Bir zamanlar Selahattin Hilav diye birisi vardı

“Türkiye’de kaç aile, bilhassa hemen her şeyin ‘devrimler’in gölgesinde filizlenip çiçeklendiği 30’lı yıllarda, çocuğuna Latin harfli yeni Türkçe ile birlikte Arap harfli eski Türkçeyi de öğretmiştir acaba? Hem de Fuzuli Divanı’nın en çetin ceviz metinlerinden Gül Kasidesi yahut Cevdet Paşa’nın neredeyse unutulmuş bulunan kitabı Kısas-ı Enbiya üzerinden. Babası Mehmet Mihri Bey’deki –şiirden edebiyata, felsefeden spora, müzikten tarihe uzanan– ufuk genişliği, Selahattin Hilav gibi bir insanın yetişmesine imkân hazırlayabiliyor demek ki.”

06 Ağustos 2020 17:16

–g.g. için, daima–

1.
“En büyük etki, aile çevresi; bilgilenme, ilgi ve özen; önce gidiyorsunuz, her çocuk gibi, ilkokulda okuma öğreniyorsunuz. Aynı zamanda babam bize, bana ve kardeşime (...) eski yazı öğretmeye başladı. Orada da söylediği bir şey var. Çok hoş ve çok doğru olduğu da yıllar sonra ortaya çıktı. ‘Şimdi’ dedi, ‘çok canın sıkılıyor belki biliyorsun, eski yazı, hiç anlaşılmaz şeyler; hep Fuzuli Divanı’nı okutuyor o zaman. Yani alfabeden falan başlamadık ama sonra bunun faydasını göreceksin (...) Bir iki sene sürdü babamla okumalarımız. Sonra şiir, Fuzuli okuttu fakat başka bir şey okutmadı. Baki en büyük şair derdi; ama ondan okutmadı. Bir de düzyazı, nesir olarak, Cevdet Paşa’nın Peygamberlerin Hikâyeleri’ni (Kısas-ı Enbiya) okuttu biraz.”[1]

Türkiye’de kaç aile, bilhassa hemen her şeyin ‘devrimler’in gölgesinde filizlenip çiçeklendiği 30’lı yıllarda, çocuğuna Latin harfli yeni Türkçe ile birlikte Arap harfli eski Türkçeyi de öğretmiştir acaba? Hem de Fuzuli Divanı’nın en çetin ceviz metinlerinden Gül Kasidesi yahut Cevdet Paşa’nın neredeyse unutulmuş bulunan kitabı Kısas-ı Enbiya üzerinden. O kadar da değil üstelik, o devirde annenin ut çalması neyse ne de, ablanın operalara merak salması, bizim ufaklığın da Fuzuli Divanı’ndan başını kaldırdıkça omuzuna keman yaslaması yadırgatıcı hakikaten. Aynı dönemde İstanbul Yüzme İhtisas’ta başlayan ve giderek profesyonel bir nitelik kazanıp rekorlarla beslenen yüzme, atçılık, avcılık, atletizm de cabası...

Gerçi altı yedi sene çaldıktan sonra, “Virtüoz olacak hâlim yok” diyerek kemanı bırakıyor ama evdeki pikaptan Beşinci Senfoni, radyodan Şerif İçli ve Hakkı Derman dinlemeyi ihmal etmiyor asla.[2] “Bugün sanat müziği denen şey, arabeskidir alaturkanın” diyebilecek ölçüde de farkında yaşanan değişimin. Dolayısıyla, Fatih’te düşe kalka ilk adamlarını atıp yazları Florya ya da da Küçükyalı’ya taşınan bir çocukluğun, sonunda Büyükada’da kendisine farklı bir yörünge edinmesi çok da şaşırtıcı değil; şaşırtıcı olan, böyle yetişen bir insanın bunların üzerine inşa ettiği birikimin mahiyeti sadece.[3]

2.
İsmini hatırlayan, kitaplarını okuyan, Türkiye’nin sosyalizm yahut felsefe tarihindeki yerinden haberdar olan kaç kişi kalmıştır bilmiyorum ama Selahattin Hilav’dan, onun yetiştiği aile ortamından söz ediyorum dilimin döndüğünce. O koşullardan Selahattin Hilav’ın çıkması son derece doğal elbette bugünden dönüp geriye baktığımızda, doğal görünme ihtimali hayli kuşkulu bulunan ise hem kız hem de erkek çocuklarına bu bereketli iklimi sağlayan baba Mehmet Mihri Bey. Musul’da dünyaya gelen Kürt entelektüel Mehmet Mihri Bey, Fatih Medresesi’nde müderrislik yapacak ölçüde iyi yetişmiş bir din âlimi çünkü. Klasik bilgilerimize göre, böyle bir babanın çocuklarını tam tersi bir yörüngede yetiştirmesi beklenir öyle ya.[4]  

