Hırkalı bilgelik: Anadolu flaneur’leri

Uğur Yücel’in Neyzen Tevfik’i canlandırdığı “Hiç” adlı oyun dolayısıyla Neyzen Tevfik, Yusuf Atılgan, İlhami Algör, Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi, Ergüder Yoldaş, Siya Siyabend ve A'mâk-ı Hayâl...

24 Kasım 2022 23:30

Bodrum. Mevsim ilkbahar. Yıl 1886… Altı yedi yaşlarında bir erkek çocuğu, üzerinde el örgüsü hırkasıyla mavi boyalı bir balıkçı kayığının güvertesinde yüzüstü uzanıyor, bir elinin parmakları suda. Baktığı yerde mavi küçük dalgalarda kırılan gün ışığı, teknenin bordası üzerinde tatlı oyunlar oynuyor. Gözlerinde deniz, kulaklarında ney sesi… Gerisi hiçlik… Ve şimdi Uğur Yücel, Neyzen Tevfik rolünde tiyatro sahnesine dönerken müzik ve evrenle büyülenmiş bu küçük çocuk yeniden hayat buluyor…


Uğur Yücel’in Neyzen Tevfik’i canlandırdığı “Hiç” adlı oyun izleyiciyi ayrıksı bir ruhun peşinde, Bektaşi tekkelerinden tımarhanelere uzanan cesur bir yaşamın izinde bir yolculuğa çıkarıyor.

BKM yapımı “Hiç” adlı oyun prömiyerini Neyzen’in doğum yeri olan Bodrum’da yaptı! Pandemide ruhu kuruyup düşen Bodrumlular olarak biz de elbette koşarak gidip Uğur Yücel’i sahnede izledik ve iyi ki de izledik! Uğraş Güneş’in metni kâh ulu bir dengbej gibi, kâh rakı sofrasında karşımızda oturan eski bir dostun muhabbeti gibi, kâh bir piyadenin güvertesinde kırılan dalgalar, kâh terlemiş kadehteki buzlu rakı gibi aktı... Yaratıcılarının tam da doğru zamanda ortaya koyduğu oyun bu toprakların ve bu topraklarda yaşayan sanatçıların, aydınların aradan nesiller geçse de birbirine çokça benzeyen, dekor ve oyuncular değişse de hikâyesi aynı kalan kader ortaklığını olanca sadeliğiyle ortaya koyuyordu aslında… Batı ile Doğu arasında, mey ile dem arasında, aşk ile yaratıcılık, serkeşlik ve üretkenlik, özgürlük ve zulüm, bilim ve tasavvuf, öz disiplin ve rock’n’roll ekseninde yaşanmış hayatlar bunlar. İster 1900’lerde olsun ister 2000’lerde, çok da bir şey değişmiyor… Cem Yılmazer’in sade ama bir o kadar da gösterişli dekor, ses ve ışık tasarımı ile Neyzen bizi alıp götürüyor. Ayrıksı bir ruhun peşinde, yaşamın en dip ve derin katmanlarından sırça köşklere, Bektaşi tekkelerinden tımarhanelere uzanan cesur, düşkün ve onurlu bir yaşamın izinde bir yolculuğa çıkarıyor. Bodrum’un masmavi denizinin dalgaları da, Neyzen’in zihnindeki karmaşa da rengârenk kırılan ışık huzmeleriyle sahneye yansıyor.

“Uzun derbederlik hayatımda o kaldırımdan bu kaldırıma; o kapıdan bu kapıya; o diyardan bu diyara; ney’im ve mey’imle bir kuru yaprak gibi savruldum.” Azab-ı Mukaddes, 1949.

