Üniversitelerin gitgide kâr yapması gereken kurumlar olarak yönetilmesi veya o doğrultuda teşvik edilmesi, finans krizi ve son hükümetlerin yüksek öğretim ile ilgili aldığı kararlar diğer filolojileri gibi Türk filolojisini de ciddi bir biçimde sarsmıştır
04 Ekim 2018 14:30
Bu yazıya olumsuz bir cümle ile başlamam lazım: “Ben Türkolog değilim.” Gerçi Londra’daki Doğu ve Afrika Araştırmaları Okulu (School of Oriental and African Studies) adlı kuruluşta Türk Dili ve Edebiyatı okudum. Uzmanlık alanım ise, modern Türkçe edebiyat. Oxford Üniversitesi’nin Şarkiyat fakültesinde derslerimin çoğunu bu konuda veriyorum. Yine de kendimi Türkolog olarak tanımlayamam.
Türk Dil Kurumu’nun Güncel Türkçe Sözlüğü’ne bakacak olursak, Türkoloji’nin “Türklük bilimi” olarak tanımlandığını görürüz. “Türklük” ise aynı sözlükte, (1) Türk olma durumu, (2) Türklere özgü nitelik ve de (3) Türklerin meydana getirdiği topluluk olarak tanımlanıyor. Konumuzla doğrudan alakalı olan birinci ve üçüncü tanımlardan söz etmeden, ikinci tanım konusunda, yani Türklere özgü nitelikler konusunda, etnolojik sayılabilecek bir kaygımı dile getireyim: Türklere özgü niteliklerin ne olduğunu bilmiyorum. Hiçbir zaman bilemedim.
Yıllar önce, 2004’te olsa gerek, Yom Sanat dergisinde, “Doğu ve Batı’nın Buluştuğu Köyler” başlıklı bir köşe yazımda, Anadolu’da dolaşmış Batılı gezginlerin not defterlerinde Türklüğe, Anadoluluğa ve Doğululuğa atfettikleri birçok özelliğin kendi memleketlerin köylerinde de yaygın olduğunu yazmıştım. Bu tespitin doğruluğuna hâlâ inanıyorum. Çoğu seyyah böyle düşünmese de, Osmanlı’yı veya daha sonra Türkiye’yi gezmiş bazı yazarlar bunun farkındaydı. Mesela, Lüksemburglu Jeolog Michel Lucius (1876-1961). 1914-1922 yılları arasında Azerbaycan ve Çeçenistan’da görevli olduktan sonra, 1924 - 1933 yılları arasında yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin daveti üzerine Türkiye’nin dört köşesini yerbilimci olarak gezip incelemelerde bulundu. Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Türkiye’yi etkileyen büyük değişimlere doğrudan tanıklık etti. Bilimsel uğraşlarını ve insancıl görüşlerini gösteren deneme ve makalelerinde yolculukları ve gezileri ile ilgili izlenimlerini yazdı. Bu metinlerde Lucius’un Anadolu’yu anlama girişimleri çarpıcıdır. O Türkiye’nin sadece toprağını değil, insanını da tanımak istemişti.
Türklük tanımlarına göre Türkoloji’yi tarif edersek, ve onu Türk dilleri ile Türk topluluklarının edebiyatları, tarihleri, dinleri ve kültürleri üzerine odaklanan bir bilim dalı olarak kabul etsek bile, kendimi Türkolog olarak tanımlayamam. Türkolog olamam çünkü edebiyatçıyım ve edebiyatın her tür sınırla limoni bir ilişkisi var.
