“Hatırlamakla hayal etmek arasındaki sınırın ne sık ihlal edildiğine, çok zaman bu ihlallerin farkına bile varmadığımıza dair bir hikâye Sumalavia’nın anlattığı, ancak mesele burada bitmiyor. Hayal ile hatıra arasındaki önemli bir benzerliğin, yakınlığın da altını çiziyor.”
24 Kasım 2022 23:00
Perulu yazar Ricardo Sumalavia’nın romanı Bir Kol Hikâyesi [1] kısa ama etkileyici bir metin. Konusu özetlendiğinde etkisinin anlatılan absürd hikâyeden kaynaklandığı zannedilebilir. Anlatıcı romanın hemen başında iki şey söylüyor. Babası ölmüştür ve babasının “doğalı birkaç hafta olmuş bir bebeğinkine benzer üçüncü [bir] kol[u]” vardır. Aile arasında “kolcuk” diye anılan bu kolun ne olduğuna ilişkin sadece anlatıcının babasının şaka yollu söyledikleri bize aktarılıyor:
“‘Ana rahminde yemişim kardeşimi. Bunu yapmak için birkaç ayım vardı. Neredeyse tamamını indirdim mideye, ama kolu yemem için bana zaman tanımadılar.’” (s. 12)
Roman işte bu kolun hikâyesiymiş gibi başlıyor, bu sıradışı uzvun neden olduğu olayların, onu görenlerin verdiği tepkilerin, bu tepkilere verilen karşı tepkilerin, bu kolcuğun babaya sağladığı avantaj ve dezavantajların anlatılacağı beklentisi doğuyor. Beri yandan bu üçüncü kolla tanışmamızın hemen ardından anlatıcı babasının ölümünün ardından bir e-posta aldığını ve bu e-postanın birtakım olaylara neden olduğunu –satır arasında– geçiriveriyor.
Bu kısacık roman anlatıcının bu e-postayla öğrendiği babasının hayatına ilişkin bir sırrın peşine düşmesinin hikâyesi – bu sırrın kolcukla pek ilgisi yok, bunu belirteyim. Anlatıcının elinde çok az veri vardır sırrı çözmek için. Üstelik bu verilerin en başlıcası olan babasının vaktiyle ona anlattıkları hiç güvenilir bir kaynak değildir. Konuşmayı ve anlatmayı çok sevmekle beraber başkalarından duyduklarını yaşadıklarıyla, hayal ettikleri, okuduğu ya da seyrettikleriyle iç içe geçirmeyi seven biridir babası; öyle ki, anlatıcı kendi anlattığı kimi olayların ya da yazdığı öykülerin daha sonra onun tarafından elden geçirilmiş, yeniden biçim verilmiş olarak kendisine anlatılmasına pek çok kez tanık olmuştur.
Hayaller ve hatıralar birbirine geçmiştir. Bu, sıkça duyduğumuz, duyabileceğimiz bir saptama; hafızanın oynadığı oyunlar hepimizin başında, ne çok şeyi yanlış hatırladığımızı fark ederiz sonradan, inanmakta da zorlanırız yanlış hatırladığımıza, şaşakalırız, hafızamıza güvenimizi yitirmek istemeyiz – hatırlamayıp unuttuklarımızsa ayrı hikâye. Ricardo Sumalavia’nın kurmacasındaki karmaşa bundan biraz farklı. Başımıza gelenleri yanlış hatırlamışızdır, yanlış aktarmışızdır, sonradan bir biçimde bunun farkına varırız; bir şeyler bize aslında ne yaşamış olduğumuzu, daha önemlisi anlattığımızdan hayli farklı olduğunu bize kanıtlar. Hayal gücümüz devreye girmiş, eklemeler, çıkarmalar yapmıştır, süslemiştir, yalınlaştırmıştır… Bir Kol Hikâyesi’ndeyse karmaşaya düşen anlatıcı konumunda değil, dinleyici konumunda, babasının anlattıklarını dinlerken kafası karışmış biri. Vaktiyle babasına anlattıklarının benzerini, yeniden kurgulanmış, yeniden yapılandırılmış halini babasından dinliyordur, üstelik isimler birbirine girmiştir, kişiler karışmıştır; mesela yaşlı adam oğlunu yıllar önce vefat eden kardeşi zannetmektedir. İroniyse esas olarak şurada. Babası, pek rastlanmayacak, büyük bölümü bizzat oğluna ait bir yaşantıyı heyecanla kendi başından geçmiş gibi aktarırken şöyle sorar: “Hayal edebiliyor musun?” Anlatılan kendi hikâyesidir oğulun, bu yüzden, “Sadece hayal etmekle kalmıyor, aynı zamanda oldukça iyi hatırlıyordum” diye aktarır bize o andaki halini.