Neyzen’in ruhundaki ilk büyük yara halka zulmedenlere başkaldıran sözde “eşkıyaların” kesik başlarını, galeyana gelmiş vahşilerin ellerindeki sopaların ucunda görmesiyle açılıyor. Ney’in sesi de, rakının buğusu da, aşkın acısı da bu çatlaktan sızıyor içeri zaten… Hak arayana “eşkıya” denmesi bizim ata sporumuz ne de olsa…. Çarpık bir düzende, baskı altında yaşamaya isyan edip kendini rakıya vuran, “güzel günleri beklemek için” sakin kıyılara ya da yabancı memleketlere sığınan ilk nesil biz değiliz elbette. Ancak Meşrutiyet’in ilan haberini Mısır’da alıp sevinçle memleketine dönen Neyzen gibi biz de devir ve padişah değişse de bazı şeylerin asla değişmeyeceğini, sadece biçim değiştireceğini içten içe biliyoruz. Mamafih içimizde bir umut var, en azından bundan kötüye gidemez diye… Ve o umut sanıldığı gibi narin bir kelebek değil; her gece yakılan bir ormanı her sabah yeniden tohumlar ekip yeşertmeye muktedir, toprak ve çamur içinde, sıyrık ve berelerinden kan sızan bir yumruk elbette… Kimi zaman pes eden ve evet, kendini unutmacasına rakıya, neye, meye boğan… Kimi zaman yarın yokmuşçasına âlemlere, neşeye dalan… Kimi zaman da yakasını paçasını düzeltip hanımefendilerin, beyefendilerin sofrasında “ağalar, benim sanatım da budur” diye alçakgönüllülükle oturan, varlığının meyvesini paylaşan… Neyzen’in hikâyesinde beni en çok etkileyen de bu “zamansız” ortaklık hissi oldu zaten. Uğur Yücel ve Cem Yılmazer’in sahnelediği Neyzen aynı zamanda bir “flaneur” portresiydi benim için.

Aylak Adam'dan Müzeyyen'e

Tabir yerindeyse ‘feleğin tekerine çomak sokan’ biridir flaneur. Bir aylaktır, şehir gezginidir. Kent sakinleri her gün evlerinden işlerine, işlerinden evlerine gidip aynı meşgalelerle karınca misali uğraşırken o güneşi doğurur ve batırır, kimilerinin girmeye cesaret edemeyeceği batakhanelerde hayatın kilitli sır ve zevklerini ‘açar’, bedeli yaşam olan hazinelerinin keyfini çıkarırken steril olmayan bu yaşamın zehrini de ruhuna ve bedenine akıtır çoğu zaman. Görülmüş şeyi görmemiş sayamayacağından isyan eder şahit olduğu adaletsizlik ve çirkinliklere. Ve tüm aykırılığına rağmen her daim beyzadelerin sofralarına, saraylara, köşklere buyur edilir, çünkü hayat ve hakikat doludur. Hayatını mal ve mülk ile dolduranların ruhundaki açlığın antidotudur her sözü. Şu hayat denen mucizevi gizem karşısında herkesin kendi kadar merak ve heyecan duymasını, büyülenmesini istese de nafile… Kimileri ancak onun anlattığı hikâyeleri dinlemekle yetinmek mecburiyetindedirler. Ve onun sıkıcı kimselere ayıracak vakti dardır… Vazifesini yapıp yaşamsallığını paylaştıktan ve belki biraz da karnını doyurduktan sonra yoluna devam eder. Kozmopolit ve Avrupai bir figür olarak flaneur iş ya da kazanç peşinde koşmasa da geçim derdi olmayan biriyken, Neyzen’in kimliğinde ise alkol, esrar, afyon, vb. bağımlılıklarla birleşerek gitgide “meczup” bir karaktere doğru uzanır.


‘Elipaketli’ Sisifos’ların çilesi bitmez. (Görsel müdahale: Kozmikova)

Nurdan Gürbilek başta olmak üzere pek çok araştırmacının da tespit ettiği gibi, Türk edebiyatında Walter Benjamin’in “flaneur” tanımıyla en çok özdeşleştirilen karakterlerden biri de Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ıdır. Şehrin işten eve alışveriş paketlerini taşıyıp duran sakinleri, yani “eli paketliler” tükenmek bilmeyen bir Sisifos sabrı ile günlük amellerinin peşinde koşarken, onun farkı bu temaşanın dışına çıkması ve olayları kenardan izleyerek büyük resme şahit olmasıdır. Aylak Adam, yani C. sadece ‘eli paketlileri’ değil, ‘sinemadan çıkmış insan’ gibi modern yaşamın doğurduğu yeni türleri de inceler:

“Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.” Aylak Adam, 1959.