Fransızca, Arapça ve Farsçayı gayet iyi bilen, pek çok kitabın altında imzası bulunan Mehmet Mihri Bey, Cumhuriyet’le birlikte medreseler kapatılınca hukuk tahsil edip müderrisliği ölçüsünde başarılı bir avukat olarak çıkıyor karşımıza bu kez. Kürt siyasal hareketiyle bağlantısı dolayısıyla sık sık başı belâya girse de, mahkemede Said Nursi’nin avukatlığını üstlenmekten kaçınmayacak kadar da prensip sahibi bir insan.[5] Kendisi yirmi yaşından sonra Türkçe öğrendiği hâlde, iki oğluna ve üç kızına, bu topraklarda çok az insana nasip olacak hayli kapsamlı entelektüel bir zemin hazırlayan Mehmet Mihri Bey, böyle bir baba işte.[6]

Muhtemelen bu işin genetik bir formülasyonu yahut kodu yok fakat şiirden edebiyata, felsefeden spora, müzikten tarihe uzanan ufuk genişliği, Selahattin Hilav gibi bir insanın yetişmesine imkân hazırlayabiliyor demek ki.[7] Bu aile atmosferine, orta okulda Rıfat Ilgaz, lisede Nurettin Topçu, Salim Rıza Kırkpınar, Hakkı Süha Gezgin, üniversitede Hilmi Ziya Ülken, Takiyettin Mengüşoğlu, Mazhar Şevket İpşiroğlu, Halil Vehbi Eralp, Macit Gökberk gibi hocaları da ekleyin isterseniz. ‘Dört tarafım derya, içim dışım deniz’ iklimleri bir başka ifadeyle...

3.
“Aslında biliyorsunuz” diye söze başlıyor Selahattin Hilav, “solcular genellikle işe şiir ve Nâzım Hikmet okumakla başlarlar, çünkü fikir diye bir şey yok, felsefe kitabı yok, ufak tefek şeyler var ama onlar da yasak” diye devam ediyor ardından.[8] Türkiye’deki sol romantizmi bundan daha iyi özetleyen bir cümle çarpmadı gözüme bugüne dek. Öyle felsefe filan gibi ağır işler pek uygun değildir zira bu toprakların insan potansiyeline. Pulitzer’in Felsefenin Temel İlkeleri bile birkaç forma sonra sıkıntıyla bir kenara fırlatılmıştır umumiyetle. Oysa, Selahattin Hilav öyle yapmıyor, “Şiirin verdiği güç yetmiyor insana, o bir hazırlıktır, başka yere yöneltir insanı. Ben de işte ondan sonra, ‘bu işin aslı nedir’ deyip felsefeye yöneldim.”[9]

Gene bu topraklar özelinde düşündüğümüz takdirde, felsefe, genellikle zaman kaybı olarak değerlendirilir pek çok kişi tarafından. İbni Sina, İbni Rüşd ve Gazali gibi derinlikli isimlerin ertesinde içtihad kapılarının birbiri ardına kapanması dolayısıyla, tasavvuf dışında kayda değer bir felsefe geleneği bulunmayışı da bir başka sebebidir bu bakış açısının.[10]Gene de şanslıdır Selahattin Hilav, İstanbul Erkek Lisesi’nde Sorbonne’da felsefe doktorası yapıp gelmiş Nurettin Topçu çıkacaktır zira karşısına. “O zamanlar Maurice Blondel’in aksiyon felsefesini savunuyordu. Ders vermesi çok hoştu. Mesela bir şeyden bahsederken, Flaubert geçer, Madam Bovary’den bahseder. Ama ilgisi var anlattığı şeyle. İyi yetişmiş bir adam.”[11]     

Buna rağmen, “Babamdan öğrendiğim şiir dışında, öğrenmek istediğim hiçbir şeyi alamadım” diyecektir Türkiye’de karşısına çıkan hocalardan söz ederken.[12] Bunun sebebi, hocaların kifayetsizliğinden ziyade, devrin koşullarının yarattığı boğucu atmosferdir. Bu atmosfer dolayısıyla, hocaların bildiklerini aktarmaları son derece zordur çünkü. “Üniversiteye geldiğimiz zaman bunu çok açık görüyorduk. Hilmi Ziya Bey (Ülken) gibi bir hocanın ne çektiğini bilirim ben” cümlesinde ifadesini bulan hayal kırıklığı biraz da bunun neticesi zaten. Selahattin Hilav, şu sözlerle daha da detaylandırıyor bahse konu hayal kırıklığını:

“Hegel yok mesela. Ama ne yapsınlar? Hegel yasak değil ama ona pek kıymet vermiyorlar. Ya da belki, daha öncekileri verelim de, bu kadar netameli bir adama girmeyelim diyorlar (...) Schopenhauer’in filan pek sözü geçmezdi. Tabii Marx falan hiç yok. Feuerbach falan. Öyle bir şey yok. Hilmi Ziya Bey’in XX. Asır Filozofları diye bir kitabı vardır. 1944’te çıkmıştır. O çok iyi, müthiş bir kitaptır. Onun en sonunda Lenin’in bir makalesi var: İdealizmden materyalizme diye, onu çevirmiş, sonuna kadar, Russell var, başkaları var.”[13]

4.
Bütün bunlar bir araya geldiğinde, felsefenin ana vatanına yani Batı’ya gitmekten başka bir çıkış yolu varlığını görünür kılmaz Şark ufuklarında. Tam da üniversite yıllarında ucundan bucağından bir kenarına iliştiği “ya alkol olmasaydı” iklimleri, bu hicret öncesinde bir tür tutunma çabası yahut direniş gibidir aslında. Hemen her akşam Lambo yollarına düşülmesi, biraz bundandır belki de. Gerçi polis, Lambo’daki hesap defterleri aracılığıyla kimin gelip gittiğini zahmet çekmeden tespit ve takip etmektedir lâkin yapacak fazla bir şey de yoktur dönemin tabiatı icabı. Hesap defteri de ne mi? İçkinin parasını peşin ödeyebilen çok az kişi olduğu için veresiye defteri tutuyor esasen bir kimyager olan Lambo: 

“Orhan Veli ile tanışmam Metin Eloğlu aracılığıyla oldu. Çünkü o Metin’i çok seviyordu. Metin’in ilk şiirleri de Yaprakdergisinde çıkmıştı. Geldiği zaman, ilk Metin’i arardı (...) Akşamüzeri Rıfat Ilgaz’dan Cahit Irgat’a kadar; Metin, başkaları, genç şairler; Orhan Veli de geldiği zaman oraya uğrardı. Ama Oktay Rifat ile Melih Cevdet gelmezlerdi (...) Kız arkadaşlar da vardı. Leyla, Leyla Erbil de gelirdi. Sonra Güner, Güner Kuban. Bir nevi toplantı yeri. O zaman bugünkü gibi yerler yok.”[14]

Alkol, bu toprakların entelektüel dünyasının ayrılmaz bir parçası olarak çıkıyor her dönemde karşımıza. Alkole verilen kurbanların oranı Fransa, Rusya veya İngiltere ile kıyaslanmayacak kadar az olmakla birlikte, işte “rakı şişesinde balık” olmaya soyunan bir Orhan Veli yahut “içindeki bir başkasının susuzluğunu dindirmek istercesine içen” Cahit Sıtkı da parçalı bulutlu bir yöresinde duruyor zihnimizin. Muhtemelen bu yüzden, içkiden söz edildiğinde, “Dünyanın en güzel şeyi. Bir kere bu memlekette yaşama olanağı sağlıyor insana, yoksa katil olur insan” diye söze davranıyor Selahattin Hilav ve şöyle devam ediyor:

“Ben esas olarak yirmi beş yaşından sonra Paris’te çoğalttım içkiyi. Ama gitmeden önce de Metin Eloğlu’yla içerdik, Edip [Cansever] de sonra bize katıldı, Edip otuz yaşından sonra içmeye başladı. Orhan Peker, Kuzgun Acar, Mücap, Ömer Uluç (...) Oktay (Rifat) dört taneden fazla içmezdi (...) Akşam içerdi bir de, öğlen içmezdi. Bunlar öğlen fasulye filan yerlerdi. Allah kahretsin, hiç sevmem fasulyeyi, nefret ederim. İçki içmeden yemek yemek en nefret ettiğim şeydir. On dakikada bir şey yiyip masadan kalkılır mı? Ayıp!”[15]

