Linda Boström Knausgård’ın Helios Felaketi adlı romanı çok kısa bir süre içinde Kıraathane Kitapları arasında yayımlanacak. Ali Arda’nın İsveççeden çevirdiği kitaptan kısa bir bölümü sunuyoruz...
Kar. Kar. Bu kelimeyi hemen öğrendim. Önemli olduğunu anladım. Yolun ve Greta’nın dışında gördüğüm tek şey kardı.
“Ren geyiklerinin işi bu yıl çok zor. Laponlar, otlayacak bir şeyler bulsunlar diye onları gitgide daha aşağılara sürüyor, ama Stockholm’e kadar kar var. Daha sonbahar bir de. Düşün artık. Bu kadar kar var ve biz daha Ekim’deyiz.”
Ekim, diye düşündüm. Ren geyikleri. Laponlar, diye düşündüm. Manzarayı yararak akan suyu gördüm.
“Irmak,” dedi Greta. “Ne dediğimi anlıyor musun?”
Başımı salladım. Irmak. Irmak.
“Bir saate kadar şehirdeyiz. Sana bazı sorular soracaklar. Anlıyor musun?”
Pencereden dışarı baktım. Irmak oyun oynarmış gibi hızla akıyordu. Hoplayıp zıplıyor, kıvrılıyordu. Alnımı cama dayadım, şarkı söylermiş gibiydi, ırmak.
Miğfer arabanın arka koltuğunda, yanımdaydı. Elimle okşadım, orada olması beni yatıştırıyordu.
“İnsanlar ileri geri konuşacaklar, biliyorsun değil mi? Conrad’ın evinde çıplak bir kız.”
“O benim babam. Gerisini bilmiyorum,” dedim.
“Hım,” dedi Greta, dikkatini yola verdi.
Yüreğim sızlıyordu, ağaçların dallarını, tarlaları ve otlakları kaplayan kara baktım. Keder bu, dedim kara. İçimi acıtan, gözyaşlarımı akıtan. Ne yapacağım? Geleceğim ne olacak, hiç bilmiyorum. Ben kimim? Kara sordum.
Şehir giderek yaklaştı. Birkaç katlı ahşap evler. Sokakta, karda yürüyen insanlar tüm o beyazlığın üstünde kara kuşlara benziyordu. Sürü gibi toplanıp dağılıyorlardı. Hiçbir şey bilmiyorlar, diye düşündüm, hemen ardından da: Benim yerim burası mı? Bunların arasında mı? Birbirimizle hiçbir alakamız yok.
Onlar koşturup dururken her şey barizdi. Birbirimize alışamazdık. Gözlerimi kapattım, Conrad’ın gözlerini hatırladım. Bana bakan o huzurlu gözleri.
* * *
Bir eve yerleştirildim. Yanlarında kalacağım aile hep bir kızları olsun istemişler. Şanslarına, iki oğlan çocukları olmuş.
Sosyal hizmetler görevlisi kadının adı Birgit idi, daha ne diyebilirim ki. Durmadan sigara içiyordu, fazla konuşmadık. Telefonlu, durmadan baktığı kekreyemiş takvimli odasının her tarafı sigara ve duman kaplıydı.
“Zor bir durum, ama her zaman bir çözüm bulunur.”
Aksanı Greta’nınki gibiydi, buralardakilerin aksanı vardı. Ortak bir özellik. Sigara dumanını çıkarırken, en iyi çözümün herhalde Birgitta ile Sven olduğunu söyledi. Tatlı insanlar. Hep bir kızları olsun istemişlerdi, burada bana bakarak davetkâr bir ifadeyle gülümsedi, benim için gösterdiği bunca çabanın karşılığında bir gülümseme bekler gibiydi.
Gülümsemedim. Konuşmadım. Tablolu, masalı bu çirkin odada, görevli kadının olduğu bu odada uygun düşmeyeceği için babamın adını anmadım.
Ben sigara dumanından öksürürken, olur mu diye sordu.
“Ne dersin, olur mu?”