Merin Sever K24’teki “Aylak Adam’ın Görmezden Gelinen Erkekliği başlıklı yazısında “flaneur” kavramının tartışmasız eril kimliğini ve ayrıcalıklarını bize hatırlatır. Cinsiyet eşitliği açısından toy bir dönemin anlatısı olarak Aylak Adam’ın kadınlara eksik, çarpık ve yargılayıcı bakışını gözler önüne serer:

“Aktör arkadaşı, aynı oyunda birlikte rol aldığı kadından bahsederken, rol gereği onu öperken dudaklarını ısırdığını, aktrisin onu yönetmene şikâyet edeceğini söylemesinden sonra ise ‘kaltağı inadına ısırdığını’ anlatır mesela. Sonra, C. yazlık ev tuttuğunda bisiklete binen, ‘düzgün, tüysüz bacakları olan’, şakacı kıza rastladığında da ‘Küçük daha, ama kancık!’ diye düşünür. (s. 98) Genç kızlara baktığında ‘işte on yıl sonraki kancıklardan biri’ diye düşünmediği ‘tek zaman’, karın tokluğu uyuşukluğuna sigarasından seyrek nefesler eklediği zamandır.” (s. 112-113)

Bu sayede bizler de hatırlarız ki, Türkiye’de Flaneur olmak ve kamusal alanda özgürlük çoğunlukla erkeklere özgü bir ‘ayrıcalık’tır.


“Aynadaki kadın benim zıttım,” demişti, “ben ne kadar ev haliysem, o, o kadar sokak. Ben sokulgan isem, o başını alıp giden. Ben gündüzüm, o gece... Çapkın, güçlü, özgür.” İlhami Algör, Fakat Müzeyyen, Bu Derin Bir Tutku, 1995. 

Aslı Ekici, Derya Çetin ve İkbal Bozkurt Avcı; OPUS, Journal of Society Research dergisinde yayımlanan “Türk Sinemasında Şehir ve Kadın İlişkisi başlıklı makalede Barbara Mennel’e ve Anke Gleber’e göre Benjamin’in flaneur tanımının toplumsal cinsiyet ayrımcılığına göre şekillendiğine ve kadın flaneur yani flaneuse’ün kamusal alanda belirgin bir varlık göstermediğine dikkat çekerler.

Ekici, Çetin ve Avcı bu makalede İlhami Algör’ün aynı adlı kitabından uyarlanan Fakat Müzeyyen, Bu Derin Bir Tutku (2014, Yön: Çiğdem Vitrinel) adlı filmdeki Müzeyyen karakterini bir flanöz olarak ele alırlar. Yazar ve flaneur olarak karşımıza çıkan Arif karakteri Müzeyyen’le ilişkisi içinde onun evinde çokça vakit geçirir. Kamusal alanın erkeğe, evin ise kadına “ait” görüldüğü bir düzende bu ikilinin varlık gösterme biçimleri ve ilişkileri patriyarkanın dayatmalarından özgürleşir; dişi ve erkek iki özgür bireyin arasında eşitlikçi bir eksende ilerler. Flaneur Arif, hayattaki ‘durak’ noktalarından biri olan bu ev ve kadın karşısında çetin cevize çatmış ve onu evde yalnız bırakıp şehrin sokaklarını arşınlayan bir flanöz ile karşılaşmıştır. İlhami Algör’ün yazı dili de okuma deneyimi olarak flaneur kimliğinin gerçek bir yansımasıdır aslında. Algör’ü okumak günlük mecburiyetler ve burjuva hayat gailelerinden uzaklaşarak onun zihninin sokaklarında tıpkı şehir sokaklarını arşınlayan bir flaneur gibi dolaşmaya benzer. Tasasız, telaşsız, doğal bir ritimdir bu ve sahiplenmek ya da hâkimiyet kurmak yerine keşfetme merakına dayalıdır. Algör, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ından çok değil, 36 sene sonra flaneur kimliğini cinsiyet ayrımcılığından arındırır ve Müzeyyen kimliğinde gücü kadına teslim eder, sokakları ve özgürlüğü onunla paylaşır.