5.
Bohemin sağladığı teselli imkânlarına rağmen, asıl özgürlük ortamı için Paris yıllarına kadar beklemesi gerekecektir Selahattin Hilav’ın. 1954’teki ilk gidişinde iki ay kalıp dönse de, sonraki gidişinde kararlıdır artık. Sorbonne’da, estetik hocası Étienne Souriau’ın kürsüsünde Lukács’ın Roman Teorisi üzerine tez hazırlıkları yaparken, TKP üyesi olduğu gerekçesiyle bursunun kesilmesine ve “Derhal Türkiye’ye dön!” ihtarına rağmen vazgeçmez kararından. Bir süre sonra bir lokantada iş bulup çalışmaya başlar, gazete dağıtır, kitap paketler ve bir şekilde sürükler Medar-ı Maişet Motoru’nu. Lambo’ya benzer bir mekânın müdavimleri arasına katılmakta da fazla müşkülpesent davranmaz tabii ki. 1967’de Seine Nehri’ne atlayarak intihar eden Orhan Karahan’la birlikte, neredeyse her akşam, Pouillet’dedir artık. Pouillet’in gediklilerinden birisi de Jean Genet’dir üstelik.[16] Sorbonne’un yanı sıra Fransız Komünist Partisi’nin İşçi Üniversitesi’ne de devam etmektedir Hilav. Henri Lefebvre, Roger Garaudy üniversiteden, Lucien Goldman ise Le Select’ten arkadaş zincirine katılanlardan birkaçıdır sadece.[17]

1958’de babası Mehmet Mihri Bey’in ölümü üzerine doktorasını yarım bırakarak İstanbul’a dönmek zorunda kalır ne yazık ki. Güneş Karabuda’nın arabası ile önce Marsilya, oradan da vapurla İstanbul. Rıhtımda bekleyen yakın arkadaşı Attila Tokatlı ile beraber doğrudan Park Otel’e tırmanmaları tuhaftır gene de. Her zamanki masasında memlekete ve edebiyata çeki düzen veren Yahya Kemal, gençleri karşısında görür görmez, “Ooo,” diyecektir o her zamanki teatralliğiyle, “Paris’ten geliyorsunuz belli, Paris kokuyorsunuz.” Yahya Kemal, bildiğimiz Yahya Kemal’dir işte! “Daha sonra şiir filan konuştuk. O Verlaine diyor, ben de Rimbaud deyince bir öksürme tuttu. Anlayamadım. Üstad cevap vermek istemediği şeyler duyunca böyle yaparmış meğer.”[18]

Peki ama Sorbonne’da felsefe doktorasında hayli mesafe almış bir insan ne yapacaktır Türkiye’de?

“Ben, kurulu düzenden tiksinen bir insanım. Resmiyet, kural, hiyerarşi, mizacıma uygun değil. Bunun için, resmi kurum ve kuruluşlardan uzak durdum. Yaşam tarzım da kalıplar içine girmeye elverişli değil. Delikanlılığımdan beri ilgi duyduğum düşünce dünyası da, resmi ideolojinin tamamen karşıtı (...) Bunun için de özgürlük içinde çalışmak; ‘ortalarda görünmek’tense kenarda durup üretmek daha uygun bir davranıştı. Yurda dönünce gazetelerde çalışıp geri kalan zamanımda felsefe ve edebiyat çevirileri yapmaya; incelemeler ve denemeler yazmaya koyuldum.[19] Ayrıca, nesnel bir durum da söz konusu. ‘Komünistliğim’ ve ‘soIculuğum’dan ötürü zaten resmi kurum ve kuruluşlarda görev almam pek söz konusu değildi.”[20]

Gazetecilik, ilk adımda bulunmuş bir çözüm yolu gibidir. Önce Tercüman, ardından Son Havadis, derken Vatan’ın Dış Haberler Servisleri’nde BBC’den veya Fransız radyolarından yapılan tercüme haberlerlerin satırları arasında, hemen fark edilen belirgin bir emeği vardır Selahattin Hilav’ın. Kendi ifadesiyle, çevre ve maddi şartlar da hiç fena değildir memleketin o devirdeki imkânlarına göre. “Spor yazarı ama gerçek bir yazar” olan İslam Çupi mesela, bu yılların armağanıdır: “İslam’la Edip Cansever’i tanıştırmıştım. Edip, İslam’ın yazılarına hayran. Hatta ona, ‘sen, büyük bir futbol şairisin’ diyor.”[21]

6.
Şevket Süreyya Aydemir, Sabahattin Selek, Cemil Meriç, İsmet Bozdağ, Hulusi Dosdoğru, Sencer Divitçioğlu, İdris Küçükömer, Oğuz Atay, Halit Refiğ, Metin Erksan, Cevat Çapan, Hilmi Yavuz ve tabii ki Selahattin Hilav. Suadiye ile Şaşkınbakkal arasında kalan Alan Sokağı’ndaki Alan Apartmanı’nın giriş katında bulunan ve yıllardır Kemal Tahir Vakfı levhasını taşıyan evin konuklarından sadece birkaçı. Misafir listesini uzatmak, Bülent Ecevit’ten İsmail Cem’e bir dizi siyasetçiyi de listeye eklemek mümkün elbette. Pek çok açıdan birbiriyle çelişme yahut çatışma potansiyeli gösteren bu insanları bir araya getiren isim unutulacak gibi değil ama: Kemal Tahir.[22]

