip olan okurlar için geçerli. Sever, sevmez, bugün sever, yarın döver, vs... İnsanın en özgür olduğu deneyimlerden biri bu okurluk deneyimidir herhalde... (Tabii, buradaki sınırın, ilişkinin metinle okur arasında kalması olduğunu belirtmek gerekir. Yoksa Instagram’da “okuduğu” kitaplar konulu “influencer” olmaya konu vardığında ilişkinin safiyaneliği de bozuluyor elbette.)
Profesyonel okur açısından kıymet: Büyük oranda tüm ikincil literatür üreticisi yazar-okurları kastediyorum. Entelektüeller, eleştirmenler, akademisyenler, gazeteciler, influencer’lar... Yazmadan hayatlarını “sıkı okur” olarak sürdürenlere saygılarımızı da sunalım.
Okur-paşaların analizi edebiyat sosyolojisinin dışında o coğrafyanın ve dönemin sosyolojisinin de dahlini gerektiren, muazzam bir çılgınlık olduğu için onları henüz rahatsız etmeyelim.
Konumuzun odağında aslında “profesyonel okur”ların ihtiyaçları ve arzuları ve istekleri ve güdüleri ve tercihleri yer alıyor. Kanon/klasik listeleri onlara gerekiyor. Yazılı üretime devam edebilmek için bazı kısa yollara ihtiyaç duyarız çünkü. Tek tek metinler veya yazarlar üzerinden referansla literatürü ilerletemezsiniz. “İngilizcede hangi metinleri okumak gerekir?” gibi soruların kısa bir cevabı olmak zorundadır. “Pratik” bir ihtiyaçtır bu. Okurun, okurken zihni çalışmaya devam ettiği sürece karşısındaki metnin de kaderi değişmeye devam edecektir.
“Bakımı yapılan saatler” enstitüsü
İyi bir metnin çeşitli unsurları vardır, akademisyenler, eleştirmenler de bu unsurları saptamamızı sağlayan birtakım araç gereçlerle metni “yakın okuma”ya tabi tutarak “değer”lendirirler. “Metnin kıymeti”nden bahsederken, eşikteki “iyi” konusunun muallak bir konu olmadığını not edelim. Bir metinden “iyi/sıkı metin” diye bahsedebilmek için edebiyatın bir alet çantası var elbette. Çoğu zaman yeterli miktarda kavram ve/ya terim sayesinde metnin çekmecelerini açıp bakabiliyoruz.
(Bazen bütün bunların yeterli olmadığı durumlar olmuyor mu? Elbette oluyor. “Yaratıcı yazarlık” konusunda, yıllardır söylediğim gibi, henüz o tartışmayı derinleştirecek alet edevata sahip değiliz; elimizdekiler, o alanın sorularını yanıtlamak için yetersiz. Ama bu gibi durumlar akademyanın ve entelektüel dünyanın sorunlarıdır, metinlerin değil.)
Metnin zamana meydan okumasını sağlayan şey de yazarın metnin içine kurduğu yapıdır. Bir tür, saatin iç organları. Belki zamanla üzerindeki “mobilya” eskiyebilir, desenlerinin modası geçebilir, camı çatlayabilir ama içindeki saat çalışmaya devam ediyorsa... Hoyrat bir elin o çalışan saati “artık beğenmediği” için çöpe atmadığından devamla düşünürsek, çarklardan birinin yavaşlamasına veya durmasına bir şeyler neden olana dek çalışır o saat.
Kanon ve klasiklerin listesi, “bakımı yapılan saatler” listesidir. Literatür dediğimiz, o giderek daha da delirtici hale gelen şey, temelde büyük bakım raporlarından oluşmakta. Bakım, aynı zamanda bakış, bakıp sorunları tespit etmek, mümkünse bakımı düşünmek, yahut “kullanılmaz” –veya Moretti gibi söylersek “mezbahalık”– raporu yazmak.
Elbette oranın da bir listesi var. Hatta kendi literatürümüzde yaşadık; Ömer Seyfettin isminin başına geldi. Çocukluğumuzda klasikler arasında sayılırdı, neyse ki bizler büyüdük ve kendisini daha fazla okumak istemediğimiz konusunda anlaştık. Artık literatürümüzün özel bir listesindeki yerini aldı.