Almanca olarak kaleme aldığı “Um die Einsamkeit” (Yalnızlık Üzerine) başlıklı denemesinde Küçük Asya ve onun "yan yana olan ve iç içe geçmiş medeniyetlerinin izleri, dinleri ve kültürel özellikleri”nin kendisini nasıl büyülediğini dile getiriyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, yazılarında oryantalist önyargılar da yok değildi. Yine de, Lucius seyahat ettiği bölgelerdeki insan manzaralarını tarif edip okuyucularıyla maddi fakirlik ve manevi zenginlik konusunda düşüncelerini paylaşırken, yazıları etkileyici bir yoğunluğa ulaşıyor. Bu tür örneklerde yazdıklarının ruhu, Anadolu’yu güzelliği ve acımasızlığıyla terennüm eden Sabahattin Ali (1907-1948) ve Yaşar Kemal (1923-2015) gibi Cumhuriyet dönemi Türkçe edebiyatın büyük yazarlarının bazı yapıtlarını anımsatmıyor değil. Jeoloğun anlattığı coğrafya Lüksemburg’daki ilk okurlarına çok uzak ve farklı görünüyordu belki de. Ama kendisi bu yargıyı paylaşmazdı. Doğa ile uyum içinde yaşayan ve yaşamları boyunca azla yetinen Anadolu köylülerinin Lüksemburg Büyük Dükalığı’nın kuzeyindeki Éislek bölgesinde yaşamış kendi atalarından çok da farklı olmadığını biliyordu: "Sessiz ve çalışkan, toprağa yakından bağlı, köylülere özgü erdem ve özelliklere sahip olan insanlar.” Lucius’un Anadolu'da biraz kendi yurdunu, kendi yurdunda da biraz Anadolu’yu bulduğunu söylemek yanlış olmaz. Peki o zaman özcü bir şekilde Türklere veya Lüksemburglulara özgü nitelikler diye bir şeyden söz etmek mümkün mü?
Büyük bir hümanist olan Lucius’u selamlayıp dile getirdiğim etnolojik kaygıyı bir yana bırakalım. Yukarıda söz ettiğim birinci ve üçüncü Türklük tanımlarına göre Türkoloji’yi tarif edersek, ve onu Türk dilleri ile Türk topluluklarının edebiyatları, tarihleri, dinleri ve kültürleri üzerine odaklanan bir bilim dalı olarak kabul etsek bile, kendimi Türkolog olarak tanımlayamam. Türkolog olamam çünkü edebiyatçıyım ve edebiyatın her tür sınırla limoni bir ilişkisi var.
Bir yandan Osmanlı’daki edebiyat ortamı meselesi var. Johann Strauss’ın 2003 yılında yayımladığı Who Read What in the Ottoman Empire (19th-20th Centuries)? (Osmanlı İmperatorluğu’nda Kimler, Neleri Okurdu [19.-20. Yüzyıllar]?) başlıklı ufuk açıcı çalışmada gösterdiği gibi, 19'uncu yüzyılda Osmanlı Türkiye’sinin çok dilli ve çok milletli bir edebiyat ortamı vardı. Türkçe, Ermenice, Yunanca, Yahudi İspanyolcası, Arapça, Arnavutça, Bulgarca ve daha başka dillerle yayın yapılıyordu. Bu dillerin edebiyatları arasında çeşitli bağlantılar ve etkileşimler oldu. Bu demek ki dönemin edebiyat ortamını anlamak için Türkçe edebî metinlerle yetinilemez. Bölgenin diğer edebiyatları için benzer bir durum söz konusu. Mesela Filistinli yazar Mey Ziyade (1886-1941), Verde el-Yazıcı (1838-1924) hakkında bir konuşmasında Arap kadın yazarlığının tarihini anlatırken, Fatma Aliye’den (1862-1936) de söz ediyor: “Türkçe yazmasına karşın, o da Arap kadın yazarlar arasında zikredilmeyi hak ediyor, çünkü onların dilini bilirdi, ülkelerinde tanınırdı ve aralarında yaşardı.” Başka bir deyişle, Arapça edebiyatın tarihini yazarken, Türkçe edebiyatın tarihine de bakmalı.
Türkçe edebiyatın bugünkü durumuna bakacak olursak sırf Türkçe odaklı çalışmanın hâlâ yetersiz kaldığını görebiliriz. Mesela “Türkçe yazan Kürt şairler” gibi bir gelişmeyi anlamak için yine Türkolojinin dışından bakmamız lazım.