Selahattin Hilav da, Paris’ten döndükten sonra, memleket entelektüelleri arasında ve üzerinde çok az insana nasip olacak belirgin bir tesire sahip bulunan Kemal Tahir çevresindeki “Tahirîler”e katılacaktır. “Yahu yine yanılmışız arkadaş” mottosuyla Marksizm dahil herhangi bir itiraz zemini gözetilmeden benimsenip ezberlenen her şeyi sorgulayan Kemal Tahir, bilhassa tutunacak sağlam bir dal arayan gençler için gerçek bir cazibe merkezidir o devirde: “Aziz Nesin’le Kemal Tahir yakınlar. Kemal Tahir’le onun aracılığıyla tanıştım. Beyoğlu’nda ‘Bacı’ diye bir yer vardı, sahibi bizim Sencer’in (Divitçioğlu) akrabasıydı galiba. Orada bir akşam Kemal ağabeyle beraber olduk. Ondan sonra Taksim’e kadar çıktık. Karşıda oturuyordu Kemal ağabey. Dostluğumuz devam etti. Hayatımı her açıdan etkilemiştir. Özellikle düşünsel açıdan. Çünkü bambaşka bir bakışı var.”[23]

İşte o bambaşka bakış açısının çoktan unutulup giden temel meselelerinden birisi, başta Osmanlı olmak üzere Doğulu toplumların Marx’ın ünlü beşli şemasına uymadığı gerçeğiydi. Bu tür toplumlarda feodalitenin bulunmayışı, Marx ve Engels’in de dikkatini çekmişti aslında ve Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) kavramı da böyle çıkmıştı ortaya zaten. Sencer Divitçioğlu, İdris Küçükömer, İsmail Cem ve Selahattin Hilav, Kemal Tahir’in önderliğinde ATÜT üzerine çalışmaya başlamış ve hayli de mesafe almışlardı doğrusunu söylemek gerekirse. Kemal Tahir’in Devlet Ana’sı, İdris Küçükömer’in Düzenin Yabancılaşması, Sencer Divitçioğlu’nun Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, İsmail Cem’in Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi gibi eserleri, bir bakıma, ATÜT’ün enine boyuna teorize edilmesi anlamına geliyordu. Kemal Tahir’in gündeme getirdiği kitap ve makaleleri Fransızca ve İngilizce’den çevirip o güzelim Türkiye Defteri dergisinde yayımlayan da Selahattin Hilav’dan başkası değildi.[24]

7.
Gazeteciliğinin yanı sıra, yabana atılması mümkün olmayan bir de ansiklopediciliği var Selahattin Hilav’ın.[25] Adnan Benk tarafından derlenip toparlanan o ünlü Meydan-Larousse ekibinde yer alması, başka bir dünyanın kapılarını da aralayacaktır kendisine. Çünkü Adnan Benk, muhtelif nitelikleriyle sıradışı bir insandır: “Adnan, Türkiye’nin yetiştirdiği üç dört gerçek entelektüelden biridir. Kendi alanındaki bilgisi eşsizdir. Fransızcası, dil bilgisi, tarih bilgisi, lengüistik, sadece Fransızca değil, genel kültür. Mesela müzikle çok yakından ilgisi var. Çok güzel keman çalıyor, sonra ressamlığı var. Çok hoş çizgi desenci olan ve resim kültürü olan bir insan. Çok sağlam bir dostluğu var. Mizah duygusu eşsiz. Yani haklı olarak hemen her şeyle alay eden bir insan. Katiyen genel ve yaygın düşüncelere itibar etmeyen bir insan.”[26]

Kemal Tahir’in evinde şöyle uzaktan gördüğü ama bilhassa 60’l yılların hemen başındaki Olaylar dergisi teşebbüsü esnasında yakından tanıdıktan sonra izini kaybettiği bir dostu ile de Meydan-Larousse döneminde, yeniden karşılacaktır. Hilav’ın, “Hoş bir insan, biraz içine kapanık. Yüzüne baktığınız zaman, gözlerinde, bakışlarında, geniş ve güçlü bir hayal dünyası olduğunu hissediyorsunuz. Size baktığı zaman sanki bir başka yere bakıyor gibi ya da başka bir yere bakarken size bakıyor gibi” sözleriyle tanımladığı bu genç insanın adı Oğuz Atay’dır. Tutunamayanlar ile TRT Roman Armağanı’na değer görüldüğü için ismi bir miktar bilinse de cismi konusunda fikir sahibi olan yoktur pek fazla. TRT jürisinde yer alan Adnan Benk, Tutunumayanlar’daki farklılık ve birikim dikkatini çektiği için Meydan-Larousse ekibine dahil etmiştir zaten Oğuz Atay’ı.