Literatürümüzün alt listeleri de henüz oluşuyor. O nedenle zaten bütün bunları “semptomatik” okumaktan, bunların birer semptom olduklarını ve ne anlama geldiklerini anlamaya çalışmaktan yanayım. Armağan’ın bahsettiği listeler dahil hepsine bu nedenle “klasikler listesi”nin dönemlik ölçümleri gözüyle bakıyorum. Her edebiyatın başına gelenler bizim de başımıza gelebiliyor.
“Bakımı yapılanlar” listeleri de değişiyor elbette. Ama çok yavaş. Hiç değişmiyormuş izlenimini vermeyi sağlayan Cervantes, Dostoyevski, Kafka, Proust... gibi isimler. Tepedekiler kolay değişmiyor da, yavaştan ortalık kalabalıklaşıyor diyelim.
Felsefe, şiir gibi alana has literatürlerde, onların büyük literatürle de bağını koparmamasını sağlayan, krosdisipliner yerini koruyan Lucretius veya Kavafis gibi isimleri de görebiliyoruz.
Salinger (bizdeki Sabahattin Ali örneği) gibi “yeniden çalışan” saatler ise doyma noktalarına kadar devam edecekler. Salinger’ın tersine, (bizdeki Ömer Seyfettin örneği gibi) Maupassant da eskisi kadar listelerde yer almıyor. Artık hakkında çok daha seyrek yazı oku(yabili)r olduk.
Konunun radyo ayarlarını bozan bir de Nobel Edebiyat listesi var tabii! Özellikle klasikler bu listeden hayli besleniyor denebilir. (Kanon içinse Nobel ilgiyle okunacak bir haberdir.)
Kanon ve klasik listeleri yaşayan ama biraz ağır hareket eden birer canlılar. Ağır hareket ediyorlar ki görüp anlayabilelim; sürekliliğinden emin olma duygusuyla, bir konuyu kapamış olmanın gönül rahatlığıyla hayatımıza devam edebilmemiz gerekiyor. Aşağıda anacağım söyleşide Murat Belge’nin dediği gibi, “varoluşumuzu devam ettirebilmek için kanonlara muhtacız”.
Kutsal kitaplar dahil bugün kanon veya klasikler içinde yaşamaya devam eden metinlerin çürüyen dikişini, epriyen yerlerini tamir etmek din insanlarının ve/ya edebiyatçıların mesuliyeti içinde sayılagelmiştir. Bakımı yapılan metin çalışmaya devam eder, vice versa. Bakım yapılıyorsa “kıymet” veriliyordur. (Örneğin Armağan’ın Kemal Bilbaşar metni, bir tür “bu saatin çalışan yerleri var” raporu olarak görülebilir. Biyografi literatürümüzde çalışılmamış bir ödevi işaret ediyor olması da bu yazı boyunca söylemeye çalıştığımın bir örneğini oluşturuyor.)