Albayım Beni Nezahat ile Evlendir’den Hisli Kirpi’ye Algör’ün yazınında kentler, sokaklar, avlular ve evler vardır, ancak onun flaneur kimliğine yakışır biçimde bu evler birer mutlak değil, duraktır. Bu sayede tüm evler, tüm kadınlar ve tüm sokaklar her daim onun olacaktır. Neyzen’de olduğu gibi Algör’ün sahiplenmeyi reddedişinde de Anadolu’nun ‘Hırkalı Bilgeliği’nin izi sürülebilir; bu sayede normalize edilenden ‘başka’ yaşamların hür ve hafif fikir açılımlarına, ezber bozan yaşamsal olasılıklarına şahit oluruz. Sahiplenmeyi ve sahiplenilmeyi reddeden bu varoluş biçimi hayatta herkese nasip olmayacak, paha biçilmez bir zenginliğin kapılarını aralar. Zira gerek iş, gerek sanat yaşamı ve gerekse aşkta sahiplenmek, sahiplenilmek demektir.

 
“Sakın âlem büyük bir tımarhane olmasın?” A’mâk-ı Hayâl, 1910. Resimleyen Dr. Ferda Köklü.

Öte yandan mutlak bir özgürlük de hafifletici sebep ve sonuçların yanı sıra ağır bedelleri de her daim beraberinde getirir. Neyzen Tevfik için bu bedel ekstrem bir alkol bağımlılığından mustarip olmaktan sokaklarda yatıp kalkmaya ve tımarhanelerde soluklanmaya kadar uzanır. Haydar Ergülen ondan şöyle bahseder: “Veli ile deli arasında her türlü imtiyaz farkını ortadan kaldıran seçkin adam.”

A’mâk-ı Hayâl'in Raci'si

Delilikle bilgelik arasındaki serbest bölgede gezineduran Anadolu’nun meczup flaneur’lerinden bir diğeri de Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi efendinin A’mâk-ı Hayâl adlı ölümsüz eserinde hayat verdiği Raci karakteridir. Batı âlemi için Hermann Hesse’nin Bozkırkurdu (1927) ve Siddartha’sı (1922) ne ise A’mâk-ı Hayâl  de Anadolu için öyle olsa gerektir. Rivayet olunur ki, bu kitap okuyucusunu daima bulur; dolayısıyla satın alınması değil, rastlanması ve doğru kişiler tarafından bir sonraki okuruna devredilmesi makbuldür. Sırf bu sebeple kitabın pek çok kopyasını aynı anda evinde bulunduran dostlarım oldu ve kitap bana da bu şekilde ulaştı. Bu sayede ben de ilk basımı 1910 yılında yapılan A’mâk-ı Hayâl’i okumuş ve Osmanlı’nın genç aydını Raci karakteri ile tanışmış oldum. Fakat Raci’yi hep tanıyordum diyebilirim… İyi bir eğitim görmüş, Batı kültürüne ve bilimsel bakış açısına hâkim, tasavvufa olduğu kadar Hint, Çin ve Doğu felsefesine de meraklı bir genç olan Raci, kitabın Kaknüs Yayınları’ndan çıkan 16. baskısının arka kapağında tarif edildiği üzere “fikrî sorunlarını aşamadığı için bunalıma düşmüş, sorunlarını içki ve eğlenceyle unutmaya çalışan bir genç” idi. Ve bu anlamda gerek benim gerek benden önceki nesilde annemin ve babamın aydın dostlarından çok da farklı sayılmazdı – tıpkı Uğur Yücel’in çizdiği Neyzen portresinde olduğu gibi o da Doğu ve Batı, çilecilik ve hedonizm, düşkünlük ve üretkenlik arasında ince bir çizgide dolanıp durmuş, kendini hayatı açlık ve merakla keşfe adamıştı.