Hatırlamakla hayal etmek arasındaki sınırın ne sık ihlal edildiğine, çok zaman bu ihlallerin farkına bile varmadığımıza dair bir hikâye Sumalavia’nın anlattığı, ancak mesele burada bitmiyor. Hayal ile hatıra arasındaki önemli bir benzerliğin, yakınlığın da altını çiziyor. Anlatmaya başladığımızda, ister bir hayalimizi ister bir hatıramızı anlatıyor olalım, bir kurgu yaratmaktayız; birebir yaşanan şeyi anlattığımızı da iddia etsek, seçtiğimiz kelimeler (ve seçmediklerimiz), vurguladığımız ayrıntı ya da nüanslar (ve vurgulamadıklarımız), bu “anlatı” için önemli, gerekli, olmazsa olmaz gördüklerimiz (ve görmediklerimiz), sonuçta yaşadıklarımızı, başımıza gelenleri aktarılabilir, muhatabımızca anlaşılabilir bir paket olarak kurgulamaktır. Bir başkasının pekâlâ başka bir kutuda, başka ambalajla, olguları, nesneleri farklı ölçekte doldurarak hazırlayabileceği bir paket. Dolayısıyla bu paketin içeriğinden yüzde yüz emin olmamızı gerektiren bir durum söz konusu değil; bir öyküden ya da filmden parçalar, başka bir ânın ayrıntıları, yakıştırdıklarımız ve sansürlediklerimiz kadar bakış farklılığı, görme bozukluğu, zihin dağınıklığı gibi etmenler kutunun içeriğini belirleyebilir.
Yaşantıları “paket” ya da “kurgu” olarak nitelemek büsbütün bilinemezci bir noktaya savurmak zorunda değil bizi. Ne ki başka bir bakış açısı, başka bir algılama, görme biçimine bizi sevk etmesi de kaçınılmaz. Bir yanıyla göreliliğe, öznelliğe kapı açan ya da bunları ihmal etmeyen bir açı değişikliği söylemeye çalıştığım, ama daha önemlisi “bilinemezciliğin” tam tersine yeni bir bilme, öğrenme biçimi bu.
K24’te geçen ay yayımlanan Hisham Matar’ın özyaşamöyküsü Dönüş hakkında yazdığım yazıda [2] değinmiştim: Matar, babasının neler yaşadığıyla ilgili bilmediklerini, zihnini yıllar boyunca meşgul eden “boşluğu” bir sanat yapıtı sayesinde doldurduğundan söz ediyordu. Sıkça karşımıza çıkarlar. Şu “Ben hiç edebiyat kitabı okumam, boşa zaman kaybı” diyenler. Onlara, edebiyat yapıtları vasıtasıyla başkalarının hayatları, farklı deneyimler, hiç görmeyeceğiniz yerler hakkında bir şeyler öğrendiğimizi ileri sürdüğümüzde de şu yanıtı yapıştırırlar: “Kendinizi kandırıyorsunuz.”
Düz bir bakışla baktığımızda, bu “Kendinizi kandırıyorsunuz” önermesiyle yukarıda yaşantıların anlatılmasının bir kurgu olduğuna dair söylediklerim birbirini doğruluyor ya da tamamlıyor gibi görünebilir. Oysa önemli bir fark var; anlatılanın şu ya da bu biçimde kurgulanmış olduğunu ileri sürmek öncelikle bir “boşluk” payı bırakmaktır; bu boşluktan içeriye sezginin, esinin girmesi mümkündür, işin içinde bir edebiyat yapıtı varsa bu yüksek olasılıktır. Bunlar yüzde yüz doğru, mutlak yanıtlar vermeyecektir yanıtını bilmediğimiz sorulara, ama önümüzdeki malzemeyi çoğaltacak, zenginleştirecektir. Daha da önce, boşlukları görmemizi, bunları kabul etmemizi sağlayacaktır.