“İyi insanlar. Sahiden normaller, hoşlar. Dernek hayatında aktifler. Bol bol spor yapıyorlar. Şu kadar insanız, böyle zamanlarda bu tür şeyler önemli. Bir arada durmak. Anlıyorsun, değil mi?”
“Greta’nın yanında kalmayı tercih ederim,” dedim sonunda.
Ama doğru değildi. Babamın yanına gidecektim. Zırhımı kuşanıp onu kurtaracaktım. Bunu bu kadar isterken, başka hiçbir şey mümkün değildi.
“Greta seni istemiyor işte. Ama şeyi bilmem lazım,” öksürdü, “buraya nasıl geldin? Anlatsana. Bak, anlatırsan rahatlarsın.” Durdu, sigarasından bir nefes çekip üfledi. “Başta çok zor gelse de, sonra daha iyi hissedersin.”
Her şey sustu. Pencereden dışarı, beyazlığa baktım. Dudaklarından çıkan her söz bana çarptı.
Bir hiç uğruna bu kadar laf, diye düşündüm.Aklıma bir fikir geldi: Kar güzel. Bütün o beyazlık. Bunu söyleyebileceğimi düşündüm. Deney niyetine. “Kar güzel.”
Sosyal hizmetler görevlisi buna bir şey demedi. Onun yerine, çok zor koşullar altında yaşayan çaresiz insanlara yardım ettiğini söyledi.
“O nerede,” diye sordum. “Babam nerede?”
Sigarasından kısa bir nefes daha aldı, uzun süre düşündü, öyle görünüyordu. İşaret parmağını sümenin üzerinde gezdirdi.
“Bir adın olmalı.”
Ayağa kalktı, dosya ve katalogların olduğu kitaplığa giderken eteği salınıp bacaklarına yapıştı, bir dosya aldı, kırmızı sırtlı bir dosya, oturdu, bana baktı.
“Sende Anna tipi var,” dedi. “Anna Bergström. Kulağa hoş geliyor,” dedi, bana bakarak.
Bakışları üzerime yapışmış gibiydi, ben yine dışarı, sanki beni bekliyor gibi duran bütün o kara baktım. Öyle gibi geldi. Beni bekliyor gibi.
Bir eve yerleştirildim. Sevinmeliymişim, öyle dedi sosyal hizmetler görevlisi. Sevinmeliymişim, öyle dedi Greta da bekleme salonunda.
“Daha iyi bir aile bulamazdın. Aile küçük bir sürü gibidir, birbirine bağlıdır, birbirini sever,” dedi Greta. “Sana bir sözlük vereceğim. Okuma biliyor musun?”
Okumak. Sürü.
Eve, babama gitmeliydim, biliyordum. Bildiğim tek şey buydu. Orayı bulacak, babamı eve götürecektim. Gelmek istemezse de geyik etiyle ayartırım, diye düşündüm.
Burada bekleyecektim, gelip beni alacaklardı. Onlarla çoktan temasa geçilmişti. Büyük ihtimalle benden daha küçük birini kafalarında canlandırmışlarsa da, sevinmişler. Birgitta el sanatları çekilişi için nakış işliyordu. Baba Sven - Greta bu kelimeyi, “baba,” söylediğinde, daha önce duymamama rağmen içim burkuldu – resim öğretmeniydi, köyde saygın bir yeri vardı.
Ağladım. Gözyaşlarım hem ılıktı hem soğuktu. Ilık olanlar babam içindi, onu bir daha asla göremeyecektim. Öyle miydi peki? Gerçek miydi bu? İçimi deştim, bir kez daha sordum: Babamı bir daha görebilecek miyim?
Soğuk gözyaşlarım her şeye rağmen bana sahip çıkıldığı içindi; köy için, el sanatları çekilişi içindi; akşam yemeği vaadi ve ailenin iki oğlan çocuğu içindi. Birbirimizden hoşlanır mıydık?
Büyümem gerektiğini anladım. Babamı hastanede ziyaret edebilmek için büyümeliydim.
“Nereli olduğunu son bir kez daha söylemeyi denesen, olmaz mı?” dedi kadın, güven verici bir ifade takınmaya çalıştı.