Kısacası Raci, 1900’lerin İstanbul’u kadar ‘80’lerin, ‘90’ların Beyoğlu’nda; 2000’lerin ve 2020’lerin Kadıköy’ünde ya da dağlarda, göl kenarlarında Psytrance çalan Rave partilerde karşımıza çıkabilecek tipte biriydi. Mezarlıkta tanıştığı Aynalı Baba adlı gizemli bir meczubun üflediği neye kulak verir, ikram ettiği ‘sihirli’ kahveden içip hayallere dalar, hakikati hayallerde arardı Raci. Bu hayallerde kendini kimi zaman Hintli bir çocuğun, kimi zaman bir karınca ya da doğaüstü bir yaratığın bedeninde bulur; Jüpiter ile Ganimed’in, Zerdüşt ve Buda’nın huzuruna çıkar, Anka Kuşu’nun peşinde Kaf Dağı’na yolculuk eder, periler ve ejderhalar arasında dolaşırdı. Yakın dostu Sami ile mektuplaşmalarına da yer verilen kitapta bu yazışmalar aracılığıyla bir noktadan sonra Raci’nin gerçeklikle bağının gitgide zayıflamakta olduğunu, tımarhaneye düştüğünü öğreniriz. Tıpkı Neyzen gibi Raci için de tımarhane bir düşman hapishanesi değil, maceranın sürdüğü bir başka mekân ve kimi zaman da rahatça dinleneceği bir sayfiyedir. Benzer biçimde bugün La Paix’nin emektar hekimlerine sorsanız, ‘80’lerin ya da günümüz aydınlarının benzer hikâyelerle kimi zaman bu hanede dinlendiğini anlatacaklardır… Devir değişse de devran değişmediğinden, hangi nesilden olursa olsun yaratıcı, sanatçı ve aydın kesimin ruh ve mizacı ve isyan ettikleri mevzular aşağı yukarı aynıdır…

Ergüder Yoldaş

Bir lokma bir hırka, meczup ve sanatçı dendiğinde akla gelen isimlerden bir diğeri de Ergüder Yoldaş. Ve tabii Uğur Dündar tarafından Büyükada ormanlarında bulunduktan sonra sonsuz bir taciz zincirlemesi ile ‘hayırsever’ televizyoncular, polis ve hemşireler eşliğinde müthiş bir operasyonla adadan helikopterle ‘kurtarılıp’ akıl hastanesine götürüldüğü anlar... Öyle gösterişli bir ‘kurtarma’ operasyonudur ki bu, ABD deniz piyadelerinin denizaşırı müdahaleleri yanında hafif kalır…

Ümit Bayazoğlu’nun, Uzun, İnce Yolcular: 37 Portre (YKY, 2004) adlı kitabında anlattığı üzere, Ergüder Yoldaş’ın da en az Neyzen’in hamam kurnasından maşrapa ile eterle karışık rakı içmesi kadar enteresan hikâyeleri olduğunu öğreniriz:

“… Öyle ise elbirliği ile Ergüder Yoldaş’ı kurtarmak lazım. Ama kurtarmadan önce ona şimdiki halini mazur gösterecek, rating’i topuğundan, tirajı gözünden vuracak şefkatimize layık bir biyografi yazmak gerekiyordu. Geçmişi tarandı, şimdiki çıl­gın seçiminin ipuçları yıllar öncesinde arandı. Bulundu da; za­ten o, o kadar uçuk biriydi ki, vaktiyle bir sabah, iki rakı şişe­sinden birine tuz, diğerine şeker koyup sulandırdıktan sonra, bir iple bağlayıp boynuna asmış, bir eline üç patates, diğer eline de sarı bakkal defterini aldığı gibi Laleli yokuşunu bir aşağı bir yukarı yalınayak halde koşmuş, Aynalı Hamam’ın orada üç kere etrafında döndükten sonra, ‘Brechtvari bir deneme’ yaptı­ğını söylemişti.”

Ergüder Yoldaş

Öte yandan Bakırköy Ruh ve Sinir Hasta­lıkları Hastanesi’ndeki doktoru, Ergüder Bey’in ciddi bir sorunu olduğuna katılmıyor, onun bu yaşam biçimini tamamen bilinçli olarak seçtiğine inanıyordu. Ayla Algan’ın deyişiyle tasavvuf ve Doğunun düşlerini boşlukta yarattığı imgelerle bir kalıba döken, bir felsefeye ve yasaya dönüştüren Ergüder Yoldaş, Türk müziği makamlarını Batı armonileriyle ustaca buluşturmuş ve müzikte bir Rönesans başlatmıştı. Hatta kimilerine göre Ergüder Yoldaş bu düzene küsmeyip müzik piyasasının içinde kalsa, bugün içinde bulunduğumuz Türkiye müzik sahnesi belki de çok farklı olacaktı; Yoldaş’ı küstüren ise dehası karşısında küçük dünyaları ve küçük fikirleriyle duvarlar inşa edip onu kısıtlayan ve aşağılayan ‘yurdum’ zihniyetiydi.

