"Behçet Necatigil, isli çıraların ya da mumların titrek gölgesinde yazı uğruna tüketilen ömürleri de manzaraya dahil ederek sinematografik bir atmosfere taşıyor şiiri. Ve finalde, yazının, yazanın, birleştirme yahut bütünüyle ayırma fonksiyonu alıyor yerini."
09 Nisan 2020 19:12
Eli kalem tutuyor, işlek, yazması kolay.
Bastırınca dik, yazar kâğıtları yırtarak.
Tuttuğu dağlarsa çevresinde yağılar,
Vurur gider kendini yakarak.
“Eli kalem tutuyor” ifadesi, öteden beri olumlu bir anlam taşır bu memleketin bakir ve bereketli topraklarında. Artık arkasında Aydınlanma’nın karanlık taraflarına yaslanan sancılar mı yoksa dinin kavranışından gelen karıncalar mı vardır bilmiyorum ama girdabında kavrulduğumuz postmodern devirlerde bile aynalara yansıyan bu müspet görüntüde bir eksilme göze çarpmaz genellikle. Yazı ve türevlerini çağrıştıran bu benimseyiş ekseni, sadece yazıyı değil, yazanı da önemli kılar kendiliğinden. (Benim çocukluğumda, sokaklarda eski yazıyla yazılmış herhangi bir kâğıt parçası gören ihtiyarlar, önce öpüp başlarına, arkasından itina ile bir duvarın üzerine koyarlardı o matbu nesneyi. Okumayı pek beceremedikleri o kâğıt parçasının ilaç prospektüsü ya da eski harflerle basılmış Komünist Manifesto’nun herhangi bir formasından kopmuş olmasının zerre önemi yoktu. Besbelli ki, metinden ziyade, eski yazıyı teşkil eden harflerdi kutsanan.)
Oysa, ‘yazı’ burcunda derviş eskitmekle yetinmeyip ‘gurbet’ burcunda ‘hasret’ine eşlik eden ‘hikmet’ler tüketen Behçet Necatigil, hiç de pozitif bir merceğin odağına yerleştirmiyor terkibi. Gerçi ilk mısrada, birbirini tamamlayan üç nitelik bir araya getirilerek sanki övgülere kapı aralanıyormuş izlenimi veriliyor verilmesine de, ikinci mısraın sonuna özenle yerleştirilen “yırtma” efekti, beyhûde kılıyor gölgesinde bezginliği de barındıran umutları. Yırtılanın kâğıt olduğu düşünüldüğünde, aynı bezginliğin bir başka kıyısına kıvrılarak, eli kalem tutan kişinin veya kişilerin, yazının ana vatanı olması lâzım gelen zemine gereken itinayı göstermedikleri söylenebilir rahatlıkla. Kalemi dik tutup bastırınca kâğıtların, kâğıtlarla birlikte benzer incelikteki yüreklerin yırtılacağını, eli kalem tutan herkes, ilkokul günlerinden itibaren bilir ve bu nedenle kalemi dikkatli bir şekilde kullanmayı öğrenir öyle ya. Halbuki, (“ününde kimimiz”) dağları tutmak, yükseklere tırmanmak derdinde olan bu muhayyel arkadaş, esasen öylesine hoyrat davranmaktadır ki, çevresini kuşatan düşmanlardan yani yağılardan bile habersizdir. Kâğıtları yırtmaktan çekinmeyen bir insanın, aslında kendisini yakıp yıktığını fark etmesini beklemek nasıl mümkün olabilir ki zaten?
Tuttuğu... adam sen de! Yaz-boz tahtalarında
Törpü, alışır büyüklere bakarak.
Bir gün gelir bırakırsa
Yalama yazılarda başlar yazma yitimi.
Behçet Necatigil’in çok sevdiği tevriyelerden ya da istiarelerden biri var karşımızda sanki. “Tuttuğu” kelimesinin ilk dörtlükteki kullanımı ile ikinci dörtlükte tekrarı arasındaki belirgin fark ve bu farkın üç nokta ile sezdirilme biçimi ile hemen arkasına eklenen “adam sende” beyhûdeliği somut göstergesi bunun. Hele, “eli kalem tutmak” terkibinin tam karşı kutbunu temsil eden “yaz boz tahtaları”nın gündeme gelmesi, söz konusu kişinin / kişilerin hiç de müspet olmayan tutumuna yeni bir gönderme olarak okunabilir. Şiirin ilk kez 1960’da Maya dergisinde yayımlandığı ve Dar Çağ kitabına alındığı düşünülürse, Behçet Necatigil’in o yıllarda birisine / birilerine, hakkında şiir yazmayı düşünecek kadar içlenip içerlediği söylenebilir bu vesileyle. “Törpü” kelimesinde gizlenen ve ilk dizeyle birlikte ikinci dizeye eklenmesi de mümkün görülen örselenmişliği öngören anlam zenginliği, hem “büyükler”e bakılarak alışılan birtakım şeylerin, hem de “yaz-boz tahtaları”nın ayrılmaz bir parçası anlaşıldığı kadarıyla. Necatigil’in daha sonra Taşlı Yol şiirinde de kullanacağı, “Bir gün gelir bırakırsa / Gün gelir bırakır” mısraı, doğrudan doğruya dörtlüğün son dizesine hazırlık gibi de okunabilir çok fazla zahmet çekilmeden. “Yalama yazılar” ve “yazma yitimi,” yazıya yönelik olumsuzluklar manzumesini zirveye taşıma kabiliyetine sahip bu açıdan bakıldığında. Hani şiir burada bitse, çok da fazla yadırganmazdı muhtemelen. En azından, Behçet Necatigil terbiyesini taşralı değirmenlerden devşiren bu satırların yazarı tarafından...