Sözü daha uzatmadan Bir Kol Hikâyesi’ne dönersem; Ricardo Sumalavia’nın anlattığı hikâye bir yandan bu kurgu/paket meselesini bir olgu olarak ortaya koyuyor; anlatıcı elindeki malzemelerle babasına dair sırrı çözmeye, boşluklu hikâyeyi bunlarla bütünlemeye çalışıyor. Elindekiler, bizzat bildikleri, babasından dinledikleri, oğlunun dedesinden aktardıkları, kendi yazdığı bir öykü, albümdeki fotoğraflar, bir e-posta hesabının kullanıcı adı, vs. Bu malzemeler de büyük ölçüde “anlatılmış” şeyler, farklı zamanlarda, farklı kişilerce, farklı bağlamlarda anlatılmış.
Beri yandan Sumalavia’nın anlatıcısının bu ironik, şaşırtıcı hikâyesini sadece pek alışılmadık yöntemlerle babaya dair gizemin çözüldüğü, sırrın öğrenildiği bir anlatı olarak değerlendirmemek gerekiyor. Bütün bunlar anlatılırken iki mesele daha açıklık kazanıyor, daha doğrusu iki mesele daha kendisini gösteriyor. Bunlardan ilki baba ile oğul arasındaki ilişkideki bilmediklerimiz, benzerlikler, ayrılıklar, üst soydan alt soya biyolojik ya da kültürel olarak geçenler, babanın oğlu, oğulun babayı nasıl etkilediği, bu etkilenmede anlatmanın, hikâye anlatmanın nasıl bir rolü olduğu, aralarındaki rollerin nasıl, ne zaman değiştiği. İkinci mesele ilkiyle doğrudan bağlantılı, kimi erkeklik hallerinin kuşaktan kuşağa aktarılışının tek yönlü olup olmadığı. Kabul etmeliyiz ki babalarımızla ilişkimizdeki bazı noktalar kadar kendimizle ilgili birçok noktayı da bütünüyle bildiğimizi iddia etmemiz çok zor.
Kuşkusuz bu seksen beş sayfalık romanda sözünü ettiğim bu meselelere dair kesin hükümler, tumturaklı saptamalar yok. Eğlenceli bir hikâye okuyoruz, ama bu hikâye babayla oğul arasındaki, bir yanı apaçık ortada, bir yanıysa çok zaman gizemli kalan bağı ortaya seriyor. Bu bahiste boşlukta kalan noktaları işaret ediyor, hatırlatıyor. Üçüncü kol, –kolcuk– faaliyetleriyle kendisinin bir simge mi, bir metafor mu olduğuna dair soruların ikincil olduğunu düşündürüyor. Hikâyeye ve hikâye anlatmaya dikkat çekiyor: Çok özel olduğunu zannettiğimiz, biricikliğinden kuşku duymadığımız bir şeylerin, kendimize ya da bir başkasına ait vasıfların mesela, yahut bizim ya da başkalarının deneyimlerinin, gerçekten de hem bize anlatıldığı (ya da bizim bildiğimiz, başkalarına anlattığımız, anlatacağımız) gibi olduğunu hem de hiç öyle olmayabileceğini işaret ediyor. Bir hikâyede her ikisinin aynı anda var ve geçerli olabileceklerini, birbirlerini dışlaması gerekmediğini hatırlatıyor. Gene de her hikâyeyi kendi biricikliği içinde, başkalarının hikâyeleriyle benzeşen, örtüşen, ayrılan, çelişen yanlarıyla ve içinde barındırdığı boşluğu da görüp bilerek anlatmak ve dinlemek (okumak) gerektiğini salık veriyor.
•
NOTLAR:
[1] Ricardo Sumalavia, Bir Kol Hikâyesi, çev. Hazal Akbaş, Holden Kitap, 2022, 85 s.
[2] “Bir yokluğun acısı: Hisham Matar’ın otobiyografisi ve romanları", K24