Eğer bir üniversiteye bağlı kalmazsak kimsenin bizi ciddiye almayacağını, eğer üniversite kariyerimizi bırakırsak maddi olarak dayanamayacağımızı söylediler. Bilmem, belki de haklılar. Ama şu kadar umurumda değil
04 Ekim 2018 14:28
Yaklaşık 15 yıllık Türkoloji sergüzeştimde beş farklı ülkenin üniversitelerinde—Türkiye’de, ABD’de, Almanya’da, Avusturya’da ve Fransa’da—alanı tanıma ve temsil etme fırsatım oldu. Gerçi fırsat sözcüğü, bu süreçte yaşadığım deneyimlerin sadece bazılarına yakışıyor. Diğerlerini nasıl betimlesem acaba? Kaderin birer cilvesi? Daha çocuk yaşta yapılmış tuhaf hataların beni sürüklediği kara delikler? Anlatayım da siz karar verin.
Türkiyesiz Türkoloji olmaz tabii. Gerçi meslek hayatımın ilerleyen bölümlerinde Türkiye’den pek fazla haberi olmayan, Türkiye kültürlerini anlamayan, hatta Türkçeyi bile doğru dürüst konuşamayan birçok kişinin Türkoloji profesörlüğü yaptığını gördüm ama neyse. En azından, bu işe başladığımda Türkiyesiz Türkoloji olmayacağını düşünüyordum diyelim. Ve ben de Türkolojiye Türkiye’de başladım.
2002 yılında Bilkent Üniversitesi’nin Türk Edebiyatı bölümüne yüksek lisans öğrencisi olarak yazıldım. O yıllarda Bilkent, Türk edebiyatıyla uğraşmak isteyenler için bir nevi El Dorado’ydu. Bölüm, Türkiye’deki birçok olağan dışı kurum gibi şanslı tesadüfler ve şahsi teşebbüsler sayesinde oluşmuştu. Bana anlatılan hikâye şöyle: Bir gün İhsan Doğramacı, Talât Halman’ın verdiği bir konuşmayı dinlemektedir. Konuşmadan o kadar etkilenir ki ardından Talât Bey’e yanaşıp Ankara’ya gelmesi ve Bilkent’te istediği gibi bir bölüm kurması için açık çek verir. Talât Bey de macera ruhlu bir insan olarak böylesi bir meydan okumaya kayıtsız kalamaz ve İhsan Bey’e bir Türk Edebiyatı bölümü kurmayı önerir. Bölüm, Bilkent’in zararına ama prestij için açtığı vitrin bölümlerden olacaktır: sadece master ve doktora, bütün öğrencilere (az da olsa) burs, düşük sayıda öğrenci, olağan dışı bir kadro.
Ama yalnızca bu kadar değil. Bölümün bir felsefesi de vardır. Türk Dili ve Edebiyatı alanının aşırı sağ, dinci ve benzeri birtakım grupların kadrolaşma yuvası ve vasıfsız, vizyonsuz ya da alternatifsiz birçok öğrencinin buluşma noktası olduğunu bilen Talât Bey, bölümünün bu akıbete uğramaması için önlemler alır. Türkçe öğretmeni yetiştirmek istemediğinin altını çizmek için isimde “dil” sözcüğüne yer vermez. Lisansını bir Türkoloji bölümünde yapmamış, alana daha geniş açıdan bakabilecek öğrencileri çekmek için iki yıllık tezli masterın başına bir de hazırlık yılı ekler (lisansı teoloji olan bendeniz bu sayede bölüme girer). Öğrenci alımında deneysel takılır, tuhaf insanlara bir şans verir (yine bkz. bendeniz), ama hazırlığa giren öğrencilerin yarısı kadarını da ilk yılın sonunda hunharca kapı dışarı eder.
Anlaşılacağı üzere, Talât Bey—yine Türkiye’deki birçok olağan dışı kurumun ortak kaderini yansıtır biçimde—bölümün Tek Adam’ıydı. Gerçi etrafına hakikaten unutulmaz bir eğitmen kadrosu toplamıştı. Ben Bilkent’teyken Suha Oğuzertem’in edebiyat kuramları dersinden çıkıp Kudret Emiroğu’nun Osmanlıca dersine giriyor, Metin And’ın minyatür dersine bayılıp Mehmet Kalpaklı’nın divan edebiyatı dersinde ayılıyorduk. Şekerci dükkânındaki çocuklar gibiydik âdeta. Arada bayat şeker çiğnediğimiz de oluyordu tabii; sırf yurt dışından geldiği ve Türk edebiyatına ilgi duyma tevazuunu gösterdiği için tüm vasatlığına rağmen el üstünde tutulanı da vardı, genç zihnime “şarlatan” sözcüğünün vücut bulmuş arketipi olarak kazınanı da. Ama en bayatının bile—ya da özellikle en bayatının mı demeli?—egosu maşallahtı ve böyle bir egolar çiftliğinin Tek Adam diktası altında zorlanacağı belliydi.