Selahattin Hilav’ın Oğuz Atay’ı sevmesinin tek sebebi, Türk romanına o güne dek görülmemiş yeni bir perspektif getirmesi değildir sadece, kitaplarına da yansıyan “müthiş mizah gücü,” bir başka nirengi roktasıdır bu dostluğun. “Nitekim” diyecektir Tutunamayanlar’dan söz ederken, “bu kitap çıktıktan sonra, uzun süre geçmeden büyük bir etki göstermeye başladı, ilgi çekti. Hakikaten, bugün de Türk edebiyatının kavşak noktalarında yer alan bir kitaptır. Daha sonra yazdıkları da öyle. Bizim edebiyatımızda rastlanmayan, çok ilginç, sıradışı bir yazardı.”[27]

8.
Türkiye’de okumuş geçinen kesim tarafından ‘Kırtipil’ denilerek sürekli küçümsenen, CHP milletvekili olduğu hâlde CHP’liler tarafından her fırsatta aşağılanan, zihinsel mekanizmaları denetim altına alan ‘sağcı-solcu, ilerici-gerici’ gibi tasnif ve taltif amaçlı kelimelerin konforunun arkasına gizlenenler tarafından unutuşun karanlık sularına mahkûm edilen Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, sosyalistler arasında ilk fark eden isimlerden birisi de Fethi Naci ile birlikte Selahattin Hilav’dır. Üstelik, Tanpınar’ın ısrarla üzerinde durduğu temel meseleleri, daha 1973 yılında yani ‘Kırtıpil’in ismini kimselerin anmadığı bir dönemde görmesi hiç de zor olmamıştır:

“Ahmet Hamdi Tanpınar, Batı-Doğu sorununu derinlemesine yaşayan ve düşünen bir yazar. Batı-Doğu çatışması içinde, Türk toplumunun yüz elli yıldır yaşadığı bunalım, maddî-manevî değer kargaşası ve kültür kaybı, Tanpınar’ın biricik konusu. Ama işin ilgi çeken yanı, Tanpınar’ın birçok yazar ve düşünürden farklı olarak kolay bir çözüm yolunu benimsemeyişi. Tanpınar, kapitalizmin darbesi altında ufalanan geleneksel Asyaî-Osmanlı-Türk toplumunun maddî ve manevî parçalanışına, bir kültür yokluğuna mahkûm oluşuna çare ararken, yıllardır ileri sürülen ve genellikle kabul edilen ideolojik reçetelere kanmıyor.”[28]

1973’te Yeni Ortam gazetesinde yayımlanan Tanpınar Üzerine Notlar başlıklı makalede yer alan bu satırlar, önemli bir tartışmayı da getirecekti beraberinde. Hilav’ın Tanpınar’a ilişkin görüşlerine en sert tepkiyi ise bir başka felsefeci, Hilmi Yavuz gösterecekti. Bilhasssa, Hilav’ın Huzur yazarının üretimden söz ettiğini hatırlatarak, “Tanpınar’ın sınıf sorunu diye bir şey bilmediğini söylemek de pek doğru değil. Sadece, yazarımızın, bu kavramı, fikir ve sanat dünyasına temel taşı yapacak kadar geliştirmemiş olduğunu ileri sürebiliriz” türünde sözler söylemesi tepkisini çekmişti Hilmi Yavuz’un. Tanpınar’ı, belirli bir dünya görüşüne yani sosyalizme yakıştırılmasına itiraz ediyordu çünkü.

Her iki yazar da farkında değildi ama Ahmet Hamdi Tanpınar, 1927 yılındaki Türkiye Komünist Partisi davasında ‘komünist’ suçlamasıyla gözaltına alınıp bir hafta nezarette tutulanlar arasındaydı. Selahattin Hilav ile Hilmi Yavuz’un bunu bilmesi mümkün değildi, zira, Tanpınar, özellikle Necip Fazıl ve Peyami Safa’nın duymasından korktuğu bu gerçeği, bütün ömrünce gizlemişti. Günlükleri yayımlandıktan sonra ortaya çıkan bu ilginç detay, o tartışmanın seyrini ne ölçüde değiştirirdi bilemiyorum ama Harbiye İhtiyat Zabit Mektebi’nde bir hafta süreyle devletin yakın ilgisine tanık olan genç Tanpınar’ın neden bu kadar çok çekindiğini tahmin edebiliyorum bir miktar. Düşünülmeli ki, Necip Fazıl bu bilgiden mahrum bulunduğu hâlde, büyük bir pervasızlıkla, Tanpınar’ın Edebiyat Fakültesi’ni komünist yuvasına çevirdiğini yazabilmişti Büyük Doğu’da.[29]