Bununla birlikte sırf Türkçe yazılanlara odaklansak bile, 19'uncu yüzyılın edebiyatını anlamak için Türkoloji’nin geleneksel alanlarının dışına bakmak zorundayız. Osmanlı Türkçesinin yanında, Ermeni Türkçesi, Karamanlıca hatta İbrani ve Süryani harflerle yazılmış edebî niteliği olan Türkçe metinler yayımlandı. Milletleri ne olursa olsun mürekkep yalamışlar, belli bir ölçüde birbirlerinin yaptıklarından farkındaydı. Ahmet Midhat Efendi (1844-1912), büyük bir saygıyla, Ermeni harflerle yazılmış ilk Türkçe romanlar olan Akabi Hikayesi ve Boşboğaz bir Adem başlıklı yapıtlarının yazarı Hovsep Vartanyan’dan (1813-1879) ve Temaşa-i Dünya ve Cefakar ü Cefakeş başlıklı ilk Karamanlıca romanın yazarı Evangelinos Misailidis’ten (1820-1890) söz ediyor. Tanzimat dönemi edebiyatının bir klasiği olan Ahmet Midhat’in Felatun Bey ile Rakım Efendi adlı romanı ise 1879 yılında Ermeni harfli Türkçeye de aktarılmıştır. Aşk-ı Memnu’nun yazarı Halid Ziya Uşaklıgil (1866-1945), Harf İnkılabı öncesi tartışmalara katılırken, İzmir’de çıkan İbrani harfli Türkçe basından da söz etti. Modern Türkçe edebiyatın bazı simalarının Ermeni, Yunan ve İbrani harflerle yazılmış Türkçe metinlerden haberdar olduklarını ve, belki de, onları okuduklarını gösteren örnekleri çoğaltmak mümkün. Geleneksel akademik alanları ve dalları havaya uçurtan bir durum söz konusu. İstanbul’da 1850’lerin ikinci yarısında, Türkçe gibi bir dilin çeşitli alfabelerle ve de çeşitli dillerin aynı alfabeyle yazıldığını görürüz. İstanbul Türkçenin, Arapçanın, Farsçanın, bazı Balkan dillerinin ve daha sonra Kürtçenin Arap harfleriyle yazıldığı bir edebiyat ortamına sahipti.
Türkçe edebiyatın bugünkü durumuna bakacak olursak sırf Türkçe odaklı çalışmanın hâlâ yetersiz kaldığını görebiliriz. Mesela “Türkçe yazan Kürt şairler” gibi bir gelişmeyi anlamak için yine Türkolojinin dışından bakmamız lazım. Bununla birlikte Tanzimat döneminden itibaren Türkçe yazan edebiyatçıların Batı edebiyatlarıyla uğraşmaları, yani Avrupa’da gelişen edebî janrların sahiplenmeleri, edebiyat akımlarının yerlileştirmeleri ve tabii ki çeviri yapmaları, Türkçe edebiyat hakkında sağlam incelemelerde bulunabilmek için Avrupa edebiyatlarına da bakmak gerektiğini gösteriyor. Yahya Kemal’i anlamak için biraz da Jean Moréas’ı tanımak lazım. Ama Moréas’ın önemini değerlendirmek için, Yahya Kemal’in yapıtlarını da okumalı.
Tabii, yaklaşımım, benim kişisel tavrımdan da kaynaklanıyor. 2011’de hâlâ Bilkent Üniversitesi’nde Türk Edebiyatı bölümünde öğretim üyesiyken, birkaç öğrencimle birlikte Varlık dergisinde “Kürtçe Edebiyat Odağında Karşılaşmalar, Karşılaştırmalar” başlıklı karşılaştırmalı Türkçe ve Kürtçe edebiyat konusunda bir dosya hazırlamıştık. Yazdığım giriş yazısında “edebiyatın, paşaların ve papazların, hatta doğanın, çizdiği sınırlara hiç sığma[dığını]” vurgulamıştım. Elifbalar Sevdası (2003), Ana Metne Taşınan Dipnotlar (2009) ve Hüzünlü Özgürlük (2014) adlı kitaplarımda olduğu gibi, 2016’da Edebiyatın Sınırlarında: Türkçe Edebiyat, Gürcistan ve Cengiz Aytmatov’a Dair adlı, Evrensel Basım Yayın’dan çıkan son Türkçe kitabımda da bu prensibi uygulamaya çalıştım. Kitabı “Osmanlı kadın edebiyatçılarla devrimci Sovyet edebiyatçıların buluşabilmeleri için […] bir mekân” olarak tasarlamıştım. O mekân da akademisyen olarak çalıştığım mekândır.