Nitekim öyle oldu ve yıllar içinde birçok akademisyen, Talât Bey’in nevi şahsına münhasır vizyonu ve iradesiyle takışacak noktalar bulup bölümden ayrıldı. Aynı esnada Doğramacı’lar, Talât Bey’in kaşesini daha iyi kullanabilmek için onu İnsani Bilimler fakültesinin dekanlığına getirdi ve böylece dikkatini dağıttı. Bütün bunlar yaşandıkça yolunu ve kimliğini kaybetmeye başlayan bölüme son darbeyi de Talât Bey’i 2014 yılında Bilkent’teki ofisinde, işinin başındayken yakalayan ecel vurdu. Anımsıyorum; Talât Bey’in vefatından bir yıl önce, tatil için ABD’den Türkiye’ye döndüğümde, kendisini ziyaret etmek için Bilkent’e uğramıştım. Sohbet ederken birden ofiste çay ve temizlik gibi işlere yardımcı olan kadın fenalık geçirip yere yığıldı. Yardıma koştuk. Neyse ki kadıncağız kısa sürede kendine geldi; sağlığı yerindeydi. Rahatlamıştık, gülüştük. Talât Bey bana dönüp—kendimi övmek için söylüyorum—“sizin gibi yakışıklıyı her gün görmüyor tabii, onun için fenalaşmıştır” dedi. O an Talât Bey’in vefatının bir provasını yaşadığımızı nereden bilebilirdik ki?
Tek Adam döneminin son bulmasıyla bölüm, Tarih bölümüne de başkanlık eden Mehmet Kalpaklı’nın ellerine teslim edildi. Hâlen değerli akademisyenler barındırıyor ama—söz, bu vurguyu son kez yapıyorum—Türkiye’deki birçok değerli kurum gibi tam kurumsallaşamadan, bireysel bir çabaya bağlı kalarak parladı ve söndü. Mevcut akademik ve siyasî şartlar altında Türkiye’de çalışmam söz konusu olmadığından ülkedeki Türk edebiyatı alanını içinden takip edemiyorum; Bilkent’in yerini benzer bir açılım almış mıdır bilemiyorum. Benim için Bilkent Türk Edebiyatı bölümü, bir uçurumu aşmam için kurulan, ama neredeyse daha ben üstündeyken arkamdan çökmeye başlayan bir köprü gibi kaldı.
ABD’de tam anlamıyla Türkoloji yok. 2007 yılında doktoramı almak için girdiğim Princeton Üniversitesi’nde öğrendiğim gibi, Soğuk Savaş esnasında stratejik bilgi üretmek için kurulmuş Orta Doğu Çalışmaları, ya da eski adlarıyla Oryantalizm bölümleri var. Arap, İran, Yahudi ya da Türk dünyasının herhangi bir yüzünü çalışanlar, genelde böyle bir bölüme kapağı atıp bu heterojen, anonim, kim kime dum duma ortamlarda yalnız başına hayatta kalmaya çalışıyor. Bölümler ise katı bir Amerikan pragmatizmine göre yön ve yöntem değiştiriyor. Nasıl bir zamanların görkemli Slav Çalışmaları bölümleri Soğuk Savaş'ın bitimiyle ölüme terk edildiyse, Orta Doğu bölümleri de 11 Eylül’den beri iki kavramın yükü altında inim inim inliyor: İslam ve terör. Dilsel öncelik Arapça; yaklaşımsal öncelik siyaset. Bu durumda Osmanlı düzyazı edebiyatında cinsellik konusunu kafaya takan bendenizin doktoraya davet edilmesi nasıl bir mucizeydi, siz düşünün.
Başta bu mucizenin farkında bile değildim çünkü koruyucu bir meleğim vardı: vaktinde (epey bir vaktinde) benim gibi Talât Halman’ın öğrencisi olmuş, büyükelçilik kariyerini bıraktıktan sonra ilk aşkına, Türk romanına Princeton’da geri dönmüş olan Robert Finn. Koskoca Princeton’da Robert ve kendimden başka Türk edebiyatıyla ilgilenen yok gibiydi, dolayısıyla derslerimiz genelde baş başa geçiyordu. Yaptığımız edebî tartışmaları, onun bana Yakup Kadri’yi, benim ona Leylâ Erbil’i sevdirme teşebbüslerimizi unutamam. Heyhat ki katı Amerikan pragmatizmi, bizi Princeton’ın bir köşesinde saklandığımız delikten çıkardı. Derslerini neredeyse sadece benim aldığımı fark etmiş olacaklar; Robert’ın sözleşmesine son verdiler. Sadece hocamı değil, tez danışmanımı da kaybettim. Kiminle çalışacaktım? Bölümün başında Şükrü Hanioğlu vardı; edebiyatla bir ilgisi yoktu ama ne de olsa Osmanlı uzmanıydı. Amerikan pragmatizmi dedim ya.