9.
Öyle ya, 2002’nin başları ya da ortaları olmalı. Nâzım Hikmet’in 100. doğum yılı dolayısıyla başlayan tartışmalar devam ediyor, her kafadan bir ses çıkması neyse ne de, gürültüden patırtıdan da geçilmiyordu. Şiirden, edebiyat tarihindeki yerinden, kişiliğini sarıp sarmalayan hoyratlıklardan söz eden yoktu tabii ki. Ben de önce Nâzım Hikmet’in kız kardeşi Melda Kalyoncu, sonra da Nâzım Hikmet’in oğlu Memet’i emanet etmekten çekinmediği Türkiye Komünist Partisi’nin son genel sekreteri Nabi Yağcı / Haydar Kutlu ile birer söyleşi yaparak katılmıştım kervana. Arkasından da Selahattin Hilav’ı arayarak, Türkiye Defteri’ndeki Nâzım Hikmet Üzerine Notlar yazısından hareketle bir röportaj yapmak istediğimi söylemiştim. O günlerde Kitaplık dergisinde yayımlanan yazısında yer alan şu satırlar da bir başka sebepti benim açımdan:

“Gazetelerde ve televizyonlarda Nâzım’ın aşkları en önemli konu genellikle. ‘Aşk’ diye adlandırıldığı ve sunulduğu manken-futbolcu-arabeskçi-göbekçi ilişkilerine kitlenmiş olan magazinci kafası Nâzım’ın eşsiz mısralarında dile getirdiği ve ilk bakışta, herkesin yaşadığına benzer gibi görünen aşkların, belki de, devrimci ideallerin sevilen kadınlardaki tenleşmesi ve yansıması da olduğunu hayal bile edemiyor.”[30]

Nedense bu satırlar ziyadesiyle tedirgin etmişti beni. Piraye, Münevver ve Galina’nın yarı yolda bırakılmışlıklarını, “devrimci ideallerin sevilen kadınlarda tenleşmesi” olarak yorumlamak mümkün müydü sahiden de? O kadar birikime rağmen mesele kadına gelince, Selahattin Hilav’ın da ‘erkeklik’ damarı kabarıyor ve ‘erkeksi’ perspektifini gizleme gereğini bile duymuyordu demek ki. Bu bakış açısına sahip bir insanın, Piraye, Münevver ve Galina’nın çektiği çileleri ve yaşadıkları hayal kırıklıklarını umursamadığı ortadaydı. Bu üç kadından hiçbirinin Nâzım Hikmet tarafından örselenmişliklerini, “devrimci ideallerin sevilen kadınlarda tenleşmesi” biçiminde değerlendirdiklerini düşünmek mümkün değildi bana göre.

Ne var ki, yapamadık röportajı. Galiba o günlerde başlamıştı hastalığı, “Hastayım, maalesef söyleşi yapamıyorum” diyerek zarif bir biçimde geri çevirdi talebimi. Dolayısıyla, “devrimci idealerin sevilen kadınlarda tenleşmesi” kördüğümü de öylece kalıverdi ortada. O günden bu güne, feminist arkadaşlar dahil, bir başkasının da bu sözlere itiraz ettiğini yahut eleştirdiğini duymadım. Gazeteci dostlarından Mehmet Seyda’nın, Selahattin Hilav’ı anlatırken kullandığı şu ifadeler, açıklayıcı olabilir mi acaba:  

“Kapalı çevre çocuğu olan Selahattin her gencin uğradığı ergenlik bunalımlarını adeta doğal bir serüven gibi yaşar ve geçiştirir. Derken sıra Nişantaşı’ndaki kızlı erkekli çay partilerine gelecek ve o kadar baskıda tutulmuş cinsel içgüdüler rahatlıkla boşalma olanağına kavuşacaktır. Durdurabilene aşkolsun...”[31]


[1] Selahattin Hilav’la Konuşmalar, Hazırlayan: Selahattin Bağdatlı, YKY, İstanbul 2012, s. 14-15

[2] Kardeşi Necmettin Hilav, ağabeyine göre keman konusunda daha istikrarlı çıkacak ve ‘virtüoz olacak hâlim yok’ bahanesinin gerisine gizlenip erkenden terk etmeyecektir sahneyi. Öyle ki, yıllar içinde ‘konser verecek’ ölçüde bir icra yeteneği kazandığı için Cemal Reşit Rey’in de dikkatini çekecektir. Cemal Reşit Rey, orkestraya almak istese de, Merkez Bankası’nda çalışan Necmettin Hilav, provalara gelemeyeceğini belirterek reddecektir bu teklifi.  a.g.e. s. 17