Yalnız dil öğretimine ve bu bağlamda filoloji çalışmalarına verdiğim önemden dolayı, biraz da Türkologum. Üniversitede, Türkçe edebiyat öğretiminin temelinde güçlü bir Türkçe öğretimin gerekli olduğunu düşünüyorum. Ne var ki dile verilen ağırlık, Avrupa’daki birçok şarkiyat bölümünde lisans aşamasında teori ve metodoloji eğitiminin biraz zayıf kalmasına neden oluyor. Ama güçlü bir dil öğretimi olmadan, sınır tanımayan bir edebiyat öğretimi mümkün değil. Sırf Türkçeden yapılan çevirileri okuyarak Türkçe edebiyat hakkında sağlam bir bilgiye ulaşamazsınız zaten. Daha da önemlisi, öğrenci edebî metnin aslıyla uğraşabilmeli, kendi fikirlerini geliştirebilmeli ve böylece hocasını da sorgulayabilmeli. Mehmet Uzun’un (1953-2007) Bertel Nygård ile yaptığı bir söyleşide vurguladığı gibi “edebiyatçının rolü onaylamak değil, var olan her düşünceye karşı durmaktır. Edebiyat uzlaşmacı değil, imkânsız derecede uzlaşmazdır.”
Bunları yazmışken, Türkolojinin bir bilim dalı olarak mutlaka savunulması gerektiğini düşünüyorum. Elbette, şarkiyat çalışmalarının bütün dalları gibi, Türkoloji de oryantalizm eleştirisi ve sömürge sonrası çalışmaları bağlamında ciddi bir sorgulamaya tabii tutulmuştur. Ne de olsa, Türkoloji buram buram 19'uncu yüzyıl kokan bir terim. Ancak, insan bilimleri bütün Avrupa’da saldırı altındayken, nispeten küçük bir dal olan Türkoloji tehlike altında. Son yıllarda Büyük Britanya’da özellikle Türk filolojisi, yani akademik dil ve edebiyat çalışmaları, birtakım sorunlarla karşılaşmıştır. Bölümler kapatılmıştır. Kürsüler yenilenmemiştir. Bunun nedenleri çeşitlidir. Üniversitelerin gitgide kâr yapması gereken kurumlar olarak yönetilmesi veya o doğrultuda teşvik edilmesi, Yakındoğu çalışmalarında ağırlığın insan bilimlerinden sosyal bilimlere kayması, finans krizi ve son hükümetlerin yüksek öğretim ile ilgili aldığı kararlar diğer filolojileri gibi Türk filolojisini de ciddi bir biçimde sarsmıştır.
Oysa Büyük Britanya’da Türkçe edebiyatla ilgili çalışmaların köklü bir geçmişe sahip olduğunu hatırlatalım. Alman ve Rus Türkologlarının çalışmaları kadar olmasa da, Büyük Britanya’da bu akademik sahada iz bırakan birçok eser verilmiştir. Elias John Wilkinson Gibb’in (1857-1901) 20'nci yüzyılın başlarında yayımlanan ünlü altı ciltlik The History of Ottoman Poetry (Osmanlı Şiir Tarihi) adlı edebiyat tarihi çalışması, araştırmacının bazen çok tartışmalı yorum ve değerlendirmelerine, dahası oldukça sorunlu çevirilerine rağmen, bir başvuru kaynağı olarak önemini günümüze kadar büyük ölçüde korumuştur. Ancak Osmanlı devletinin Türkçe konuşulan topraklarında üretilen edebiyatla, daha doğrusu edebiyatlarla ilgilenenler sadece doğu bilimciler olmamıştır. Örneğin İngilizce edebiyat tarihinin marjlarında gezinen, ve edebî olmasa da, insani ve insancıl nedenlerden dolayı tekrar keşfedilmesi gereken George Henry Borrow (1803-1881) gibi meraklılar da olmuştur. Borrow, çeşitli Roman lehçelerini, Almanca, Çince ve Rusça öğrenmekle kalmayıp, Türkçe de öğrenmiştir. Romanların hayatından esinlenen anlatıların yanı sıra gezi kitaplarına da imza atmış bu yorulmaz yazar, 1884 yılında The Turkish Jester, or, The Pleasantries of Cogia Nasr Eddin Effendi¸ yani Türk Dalkavuğu, ya da, Hoca Nasreddin Efendi’nin Fıkraları adıyla bir Nasrettin Hoca fıkra seçkisi hazırlamıştır. Kendisi ayrıca, Fuzûlî başta olmak üzere bazı şairleri Türkçeden İngilizceye çevirmiştir. Beni Borrow’un amatörce çalışmalarında derinden etkileyen, onun öğrenme merakıdır. Öğrencilerde aradığım ruh budur doğrusu. Entelektüel merakları ve öğrenme arzuları, öğrencileri ya Türkolojiye ya da sınırı olmayan bir edebiyatçılığa yönlendirirse ne mutlu bize.