“Bilmiyorum,” dedim.
Greta oturup bekledi. Gerçekten iyi biriydi. Kararlaştırdığı saatte yola çıkmış olsaydı, şimdiye çoktan evinde olurdu.
“Haydi tuvalete git, yüzünü sil,” dedi.
Küçük bir odaya girdim, içeride aynanın çekimine kapıldım. Yüzüm diğer şeyler gibi yabancı değildi. Musluğu açtım, gözyaşlarımı yıkadım. Ellerimi uzun, çok uzun süre sıcak suyun altında tuttum, bütün bedenime yayılan sıcaklık iyi geldi, o zaman üşüdüğümü anladım. Hep öyle kalmak istiyordum, Greta sonunda kapıya vurdu, ben de dışarı çıktım. Zemini gri ve kırmızı benekli muşambayla kaplı odadan çıktım. Kapıyı şiddetle çarptım, sesi yankılandı.
“Kızdın mı?” diye sordu Greta.
Kanepeye oturdum.
“Benim adım Anna,” dedim.
“Ne güzel isim. Anna. Sana yakışıyor.”
“Sen artık gitsen ya,” dedim, yüzüne baktım. “Yeter artık herhalde. Burada daha bir şey yok.”
“Tabii,” dedi, paltosuna uzandı. “Hoşça kal, arkadaşım, eminim senin için her şey yoluna girecek.”
“Cehennem bu mu?” diye sordum birden. Aklıma nereden estiğini bilmiyorum.
Greta korktu, bunu gördüm. Onu ben mi korkutmuştum? Ama bilmek istiyordum, kolundan tutup sarstım.
Kolunu çekti.
“Yok,” dedi. “Cehennem bu değil.”
Gelip beni sosyal hizmetler bürosundan aldılar. Baba, anne ve oğulları Urban ile Ulf. Yüzlerine bakmaya cesaret edemedim, onlarla kalmayacağımı gözlerimden anlarlar diye korktum. Sandıklarının aksine beni aslında alamadıklarını anlarlar diye. Kırmızı kanepede oturup ellerime baktım. Ellerimi ne yapacağımı bilemiyordum, yalnızca baktım ellerime. Belki idare ederler, diye düşündüm. Yıkamama rağmen, hâlâ kanlıydı ellerim. Avucumdaki çizgiler boyunca koyu kırmızı uzanan, kurumuş kanın kokusunu aldım. Biraz tatlımsı, biraz yanıktı, beni sakinleştirdi.
Kara bir yorgunluk çöktü üzerime. Kenarları siyah ve kırmızı yorgunluğun içine yuvarlandım. Beni taşıdıklarını hissettim, bir çocuğu taşır gibi, dışarıda bekleyen arabalarına taşıdılar. Çok uzaklardan, Birgitta ile Sven’in beni arabanın arka koltuğunda oturan Urban ile Ulf’un dizlerine yatırdıklarını hissettim.
Üç gün üç gece uyudum. Uyandığımda bir yataktaydım. Ulf yanımda oturuyordu, yüzüyle gülümsüyordu ya da dudakları ve gözleriyle, ben uyurken gelen, tahlil için numune alan doktoru anlattı, sonra da iki şey söyledi: Gerçekten çok güzelmişim ve onun yanından ayrılmamalıymışım.
“Burada işlerin nasıl yürüdüğünü bilmiyorsun ya ondan, ben her şeyi biliyorum. Urban da çok şey biliyor, ama o biraz daha hisli, daha sessiz falan işte. Hem benim de bana yardım edecek bir kız kardeşe ihtiyacım var. Yapacak bir sürü işim var, tamam mı?”
“Ne gibi,” diye sordum.
“Onu sonra konuşuruz. Onları hep sonra konuşuruz. Unutma hiçbir şey bilmiyorsun.”
Karı düşündüm ve öfkelendiğimi fark ettim.
“Beni babamın yaşadığı eve götüremez misin?”