Yaşar Sökmensüer, Sultan-ı Yegâh’ın Anlaşılamayan Saltanatı başlıklı yazısında bu hikâyeyi detaylı bir şekilde anlatır. 12 Eylül’den tam bir yıl sonra, yani ‘81’de piyasaya çıkan Sultan-ı Yegâh, Ergüder Yoldaş düzenlemesi ve Nur Yoldaş yorumuyla duyulduğu anda hit mertebesine ulaşmıştı. Şarkıya sözlerini veren Sultan-ı Yegâh adlı şiirini 12 Mart 1971 darbesini eleştirmek için yazan Attila İlhan bu durum karşısında şaşkındı:

Deniz Tipigil’in Düşün-ü-yorum dergisinde geçen yıl yayınlanan röportajında Yoldaş’ın dostu, öğrencisi Opr. Dr. Ercan Çakır o günleri şöyle anlatıyor:

“Atilla İlhan’ın evine gittik o dönem. Ben, Nur (Yoldaş) ve Ergüder Hoca beraber… Sohbet çok güzel giderken birdenbire Attila İlhan ‘Yaaa arkadaş, sizdeki nasıl bir cesarettir, nasıl bir yürektir ha! Böyle bir cesaret! Hem de böyle bir dönemde! Pes! Ben Sultan-ı Yegâh’ı 12 Mart darbesini eleştirmek için yazmıştım’ dedi. 12 Eylül’ün hemen sonrasındayız ya… ‘Allahtan hiç kimse anlamadı. Şimdiye kadar anlamadılarsa artık anlamazlar’ dedi.” (Sökmensüer, Deniz Tipigil’in söyleşisinden alıntılıyor)


Nur Yoldaş

Nitekim TRT kısa bir süre sonra darbe karşıtlığı ya da tendeki nemli yumuşaklıklar mevzu bahis edilmeksizin “Doğru yazılışı ‘ı’ harfiyle değil ‘i’ ile Sultan-i Yegâh’tır” bahanesiyle şarkıyı yayından kaldırır. Oysa Sökmensüer’in aktardığı üzere, “Attila İlhan’ın “ı” harfiyle Sultan-ı Yegâh demesinin sebebi, o ifadenin Tekliğin Sultanlığı anlamını taşımasıdır”. Aziz Nesin hikâyelerini aratmayan absürdlükte bu dava, şarkının “i” harfiyle yeniden kaydedilmesine ve darbe komutanları tarafından ayakta alkışlanmasına kadar uzanır. ‘ı’ harfinin üzerine koyulan o sihirli noktacık ile M.C. yani Muz Cumhuriyeti standartlarına kavuşan şarkının “Sultan-i” TRT versiyonunda o meşhur ‘i’ harfini telaffuz ederken Nur Yoldaş Hanımefendi’nin yüzündeki ölü balık koklamışçasına tiksinti dolu bakışları tespit etmemek neredeyse ‘ı’mkânsızdır… Bu yüksek ‘ı’mkânsızlıklar karşısında iş ve itibar kaybı haricinde bir de sinir sahibi olan Yoldaş’ın ormanlara sığınıp “güzel günleri” beklemesi, Neyzen’in Mısır’da meşrutiyeti beklemesinden ya da bugün Almanya’da, Hollanda’da, ABD’de belki bir gün yuvasına dönmeyi bekleyen sayısız aydından çok da farklı değildir. Bu topraklarda sanatçı olmak çoğu zaman iki yakayı bir araya getirmeye çalışmak, rakıda boğulmak, otellerde yakılmak ya da gurbette türküler yakmak anlamına gelir.