Tezimi bitirmeye yakın, büyüklüğünü ancak çok sonra kavradığım bir mucize daha yaşadım: ABD’de bir iş buldum. San Francisco State University adında orta şekerli bir üniversite, Türkiye çalışan birini tutmak için T.C. destekli bir kurumdan üç yıllık kaynak koparmıştı. Türkiye üzerinde yoğunlaşan bir hocaları asla olmamıştı, bir Orta Doğu bölümleri bile yoktu, ama farklı bölümlerde Orta Doğu çalışan tek tük bazı girişken hocalar, aralarına bir de Türkiyeci katarak kendi bölümlerini oluşturma—ve ona göre maddi desteklerini arttırma—hayalleri kuruyordu. Amerikan pr… anladınız. Girişimin başını çeken hoca Almandı, Almanca da ayıptır söylemesi ana dillerimden biridir, bir San Francisco ziyaretimde tanışıp kaynaştık, işi kaptım. Benim gibi Arapçadan, siyasetten ırak, su katılmamış bir Türk edebiyatçısı için ABD’de bir iş kapısı açılması, işte böyle rastlantıların tesadüfüyle mümkün oldu.
Ama tabii ki beni kendi hâlime bırakmadılar. Ben bir edebiyatçı olabilirdim ama onların her şeyi kavrayan bir Türkiye ve Orta Doğu ahtapotuna ihtiyaçları vardı. Ben de çarnaçar o ahtapota dönüştüm. San Francisco’daki üç yılımda tam 10 farklı ders tasarladım ve verdim: İngilizce çeviriden Türk edebiyatı. Türkiye sineması. Türkiye ve Osmanlı siyasî tarihi. Türkiye kültürleri ve kimlikleri. Türkçeye giriş bir. Türkçeye giriş iki. İstanbul: bir şehrin biyografisi. Orta Doğu çalışmalarına giriş. Yorumda ve uygulamada İslam. Uluslararası ilişkilere giriş. O üç yılın sonunda bir şeyi anlamıştım: Ben artık önüme koyulan her konuda ders verebilir ya da en azından veriyor numarası yapabilirdim.
Dikkatinizi çekmiş olabilir, sonlara doğru saydığım derslerin Türkiye’yle doğrudan ilişkisi gittikçe azalıyor, hatta kayboluyor. Elbette bu bir tesadüf değil. İşe başlamamdan bir yıl sonra bağlı olduğum fakültenin dekanı değişti, yeni dekan da tasarruf için belli bir sayının altında öğrencisi olan (sanıyorum 12’ydi) bütün dersleri kapatmaya karar verdi. Bir Amerikan üniversitesindeki Türkçe dil dersinin 12 öğrenciye ulaşması, ancak hocanın psikedelik mantar atıp dersteki her öğrenciyi üçer ya da dörder görmesiyle olacak bir iş. Dolayısıyla benim Türkçe derslerimi kapattılar. Dış kaynağı sağlayan kurum, Türkçeyi keserseniz parayı keseriz dedi. Dekan, kesin ulan sizin üç kuruşunuza mı kaldık dedi. Kurum da parayı kesti. O arada benim “ne ders olsa veririm” felsefem üniversitede duyulmuş olacak ki ihtiyaç duydukları ama hocası olmayan her türlü dersi bana verdirmeye başladılar. Son dönemimde üç uluslararası ilişkiler, bir de siyaset tarihi dersi veriyordum. Yeni ufuklara yelken açmanın vakti gelmişti.