“Bunlar kolay iş,” dedi Ulf. “Sen bana asıl zor işlerde yardım edeceksin.”
Tekrar uyudum. Uykunun geldiğini gördüm, başımın içine dalıp bedenimden aşağı uzanan yeşil parmaklar gibiydi. Kımıldayamadım. Batıp döşeğin içinden geçtim, bir süre yatağın altında uzandım, tekrar yükselip tavanda süzülmeden önce, yatağın tahta tabanını ve toz yumaklarını gördüm. Ulf’a baktım, aşağıda, hâlâ yanı başımda oturuyordu. Kendimi gördüm, gözlerim kapalıydı. Oraya, olduğum yere inmeye çalıştım. Görüyordum işte, orada uzanıyordum. O yeşil beni geri çekti, denizin dibine dalar gibi kendime daldım.
“IOGT-NTO [1] hareketinin temel ilkeleri ve programı doğrultusunda elimden gelen gayreti göstereceğime yemin ederim. Yeminime bağlı kalarak hayatı ayık yaşayacağıma, alkol oranı 2,25’in üzerinde olan hiçbir alkollü içkiyi içmeyeceğime, sarhoş eden uyuşturucular ve başka zehirler de kullanmayacağıma söz veririm.”
Cemaat mırıldanarak yemini tekrar etti. Köyde ağzına içki sürmeyen çok kişi vardı, insanlar şehirden ve başka köylerden bile gelmişti. Baba Sven en önde ahşap rengi kürsüde oturmuş, bu cumartesi akşamı, içki karşıtlığı ve ayıklığın faydalarını beyan etmek için toplanmış cemaate bakıyordu. Sven’e “baba” demeye alışmıştım, fakat “babam” kelimesini bir sır gibi, içimde saklı tutuyordum. Birgitta ve oğlanlarla birlikte yeme içme işlerine bakıyordum. Birgitta bütün gün çörek pişirmiş, ben, Ulf ve Urban da bütün köyü kapı kapı dolaşmıştık. “İçkiden arınma zamanı,” diyordu Ulf, Urban onun arkasında duruyor, insanda ne dilerse hemen yerine getirme isteği uyandıran, o kendine has ifadeyle bakıyordu. Ben daha alışmamıştım, en geride duruyordum, sokakta, karda dikilip onları izliyordum ama yine de yanlarında olmamı istiyorlardı.
“Bir kızın varlığı daha ikna edici oluyor,” dedi Ulf, daha çok o konuşuyordu.
Dili kıvraktı, sert olmasına rağmen gözleri ve sözleriyle parlıyordu.
Biz IOGT-NTO’ya üye topluyorduk, aynı sokakta, papazın çocukları da Pentakostal Kilisesi’ne mensup kazandırma peşindeydi. Çoğu kişi ikisinde de vardı. İnsanlar ayık kalma yemini ya da Tanrı’ya bağlılıklarını beyan etmedikleri zamanlarda spor yapıyorlardı. Ormanda açılan kayak izinde kaymayı öğrenmiştim, uçmak gibiydi. Uçmaya benziyordu. Kar, kayaklar, kayak vaksı, ve haydi kaymaya. Kayaklarım için yaşadığım bile söylenebilirdi. En iyi arkadaşlarımın kayaklarım olduğu, iç içe geçtiğimiz, durum açıkça buydu. Kâğıt örtü serili uzun masaya, mümkün olduğunca sessizce plastik bardakları sıralarken, ne olduğunu anlamadan mırıldandığım içkiden uzak durma yemini gibi, öğrenmem gereken bir şey değildi.
Bir yerlerde babam vardı. Yaşıyor, nefes alıp veriyordu. Beni, kızını hiç düşünüyor muydu? Beni özlüyor muydu?
•
Linda Boström Knausgård
Helios Felaketi
çev. Ali Arda
Kıraathane Kitapları, 2020
s. 11-22.
[1] IOGT-NTO-Independent Order of Good Templar- National- templarorden - İsveç’in en büyük içki karşıtı örgütü (ç.n.)
GİRİŞ RESMİ
Linda Boström Knausgård