Bir kanon “oluşmakta”
Böylece kıymet konusundan kanon/klasik listeleri konusuna geçiş yaptıysak, kısaca çerçeveyi çizmek gerekir. Bunun yolu da uzun bir alıntı yapmaktan geçiyor. 2011’de, vaktiyle memleketin ilk ve tek kültürel incelemeler dergisini, KÜLT’ü çıkarırken, ilk sayısının kapak dosya konusu olarak “Kanon”a karar vermiştik. Oldukça kapsamlı, sıkı bir dosya hazırlamıştık, meraklısı bilir. Dosyanın girişinde, Murat Belge ve Ferda Keskin ile dergi ekibi olarak yaptığımız, “Kanon” çerçevesinde 17 sayfalık bir söyleşi yer alıyor: “Hayat Sonsuz Değildir, Kanon Lazım.” Söyleşinin ilk sorusunu ve ilk cevabını alıntılıyorum:
“MV: Kanon kelimesinin etimolojisine baktığımızda oldukça zengin bir malzemeyle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Anlamları arasında i) Kilise yasası, ii) Kural, yasa, kanun, iii) İlahilere özgü bir koro tekniği, iv) Kargı, çıta, cetvel, yer alıyor. Kelimenin kökenindeki “kanna” ise “kamış” anlamına geliyor. Bu verilerden hareketle, kanondan bahsederken öncelikle yasa(lar)dan, bunların uygulanma alanı olarak bir koro yapısından ve bütün bunların ortak bir ölçüte vurulması için gereken cetvelden bahsediyoruz. Ve bütün bunlar da bir kamışın üzerinde yükseliyor. Kamışın yarattığı yasa-koro-cetvel yapısının içinde kurulduğumuz dünyaya içkin bir yapı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Ferda Keskin: Kendi felsefi görüşüm itibariyle bu türde yapıların vazgeçilmez, zorunlu, evrensel, vb. özellikler taşımadığını düşünüyorum. Dolayısıyla, kanonun da tarihsel olarak ortaya çıkan ve kanonun kendi dışında varolan birtakım toplumsal, tarihsel, ekonomik, siyasi, vs. şeylerle yapılandığını düşünüyorum. Batının bugün kanon olarak adlandırdığı metinler silsilesini düşündüğümüzde, bunun arkasındakine dair söyleyeceğimiz şeylerin başında kendi kimliğini kurma çabası ve bunu meşru kılmak üzere de oluşturduğu vazgeçilmez bir metinler manzumesi olduğudur. Ama bu kimlik kurma süreci yine tarihsel olan bir şey. Ve nereye kadar gitmek istediğiyse, yine tarihsel ihtiyaçlarıyla ilgili.”
Bu tarihsel konumlandırmanın ardından, kanon listesiyle klasikler listesi arasındaki ayrımı da hatırlayalım. Listeler söz konusu olduğunda bu iki kelime birbirlerinin yerine de sıkça kullanılıyor. Oysa klasikler listesi yeterince, hadi diyelim 100 yıl boyunca birikmiş bir literatür alanının en iyileri, en tipikleri listesi olarak hazırlanabilir.
Türkçe edebiyat için an itibariyle gayet parlak bir klasikler listesi hazırlayabiliriz. Ancak henüz kanon listesi hazırlayamayız. O özlenen kanon listesinin muhtaç olduğu literatür henüz, şu anda, yaşadığımız bu dönemde oluşmakta, olgunlaşmakta, belirginleşmekte.
Fantom’dan kurtulmak için
Fantom ağrı malum, kaybedilen uzvun yerinde varlığının ağrısının kalması sorunu. Bizdeki bunun tersi. Henüz oluşmakta olan bir uzvun yerinde, henüz olmamışlığının ağrısı beliriyor. Kanondan bahsederken henüz fantom bir listeden bahsediyoruz. Onun için işte Aprın Çor Tigin’den Aşkım Kapışmak’a varan bir alan üzerine yapılmış çalışmaların birikmesi, disiplinlerarası gidip gelmesi ve süzülmesi gerekiyor.
Klasiklerden söz ederken daha çok ülke veya bölge bazında listelerden bahsediyoruz, veya dünya çapında. Büyük oranda da roman türünün ağırlıkta olduğu, ortalama 500 yıla kadar uzanan bir listeden bahsediyoruz.
Kanon söz konusu olduğunda ise daha kökendeki, temel metinleri işaret ediyoruzdur. Diyelim Cervantes’le başlayan bir klasikler listesine, diyelim Kitab-ı Mukaddes’le başlayan bir kanon listesi eşlik edebilir bir kültür için. Altını çizmek isterim ki, “bizdeki kanon eksikliği” derken kültürel değil, kesinlikle literatüre dair bir yetersizliği vurguluyorum. Bu bir nitelik ayrımı değil, tarihsellik ayrımıdır temelde. “İlerilik-gerilik” ikiliğinden, ikili çıkmazından azade düşünmek gerekir. Malzeme ve tarihsel-kültürel yapı farkıdır söz konusu olan.