ABD’ye veda etmeden bir de öğrenci profiline dönelim: Amerika’da kim niye Türkiye’yle ilgili eğitim görür? İtiraf etmeliyim ki ABD’de dokuz yılda aldığım ve verdiğim derslerde bir tane bile, dış güçler tarafından T.C.’yi çökertmek için eğitilen ajan adayına rastlamadım. Hatta ABD’de pek kimsenin Türkiye’ye öyle aşırı bir ilgi duyduğunu da görmedim. Profiller daha çok şöyleydi: A. Orta Doğu kökenli Gümüş ve Muhteşem Yüzyıl hayranları. B. Eşi, sevgilisi ya da görüştüğü kişi Türkiye kökenli olanlar. C. Anlamsız derecede zor bir dil olduğu için Türkçeyi çözülecek bir bulmaca gibi gören dil dehaları. Hepsi tatlı ve uyanık çocuklardı, kendilerini çok sevdim ve hâlen birçoğuyla görüşüyorum. Ama Türkolojiye duydukları ilgi daha ziyade bir hevesten ibaretti. Uzmanlaşanlar, yani Türkiye’yle ilgili master ya da doktora yapanlar ise çoğunlukla oportünistti: Türkiye’den geliyorlardı, Türkiye’de aslında başka bir alanda uzmanlaşmışlardı (örneğin sosyoloji), ama kendi dallarında esaslı bir ABD üniversitesinden burs koparacak kadar kaliteli olmadıklarından saha avantajını kullanıp Orta Doğu çalışmaları gibi daha kıytırık bir bölüme kapağı atmışlardı. Bir bu tayfaya pek kanım ısınamadı.
San Francisco serüveninin sonunda Avrupa’ya dönüp Paris’e yerleştik. Aslında Türkolojiden umudu kesmiştim. Yurt dışında ancak kırk yılda bir Türkolojiyle ilgili iş açılıyor. Öyle bir fırsat bekleseydim herhalde emekli olana kadar San Francisco’da uluslararası ilişkiler kuramlarına giriş dersleri verirdim. O yüzden Avrupa’ya döndüğümde işi gücü bırakıp dönmüştüm. Ama anlaşılan Türkoloji benden umudu kesmemişti. Almanya’da, Frankfurt’a yakın Giessen Üniversitesi’nden annelik iznine ayrılmış Uygur kökenli bir Türkçe hocasının yerini tutmamı teklif ettiler. Karmaşık duygular içindeydim: bir yandan, pek de aramamama rağmen iş teklifi almak gururumu okşamıştı. Öte yandan düşünmeden edemedim: yaklaşık dört milyon Türkiye kökenli insanın yaşadığı Almanya’da, Türkçe dersi vermesi için bir Uygur ve yarı Türkiyeli yarı İngiltereli, ne idüğü pek de belli olmayan bendenizden başkasını bulamamışlar mıydı? Meraklanmıştım. İşi kabul ettim.
Almanya’daki ilk dersime girdiğimde heyecanlıydım. ABD’deki öğrencilerimin çoğu, yazı tura sonucu elime düşmüş gibiydi: Türkiye’yle alakaları yoktu ve paranın öteki yüzü denk gelseydi Sri Lanka, Papua Yeni Gine ya da Trinidad ve Tobago’yla da aynı ölçüde ilgilenebilecek tiplerdi. Ama Almanya öyle miydi? Türkiye’ye coğrafî olarak yakın, ülkeyle derin ticarî ve kültürel ilişkileri olan ve en önemli azınlık grubunu Türkiye’den ithal etmiş bir ülkeydi bu. Birçok üniversitede sadece gelişi güzel oluşturulmuş Orta Doğu bölümleri değil, halis muhlis Türkoloji bölümleri vardı. Elbette burada Türkolojiye gerçek bir ilgi duyan, sadece egzotiklik olsun diye değil, önemli toplumsal ya da siyasal nedenlerden dolayı alana girmek isteyen Almanlarla tanışacaktım. Sonra sınıfa girdim. İçerideki herkes Türkiye kökenliydi. Derste tek bir Alman yoktu.
İşin esasını yavaş yavaş öğrendim: Almanya’ya giden ilk kuşak konuk işçilerin üniversiteyle pek bir alakası olmamıştı. Ama onların çocukları ve torunları büyümeye başladıkça üniversitelere yazılan Türkiye kökenli öğrenci sayısı gittikçe artmıştı. Bu gençlerin çoğu tabii ki Türkoloji okumak istemiyordu. Ama yazıldıkları birçok üniversite bölümü, en az bir yabancı dil almalarını şart koşuyordu. Bizim Türkiye kökenli öğrencilerin de Alman vatandaşlıkları olduğu için Türkçe onlara yabancı dil sayılıyordu. Dolayısıyla yabancı dil mecburiyetini Türkçeyle kolayca aradan çıkarabileceklerini düşünüyorlardı. Bir de başka bir grup vardı. Bunlar, Türkiye’de sosyoloji okumasına karşın ABD’de Orta Doğu çalışmalarına kapak atan fırsatçılarla aynı familyadandı: üniversiteye başka bir şey okumak için girmişlerdi ama o şey fazla zor gelince bölüm değiştirip, “nasıl olsa Türkçe, nasıl olsa yaparım, en azından elimde bir üniversite diploması olur” diye Türkolojiye geçmişlerdi.