Güdük göçük yapılar yükselir çabuk,
Kimi boş meydanlarda parlar saman alevi.
Kalan ne, kalkınca kayırmalar aradan,
Kuruyunca cilâsı kasap süngerlerinin?
İlk mısra, bir gecekondu tasviri sanki. Hani kimilerinin, “üç beş kerpiç biriket, iki çürük tahta, iki göz bir dam, biter bu hafta” diye tanımladığı gecekondu faaliyetinin güdüklüğü ve göçerliği çok da yabancımız değil elbette. Bizi bir miktar ya da iki miktar daha yaban kılan, bunun yazıyla kaim bir dünyaya aksettirilme biçimi sadece. Her türlü temel bilgiden yoksun kimilerinin, (“Ne de kolay hacı, hancı olduğu”) eşdostahbapçavuşonbaşıüsteğmen desteğiyle bir yerlere gelmelerine / getirilmelerine yönelik tepki, görünürlük kazanıyor bütün boyutlarıyla. Üstelik, eşdostahbapçavuşonbaşıüsteğmen desteği, kimselerin göze çarpmadığı yani kimilerinin kendince hüküm pişirip devşirdiği meydanlarda “saman alevi” kadrajındadır öteden beri. Hani Andy Warhol, “Herkes günün birinde 15 dakika da olsa şöhreti tadacak” demişti ya postmodernizme hazırlık aşamasında, bahse konu olan buna benzer bir düş kırıklığı galiba. Eşdostahbapçavuşonbaşıüsteğmen türünden birileri “kayırıyor” esasen “saman alevi”nden başka bir şey olması mümkün görünmeyen sazendeleri de, “kayırmalar kalkınca aradan” sâzendelerin ve hânendelerin durumu ne olacaktır acaba? “Kasap süngerleri” metaforu, yeterince açık değil mi hakikaten?
Yansır yitik yaşamalar yalnızlığı
Çekili şifrelerde gergin gergefler üstüne.
Söyler pürtük ellerde bir stigma
Kuş tüylerinde miydi, yoksa katı kerpiç.
İtiraf etmekte hiçbir sakınca yok, şiirin beni en çok zorlayan dörtlüğü bu. Yörüngesi özenle belirlenmiş bağlamı bir kenara bırakarak, doğrudan kendine dair bir olguya dikkat çekip gözler önüne sermek mi istiyor acaba Necatigil? Böyle bir tavır Necatigil terbiyesine aykırı olduğuna göre, başka bir şeyin peşine düşmüş olmalı ve bu peşine düştüğü şey de, kalem tutmayı bile beceremeyenlere ve buna rağmen meydanları dolduranlara yönelik kırgınlığa, içlenmeye bağlanmalı mutlaka. “Yitik yaşamalar yalnızlığı” ifadesini alnına yakıştırırken, bir meyhane masasından dışarı bakıp, “Şimdi çağıma içerledim” mi diyordu acaba sahiden de Necatigil? Yoksa, en yakınla bile konuşulamayacak şeylerle dolduğu için mi bardak, “yitik yaşamalar yalnızlığı” gelivermişti gündeme? Bilinmiyor, bilemiyoruz, bilinmeyecek de. Hem daha sonra Kilim şiirinde bütün “çok çiğ çağ” çığlığıyla karşımıza çıkacak olan “pürtük” ve “kerpiç” kelimelerinin işi ne orada? Doğrudan bakınca, hiçbir metaforun birbiriyle ilgisi yok gibi görünse de, “stigma” ve “kuş tüyleri” taşkınlıkları önlemeye gayret ederek bir bakıma derleyip topluyor şaşkınlıkları. Her ikisi de yazı ve yazma kültürüyle ilgili çünkü. “Stigma”yı leke yahut damga olarak düşündüğümüzde de değişmiyor durum aslında. Neticede katı bir kerpiç işte!
Uzar gelir Çin setlerinden yazı
İsli çıra, mumlar, gölgesi titrek.
Birleştirir, ayırır
Eli kalem tutmak.
Eli kalem tutanlar, eli kalem tutmaya yeltenenler, yaz-boz tahtaları önünde eskiyen ellerinin kalem tuttuğunu sananlar bir şekilde Çin’e düşürürler yollarını. O esnada yollarıyla birlikte yönlerini şaşıranları, kervanlarını Çin Seddi’nden dahi aşıranları, yaban yaşantıların kıyısına tutunup bardağı taşıranları sezdirme çabası gizli belki de bunun gerisinde. Yazının tarihi kabul edilmesi kadar, o olağanüstü kaligrafik harflerin coğrafyası olması da büyülü hâle getirir bu yolculuğu. İpek Yolu, Çin seddi, baharat, mimari gibi unsurlar da işin içine girdiği için, yazının Çin’den başlayarak sürdürdüğü seyahat bambaşka bir anlam kazanır kendiliğinden. Behçet Necatigil, isli çıraların ya da mumların titrek gölgesinde yazı uğruna tüketilen ömürleri de manzaraya dahil ederek sinematografik bir atmosfere taşıyor şiiri. Ve finalde, yazının, yazanın, birleştirme yahut bütünüyle ayırma fonksiyonu alıyor yerini.
Boşuna mı, “Ve birisi seninle aynı yerde yalnızsa, öğün hakkındır” mısralarının altındaki Behçet Necatigil imzasını zerre yadırgamıyoruz?
•