Klasikler tartışması edebiyat çalışmalarımız geliştikçe durulmuş görünüyor. Eskilerin “Bizim klasiklerimiz nelerdir?” tartışmasından şimdinin “kanon” tartışmasına geldik. Çünkü klasikler konusunda ödevlerimizi yerine getirdikçe artık neyden bahsettiğimize daha hâkimiz.
Oysa vaktiyle klasiklerde olduğu gibi, şimdi de kanonda bir ağırlık hissediyoruz. Fakat heyhat, bu kez edebiyat çalışmaları yeterli olmayacaktır. Kanon tartışması, edebiyat çalışmalarının daha çok kültürel incelemelere açılmasıyla durulabilir. (Onun için de disiplinlerin, hatta önce ana bilim dallarının birbirleriyle ilişkiye geçmesi gerekiyor; şimdiye kadar olduğu gibi zayıf flörtleri, neler olacağını merak ederek izliyoruz.)
Çok daha önce yapılmış olmalarını özlediğimiz ama bugünlere nasip olan bir dolu sıkı edebiyat çalışması son yıllarda yapılmaya başlandı. Bu sayede de son 20-30 yıldır klasikler listemiz eskilerine nazaran daha az dalgalanıyor. Zira metin bakımları yapılıyor artık. Tanpınar’dan Nietzsche çıkaran yazılardan, nihayet daha iyi analizler, çalışmalar, tartışmalar okumaya başladığımız günlere ulaştık.
Klasikler tamam ama kanon için ödevler çok
Türkçe edebiyatın klasikleri listesinin büyük oranda netleştiğini söyleyebiliriz. Artık Nâzım Hikmet’in, Sait Faik’in, Tanpınar’ın, Yaşar Kemal’in, Oğuz Atay’ın... bu listede yer aldığından kimsenin şüphesi yoktur. Çünkü artık onlar için hatırı sayılır birer literatür oluştu, oluşmaya da devam edecek gibi görünüyor. Bu gelgeç bir dalga değil; bir literatürün oluşmasına şahitlik ediyoruz.
Otuz yıl önce Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Halide Edip Adıvar denk veya Karaosmanoğlu daha önde gelen bir isimken, bugün üzerine üretilen literatürle Adıvar daha belirgin hale geldi. Yirmi yıl sonra tablonun nasıl olacağını kestirmek kolay değil. Biberyan’ın “keşfedilmesi” gibi farklı değişimlere hâlâ gebe bir literatürümüz var. Çünkü metnin “kendi değeri” denen “işleyişi”nin zamana dayanmasının sihri, elbette her gelen yeni neslin o dosyayı yeniden okumasıyla (her anlamda) mümkün oluyor.
Literatür çalışmaları, tartışmaları belli bir seviyenin üzerinde devam ettikçe elbette fotoğraf daha netleşecektir. “Oluşmakta” olduğunun farkında olarak elimizdeki malzemeleri değerlendirmekten, bu sayede de geçmekte olduğumuz tarihselliği saptanabilecek hale getirmekten yanayım.
Aksi halde bir “Fantom-Kanon” yaratılmış oluyor, onun da ağrısı çok zor. İhtiyacı duyulan listeye zaten varmışız gibi muamelede bulunduğumuzda, “değeri bilinmeyenler” listeleriyle ne yapacağımızı bilemediğimizi konuşmak durumunda kalırız. Müstakil yazar veya metin bazında ve hatırlatma babında yazılar her zaman olmuştur, olacaktır, olsun da. Ama bu konularda “liste”ler önümüzde durduğu sürece, bunlar henüz bitirilmemiş ödevlerimiz olduğu anlamına geliyor.
Şu anda o olmayan, muhayyel, “fantom” kanon listesinin ağrılı tartışması içerisinde olmamız, biraz da önümüzde duran literatürdeki “eksikler” ve “yapılacaklar” listelerinin şişkinliğinden kaynaklanıyor.
•
[1] Armağan, bahsi geçen yazısını aslında K24’ün soruşturmasına verdiği Kemal Bilbaşar cevabının girişinden genişleterek yazdığını ve bunun da müsebbibinin ben olduğumu “küçük bir not”unda iddia ediyor. İyi ki önermişim, iyi ki kabul etmiş.