Almanya’daki Türkoloji bölümleri, bu trende başlarda endişeyle yaklaşmışlardı. Bölüme yazılan Türkiye kökenli öğrenciler, Türkçeye yeni başlayan Almanlara göre çok ileride olduklarından Alman öğrencilerin hevesi kırılıyor, başka bölümleri tercih ediyorlardı. Türkoloji bölümleri de bu yolla gittikçe gettolaşıyordu. Ama kısa sürede işin bir de öteki yüzü olduğunu fark ettiler: Bölüme yazılan öğrencilerin sayısı arttıkça artıyordu. Artan öğrenci sayısı ise üniversite bünyesinde daha çok söz hakkı ve daha çok maddi destek demekti. Bunu gören Alman Türkologlar omuzlarını silktiler ve bölümlerinin bir nevi konuk işçi çocuğu toplama deposuna dönüşmesine göz yumdular.
Ne var ki, bu durum, dışarıdan göründüğü kadar alan razı, satan razı değildi. Alman Türkologların çoğu alana girdiğinde, Almanya’daki Türkiyeliler henüz toplumda, eğitimde ve medyada ciddi ciddi baş göstermemişti. Adamlar filolojiyle, dilbilimiyle ilgileniyorlardı—gündelik dille de değil, soyut, gramer ağırlıklı, matematiksel, en iyi ihtimal azıcık antropoloji esintili bir dil bilimiyle. En büyük hayalleri yeni bir gramer kitabı yazmak, bir sözlük oluşturmak ya da Kazakçadan Türkmenceye geçişte yaşanmış ve henüz kimsenin fark etmemiş olduğu bir telaffuz kaymasıyla ilgili bir makale yayımlayarak, dünya çapında 25 kişiden oluşan alanlarının paradigmasını sarsmaktı. Günün birinde kanlı canlı Türkiyelilerle karşı karşıya gelebilecekleri, bunları derste öğrenci olarak önlerinde bulabilecekleri akıllarının ucundan bile geçmemişti. Türkçenin (ya da Kazakçanın ya da Uygurcanın) gramerine tümüyle hâkimdiler ama etten kemikten bir Türkiyeliyle karşılaştıklarında doğru dürüst bir rakı sohbeti çevirmek, bir geyik muhabbeti yapmak ya da, haydi beklentilerimizi düşürelim, bir hâl hatır sormak, bir gönül almaktan acizdiler.
Bu iki kitlenin—yani aslında Türkoloji okumak istemeyen Türkiye kökenli öğrencilerin ve aslında bunlara ders vermek istemeyen Alman hocaların—birbiriyle buluşması, takdir edersiniz ki kazasız belasız geçen bir süreç olmuyor. Gramer uzmanı hocalar, öğrencilerin ana babadan gelme, okul yüzü görmemiş Türkçelerini yetersiz bulup not kırıyor, öğrenciler ise, daha doğru düzgün sohbet etmesini bile beceremeyen hocaların ana dilleri hakkında ahkâm kesmesine içerliyor. Hocalar öğrencileri fırsatçı nedenlerle bölüme geldikleri için küçümsüyor, öğrenciler de hor görüldüklerini hemen anlayıp hocalarla inadına zıtlaşıyor.
Şahsen derste asla bu tarz bir gerginlik yaşamadım. Bunun en önemli sebebi, Türkçeyle, çok dillilikle ve çok kültürlülükle olan ilişkimin hocalardan ziyade öğrencilere yakın olması. Ben de onlar gibi çok dilli ve çok kültürlü büyüdüm. Türkiye’de gittiğim ilkokul bir Alman okuluydu ve bütün dersler Almancaydı. Türkçeyi evde, yanında büyüdüğüm anneannem ve dedemden öğrendim. Telaffuzumu 2000-2002 yıllarında CNN Türk’te program sunarken düzelttim, gramer bilgimi ise ancak ABD’de Türkçe dersi vermeye başladığımda edindim. Öğrencilerle aramdaki en büyük fark ise şuydu: Onların aksine ben, ömrümün ilk üç yılını İngiltere’de, sonraki sekiz yılını Türkiye’de, ondan sonraki sekizini de Almanya’da geçirdim. Sürekli olarak sadece dil değil, ülke ve kültür de değiştirdim. Hiçbir kültür alanının tam bir üyesi olamayacağım daha ömrümün başından belliydi. Ama böyle bir aidiyete muhtaç da değildim: dilsel ve kültürel yetilerim sayesinde istediğim ülkede oturabilir, istediğim kültüre ayak uydurabilirdim. Gittiğim her yerde yaşadığım ebedî yabancılık, benim için bir engel değil bir fırsattı.