Anadolu’nun ‘punk’ bilgeliği eğer bir hırka ile dededen dedeye devredilseydi, bu emanet şimdi Siya Siyabend’in elinde bir sonraki sahibini arıyor olmaz mıydı?…

Has sokak dervişleri

Şu ‘bir araya gelmek bilmeyen iki yakanız batsın’ ekolünün ve bir lokma bir hırka felsefesinin en hakiki temsilcileri; flaneur’lerin “yerli gibi” gezdikleri ama çoğu zaman “turist” ya da “gözlemci” seviyesinden öteye geçemedikleri sokakların gerçek sahipleri ise Siyasiyabend’dir. Siya Siyabend denince akla ‘90’ların Beyoğlu sokaklarında müzik için yaşayan, yaşamak için çalan ve CD’lerini sokakta elden satan o hırpani çocuklar gelir ki, hepsinin yaşı bugün çoktan kemale ermiş, nice dostları yitip gitmiştir. Anılarımıza kattığımız için şanslı hissettiğimiz bir başka Türkiye’nin has sokak dervişleri ve alt kültürümüzün en zengin değerlerinden biridir Siya Siyabend. Ve Hayyam adlı parçalarında duruşlarını net bir şekilde özetlerler:

“Hiç hiçbir şey bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar
Hiç hiçbir şey görmüyorlar, görmek istemiyorlar
Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar
Şu cahillere bak, dünyanın hâkimi onlar
Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler
Onlara aldırma Hayyam.”
– Hayyam, Siya Siyabend

2000’lerde Siya Siyabend’i Açık Radyo’da, Açık Dergi programına konuk ettiğimizi hatırlıyorum ki, “Kâinatın tüm seslerine, renklerine ve titreşimlerine açık” bir radyo olarak bu davet de, Siya Siyabend tarafından kabul edilmesi de son derece doğal bir şekilde gerçekleşmişti. İşin doğrusu, o dönemde konser salonları başta olmak üzere mekânlar ve kurumlar –hem ne tepki alacaklarını hem de başlarına ne geleceğini bilmediklerinden olsa gerek– Siya Siyabend’den biraz çekinirdi. Siyagillerin en genç ve hızlı zamanlarında bu vahşi ruhlara ayak uydurmanın kolay olduğunu da düşünmeyin… Uzun etmeyelim, ekip teşrif etti. Açık Radyo’nun Üftade Sokak’taki eski yerinde, kayıt stüdyosuna klan halinde kaç kişi doluştuklarını o gün saymadığım gibi şimdi de hatırlamıyorum ama camların buğulandığını söyleyebilirim.

Yürüyen bir T.A.Z. – Temporary Autonomous Zone yani Geçici Otonom Bölge idi bu arkadaşlar ve gittikleri her yere yanlarında taşıdıkları bir özgürlük alanı vardı. Dolayısıyla radyonun –hele de gündüz saatlerinde– o yıllarda kolayca kırılmayan kurallarından bazıları hepten gevşemiş, bolca şarap ve sigaranın yanında koca bir semaver çay tükenmişti. Sevgili Bizon Murat’ın (Murat Serhasi Toktaş) durdurulamaz, engellenemez bir güç olarak dile geldiği anlardı bunlar. Ancak radyomuzun emektar çaycısı Pehlivan abi vaziyetten hoşlanmamış, bu kontrolsüz kaos ortamından rahatsız olmuş ve “Leş gibi kokuttular ortalığı!” diye suratını ekşiterek dertlenip durmuştu. Bir sanat, ilim ve kültür yuvasında bu sokak serserilerinin ne işi olduğunu anlayamıyordu bir türlü… Saatler süren kaydı editlemesi de kolay olmamıştı ama değmişti doğrusu. Ve o gün stüdyoda çalıp söyledikleri Zâr adlı müthiş parçalarında söylenmesi gereken her şeyi söylüyordu Siya Siyabend: Her şey değişmeli!

“Bu iklimlerin kudurduğu rüyada
Bu insanın insana dar geldiği güyada
Her şey değişmeli
Her şey değişmeli farkında mısın?
Her şey değişmeli.
Her şeyi değiştirmeliyiz, her şeyi.
İnsan sıfatıyla çok geldim geçtim.
Bir zaman dar-a düş oldum, bir zaman zâr.”
– Zâr, Siya Siyabend.