Ancak bütün ömrünü Türkiyeli bir ailenin evinde ama Alman toplumunun içinde geçirenler için durum farklı. Alman kültürü Amerikan, İngiliz, hatta Fransız kültürü gibi kozmopolit değil. Tireli kimliklerin rağbet görmediği, hâlen “ya Alman kanındansın ya da yabancısın” düşüncesinin hâkim olduğu bir kültür. Ve bu yüzden Türkiye kökenli gençler için korkunç iki tuzak barındırıyor: ya Alman toplumundan dışlanmanı Türkiyeliliğine bağlayacaksın, keşke Türkiye’yle hiçbir ilgim olmasaydı diyeceksin, böyle dediğin için içten içe kendinden nefret edeceksin ve tüm çabalarına rağmen yine de Alman toplumuna tam giremeyeceksin. Ya da seni dışladıkları için Almanlardan nefret edeceksin, aşırı bir fanatizmle Türkiye’den kalan kültür kırıntılarına sarılacaksın (din, milliyetçilik vb.), sırf Almanları gıcık etmek için kraldan daha kralcı bir Türk cengaveri kesileceksin ama bütün bunlara rağmen Türkiye’ye gittiğinde dilindeki Alman aksanından boynundaki altın kolyeye kadar her şeyinle dalga geçilecek. Almanya’da karşılaştığım çoğu öğrencinin trajedisi, çok dilli ve çok kültürlü olmalarının onlara bir artı değil bir eksi olarak sunulması, onların da ister istemez, belli bir ölçüde bu yalana inanmış olmalarıydı. Çabam, onlara bunun aksini göstermekti. Aidiyetsizlik, kaçınılmaz ortak yazgımızdı ve bizi birbirimizle kenetledi.
Almanya’da nasıl iş bulduğumu duyanlar, ülkenin kollarını açıp Türkolog beklediği izlenimine kapılmış olabilir. Hemen düzeltelim. Bana teklif edilen iş yarı zamanlı ve kısa vadeliydi. Kazandığım parayla bir ev geçindirme ihtimalim yoktu ve iş de zaten sadece bir yıllığınaydı. Sırf Paris’e taşınmak için San Francisco’daki tam zamanlı, gül gibi maaşlı işimi teptikten sonra böyle kıytırık bir pozisyon için Paris’ten Giessen’e göç edecek hâlim yoktu. Ben de Paris’te kaldım, Giessen’e trenle gidip geldim, oradayken tasarruf yapmak için ofiste uyudum (tıraş, duş ve benzer hijyen gereksinimlerimi bölüm tuvaletlerinde karşılarken başıma gelenlerden ayrı bir makale çıkar) ve haftanın gerisini Paris’te Almanca ve İngilizce özel ders vererek geçirdim. Birkaç ay sonra bana başka bir yarı zamanlı iş daha buldular —aslında bir doktora öğrencisine verilmesi gereken bir iş. Bir ay kadar sevindim, ama ay sonunda yeni maaşımla vergi statümün değiştiğini, ödemem gereken ek vergilerle az çok eski maaş seviyeme döndüğümü fark ettim. Yıpratıcı bir süreçti. Sürdürülebilirliği yoktu.
O sırada Viyana Üniversitesi imdadıma yetişti. Türkoloji dalında tek dönemlik bir konuk profesörlüğe çağırıldım. Tam zamanlı bir işti ve parası iyiydi; Paris’teki dairemizi bırakmaksızın bir dönemliğine Avusturya’ya taşınmaya karar verdik. Viyana bana Türkiye’de bile görmemiş olduğum yeni bir şey tanıttı: köklü, gelenekli bir Türkoloji bölümü. Türkiye ve Almanya’daki bölümlerim oldukça gençti. Princeton’daki bunlara göre eski olsa da Amerikan üniversiteleri, tabandan eğitmen yetiştirmektense transfer yoluyla yabancı hoca toplamayı tercih ettiklerinden (başkası pişirsin sen ye ya da kısaca emperyalizm olarak da bilinen bir yöntem) gelenek oluşturma şansları yok. Ama Avusturyalılar, en geç Viyana kuşatmasından beri Türklerle yakından ilgileniyor ve 19'uncu yüzyılda Joseph von Hammer-Purgstall’dan 20'nci yüzyılda Andreas Tietze’ye kadar oryantalizme damgasını vurmuş birçok bilgin çıkardılar. Gerçi Nazi döneminde üniversitenin geneli de, Türkoloji dalı da ölümcül bir darbe aldı (örneğin Tietze Yahudi’ydi ve ayrılmak zorunda kaldı) ama yine de ben Viyana’ya geldiğimde birçok meslektaşım, bizzat Tietze’den ders almış kişilerdi.
Bu tarz bir birikimin yarattığı farkı nasıl ifade edeyim? Bir yandan Viyana Üniversitesi, yaklaşım açısından oldukça tutucu bir yer. Hocalar genelde klasik filolojiyle uğraşıyor ve daha geniş kuramsal, toplumsal ya da güncel bağlamlarla pek ilgilenmiyorlar. Ama esas işlerini—yani eski Osmanlı metinlerinin yeniden keşfini ve dilsel çözümlemesini—büyük bir ustalık ve derinlikle yapıyorlar. Bu emeğe saygı duymamak imkânsız. Ne var ki, yaptıkları işe rağbet kalmadı. Yeni öğrenciler filolog olmak istemiyorlar—Avusturya’daki öğrenci profili Almanya’dakine çok yakın—ve üniversitenin kendisi de artık filolog yetiştirmek istemiyor. Emekliye ayrılan hocaların kürsüleri iptal ediliyor, yeni hoca alınsa da 21'inci yüzyılın trendlerini yansıtan kişilere öncelik veriliyor. Bunu Türkoloji profesörlüğüne art arda getirilen üç isimden de anlayabiliriz: Selefim Markus Köhbach, klasik bir Osmanlı tarihçisi ve filologu. Bendeniz hem Osmanlı hem Türkiye’yle ilgilenen bir edebiyat ve kültür tarihçisi. Halefim Yavuz Köse ise, Osmanlı ve Türkiye tarihi dışında göçmenlik gibi güncel konularda da medyanın karşısına çıkabilen bir uzman. Bir kez daha, arkamdan çöken bir köprüye son çıkanlardan biri olmuştum.
Viyana’nın bana tattırdığı tek zevk, kendimi böyle köklü bir geleneğe eklemleme fırsatı değildi. Aynı zamanda Viyana’da ilk kez sadece lisansüstü öğrencilerine mahsus seminerler verme şansım oldu. Bu seminerlerdeki öğrencilerimi asla unutamam. Neredeyse hepsi Türkiye kökenli, kadın ve başörtülüydü. Osmanlı’yla sadece yaptığı edepsizliklerden dolayı ilgilenen ben, aylarca oğlancılıktan mastürbasyona, aldatmadan çokeşliliğe, Osmanlı cinsel dünyasının içini dışını önlerine serdim. Bazıları dinlemedi ya da dinlemek istemedi, ama en az bir o kadarı da asla ummaya cesaret edemeyeceğim bir dobralıkla tartışmaya katıldı, düşüncelerimi sınadı ve Osmanlı normlarıyla kendi hayatları arasında süregelen toplumsal devamlılıkları bana gösterdi. Her ülkedeki en iyi öğrencilerim kadar meraklı, açık zihinli ve hevesliydiler. Tek kelimeyle muhteşemdiler.
Ayrılmama az kala bu öğrenci grubu, benim için sürpriz bir veda partisi düzenlemeye karar vermiş. Herhalde benim onları Osmanlı cinselliğiyle yeterince kızartıp bozarttığımı düşünmüş olacaklar ki bana misilleme yaparcasına partide dansöz oynatmaya karar vermişler. Ben dansözden habersiz partiye gelecekmişim, sonra partinin yarısında dansöz belirip oynamaya başlayacak, bana kur yapacakmış. Ama partiyi planlarken bu fikri ortaya atan (başörtülü) öğrencilere başka (başörtülü) öğrenciler karşı çıkmış. Nasıl bu tarz bir etkinlik düşünebilirlermiş. Kendileri gibi insanlara böyle bir davranış yakışır mıymış. Tartışmışlar sonunda dansöz fikrinden caymışlar. Öğrenince ne kadar üzüldüm anlatamam. Bir oda dolusu başörtülü kadın, aralarında ben, ortamızda da bir dansöz—böyle bir sahneyi yaşamayı ve afallamış surat ifademi sonradan sosyal medyada ölümsüzleşmiş bir şekilde yeniden görmeyi çok isterdim. Ömrümün en kayda değer anlarından biri olurdu. Hatta düşünüyorum da hayali bile ilk ona girer.