Bizon Murat’ı Beyoğlu’ndan çıkarabilirsiniz ama Beyoğlu’nu Bizon Murat’ın içinden, asla!

Fatih Akın’ın İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek (2005) adlı müzik belgeselinde onları 2000’lerdeki genç ve vahşi hallerinde görürüz. Ele avuca sığmaz, asi çocuklardır bunlar ve sizin kıymet verdiğiniz şeyler onlar için bir şey ifade etmez. Karşılığında ne verirseniz verin, ehlileştirilmeyi reddederler. Bedelinin ne olduğunu ve özgürlüğün tadını bildiklerinden olsa gerek… Oysa bizler sokaktan bahsederken ya da sokak çocuklarına güzellemeler düzerken “turist” olmaktan çok da öteye gidemeyiz aslında. Ve Siya Siyabend’in emektarlarından Dede (Murat Öztürk), Fatih Akın’ın belgeselinde bu gerçeği olabilecek en kibar ve sade biçimiyle anlatır. Aklından geçenleri olabildiğince nazik bir şekilde, kimseleri incitmeden ifade etmek için çaba gösterdiğini o an Dede’nin yüzünde görebilirsiniz. Sokağın birleştirici, eşitleyici, demokratik doğasından bahseder. Sokaktan geçen tinerci çocuğun da, elinde laptop bilgisayarıyla işten çıkan beyaz yakalının da yan yana durup onları dinlediğini ve başka türlü bir araya gelmeyecek bu insanların aralarında bir diyalog alanı açıldığını anlatır. Öte yandan methiyeler düzdüğümüz sokaklar konusunda nasıl romantik bir yanılsama içinde olduğumuzu da vurur yüzümüze:

“Diğer taraftan da sokak çok ağır bir yozlaşmadır aslında. Sokağın belleğinden bahsedemeyiz, taşın belleğinden… Erkin Koray, Ankara sokaklarından, kaldırımlardan bahsederken çok romantik bir şeydir bu… Bunu yaşayan bilir. Taş taştır. Oraya kafayı koyduğun zaman anlarsın taşın taşlığını…”


“Taş taştır. Oraya kafayı koyduğun zaman anlarsın taşın taşlığını…” Murat ‘Dede’ Öztürk. İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek (Fatih Akın, 2005)

Murat ‘Dede’ Öztürk, Gezi’de.

Özetle sokaklar, lokmalar, hırkalar herkesindir ama taşın taşlığını yaşayan bilir. Oradaki isyan, öfke ve kalender bilgelik de kimsenin ehlileştirebileceği, turist olarak deneyimleyebileceği ya da alıp satabileceği bir şey değildir. Bugün Neyzen’in sabahları zabıta tarafından uyandırıldığı parklar da hâlâ orada, Ergüder Yoldaş’ın boynunda şişelerle dört döndüğü Laleli Yokuşu da, Bizon Murat’ın Beyoğlu’nda “Siya Siyabend CD’leeeriiii…” diye seslenerek dolaştığı sokaklar da… Ama biliyoruz ki bir şeyler eksik. Şimdilerde Bizon’un ‘artık bu iş barlarla olmuyor, festivallerde çalmamız lazım’ dediğini duyuyoruz ki haklı! Ama festivalleri de kaptırmışız bir sarayın kavuğuna… Bu demek değil ki bu düzen hep böyle gidecek. Her taşı kaldırdığımızda altından çıkan aynı ney’in büyülü sesi ve diyor ki: “Geliyor gelmekte olan…” Sevgili babam derdi ki: “Kızım, mülahazat hanesini açık bırak!” Neyin geleceğini tam olarak bilmesek de neyin gideceğini bilmek şu an için kalplerimize yetsin. Siya Siyabend’in dediği gibi: Her şey değişmeli! Ve unutmayalım ki her şey düşlemekle başlar… Öyleyse Neyzen’in neyine, feleğin tekerine çomak sokan flanör’lerimizin meyine ve hakikati her daim korkusuzca yüzümüze vuran sokak çocuklarına hep kulak verelim. Sisler içinde belirecek olasılıkları, hesapları, kitapları, eldeki imkân ve imkânsızlıkları değil, gönlümüzden geçeni düşleyelim…