Keşke Viyana deneyimimi bu tatlı anıyla noktalayabilsem. Ama bir de tatsız anım var ki Türkoloji dalında ya da akademinin herhangi bir dalında kariyer yapmak isteyenler için ibret değeri taşıdığından burada aktarmam şart. Dönemin sonuna doğru bölüm (soyut konuşalım, isim vermeyelim) bana ahlaksız bir teklifte bulundu. Bir dönemliğine daha kalmamı istiyorlarmış. Ama sözleşmem belli bir ay sayısını geçerse bazı kazanılmış haklarım olacakmış, ya da başka bir deyişle, benden kurtulmaları o kadar kolay olmayacakmış. Dolayısıyla iki seçeneğim varmış: ya aynı işe ikinci dönem için bir daha başvurabilirmişim (böyle bir durumda başkasının değil benim alınacağımın herhangi bir garantisi olamazmış) ya da dört aylık işi üç aya sığdırıp üç aylık maaş karşılığında yapabilirmişim. Çünkü yalnız üç ay çalışırsam o hakları kazanmayacakmışım. Paranın gözü kör olsun, ikinci seçeneği kabul ettim ve Viyana’da bir dönem daha kaldım. Ama o dönem boyunca bir kez bile bu insafsızlığı anımsamadan bölüme ayak atamadım. Ayrılmadan önce bölümle (soyut konuşalım, isim vermeyelim) oturup bir kahve içtik. Yukarıda yazdıklarımı ve bu konuda hissettiklerimi kendileriyle paylaştım. Konuşmamızı da, bana yapılan ahlaksız teklifi de hatırlamıyorlardı.
Viyana’daki yılım biterken önümde üç seçenek vardı. Bana Giessen’de verilen ikinci yarı zamanlı iş, ben Avusturya’dayken askıya alınmıştı. Aslında o işe dönebilirdim. Ama Almanya-Fransa arası gelgitlerin beni ne kadar yıprattığını ancak Viyana’da idrak etmiş ya da kendi kendime itiraf edebilmiştim. Bir daha o hayata dönmem imkânsızdı. İstifa ettim. Bu arada bir profesörlük teklifi daha aldım—Tayvan’dan. Ancak Tayvan’da hangi tanrı kulunun niye Türkolojiyle ilgilenebileceği sorusu, ne kadar ilginç olsa da, beni Pasifik’in doğu kıyısından yeni kurtulmuşken batı kıyısına seğirtecek kadar cezbedemedi. Reddettim. Paris’e döndükten sonra Sorbonne’da dönem başı bir ders verebileceğimi öğrendim. Sevinçle kabul ettim—yakında başlıyorum—ama bu iş de karnımızı doyurmayacaktı.
O aralar eşimle—kendisi de eğitmendir—uzun uzun, niye akademisyen olduğumuzu, bu amansız yola neden baş koyduğumuzu tartışır olduk. İş güvenliği yoktu. Üniversitelerin tek derdi, bizden en düşük paraya en yüksek verimi sağlamaktı. Meslektaşlarımız arasından ancak kırk yılda bir bizimle aynı kafada olan, şakalaşıp dertleşebileceğimiz insanlar çıkıyordu. Aslında işin sevdiğimiz tek yönü, insanların karşısına çıkıp onlara bir şeyler öğretmek, onlardan bir şeyler öğrenmek, onlarla entelektüel bir tartışma yürütebilmekti.
Aklımıza (peki, tamam, kabul ediyorum, eşimin aklına) bir fikir geldi: eğer iş bundan ibarettiyse belki de üniversiteyi aradan çıkartıp doğrudan öğrenciyle buluşabilirdik. İnsanların bilgilenme, düşünme ve tartışma açlıkları, üniversite dışında da sürüyor. Onlara bütün bu ihtiyaçları tatmin edecek bir ortamı kendimiz de sağlayabilirdik. Veremeyeceğimiz tek şey kredi ve diplomaydı, ama sırf kredi ve diploma için eğitim alan insanlarla zaten işimiz yoktu. Bazı diğer arkadaşlarla Paris’te bağımsız bir enstitü kurmaya karar verdik. Adını da Paris Institute for Critical Thinking (PICT, ya da Paris Eleştirel Düşünce Enstitüsü) koyduk. Ekim ayında ilk derslerimizi vereceğiz: ben Orta Doğu’da cinsiyet, eşim de varoluşçuluk ve Kierkegaard konularında, üniversitelerden tümüyle bağımsız, sadece eğitmen ve öğrenciden oluşan bir akademi ortamında insanlarla buluşup tartışacağız. Ne kadar heyecanlı olduğumu bilemezsiniz. Bu işin asla yürümeyeceğini iddia edenler oldu. Eğer bir üniversiteye bağlı kalmazsak kimsenin bizi ciddiye almayacağını, eğer üniversite kariyerimizi bırakırsak maddi olarak dayanamayacağımızı söylediler. Bilmem, belki de haklılar. Ama şu kadar umurumda değil.