[3] Çocukluğunda ve ilk gençliğinde Selahattin Hilav üzerinde etkili olan isimlerden birisi de dayısı İlhami Güneysu. Paris’te yaşadığı dönemede dayısına yazdığı 55 mektubun ilki 5 Aralık 1954, sonuncusu ise 29 Temmuz 1957 tarihlerini taşıyor. Sema Rifat tarafından, Yüksel Aslan’a yazılmış olanlarla birlikte bir araya getirilip kitaplaştırılan mektuplar, bu ilginç ilişkinin boyutlarını da koyuyor ortaya.  Selahattin Hilav ve Paris Mektupları, Hazırlayan: Sema Rifat, YKY, İstanbul 2006

[4] “Babam benimle ‘siz’ diye konuşurdu. Kız kardeşlerimle de öyle. ‘Siz’ derdi, ‘sen’ demezdi. Ayrı bir şey bu. O günkü gelenek öyle. Bey çocuğu çünkü. Aşiret çevrelerinde böyle bir nezaket vardır.” Selahattin Hilav’la Konuşmalar, Hazırlayan: Selahattin Bağdatlı, YKY, İstanbul 2012, s. 26

[5] Selahattin Hilav, babasıyla pek fazla tartışmadıklarını söylese de, Mehmet Seyda aynı kanaatte değil: “Baba oğul bu tartışmalara kendilerini o kadar kaptırırlar ki, zavallı anne yukarıda, ‘bunlar kavga ediyorlar’ sanarak üzülür ve ağlar. İşte öyle; bu sigaya çekişler, bu sınavlar, üniversitede parlak bir öğrenci olan Selahattin’i babasının karşısında daha sağlam basmaya, sorunları daha derinden inceleyip akıllıca yerli yerinde cevaplar vermeğe, bunlar üzerinde sürekli kafa yormağa iletir.” Mehmet Seyda, Edebiyat Dostları, Kitaş Yayıncılık, İstanbul 1970, s. 246

[6] Mehmet Mihri Bey hakkında geniş bilgi için Seîd Veroj’un yazısına bakabilirsiniz.

[7] Bu sadece Selahattin Hilav için değil diğer aile fertleri açısından da geçerli. Birlikte keman öğrenmeye başladıkları kardeşi Necmettin, mimar ve mühendis sıfatıyla Merkez Bankası’nda önemli bir konuma sahip mesela. Coğrafya öğretmeni olan abla Lamia Hilav, Kadıköy Kız Koleji müdürlüğünü yapıyor. Diğer abla, Süheyla Hilav ise tanınmış bir avukat.

[8] Selahattin Hilav, Entelektüeller ve Eylem, Hazırlayan: Sema Rıfat, YKY, İstanbul 2008, s. 102

[9] İstanbul Lisesi’ndeki edebiyat hocaları arasında Tahir Nejat Gencan, Hakkı Süha Gezgin ve Salim Rıza Kırkpınar’ı sayıyor Selahattin Hilav. Salim Rıza’nın, derste divan edebiyatından beyitler okurken mesela, Nâzım Hikmet’ten bazı şiirleri de ağzından kaçırdığını söylüyor. Beyazıt ve Üniversite Kütüphanesi’nde her nasılsa toplatılmaktan kurtulan birkaç Nâzım Hikmet kitabı yetişecektir bir süre sonra imdadına. Selahattin Hilav’la Konuşmalar, Hazırlayan: Selahattin Bağdatlı, YKY, İstanbul 2012. s. 25

[10] “İbni Sina, Farabi, Gazali gibi önemli sayılabilecek felsefi gelenek kapatılmıştır. Bu durumda felsefe diye ya da düşünce diye okutulan şey tamamen dogmatik, formel bir bilgidir. Şimdi böyle bir yerden gelen bir insanın, Batı’daki, temeli Antik Yunan’a dayanan, Rönesans’la yeniden hayat bulan ve Descartes’lardan geçen felsefeden söz ediyoruz, bunun yanında siyaset bilimi var, hukukçular var, bunları kavraması çok zor. Hemen hemen imkânsız.” a.g.e. s.78

[11] a.g.e. s. 25

[12] a.g.e. s. 26

[13] a.g.e. s. 27

[14] a.g.e. s. 31

[15] Selahattin Hilav, Entelektüeller ve Eylem, Hazırlayan: Sema Rıfat, YKY, İstanbul 2008, s. 111

[16] Selahattin Hilav’la Konuşmalar, Hazırlayan: Selahattin Bağdatlı, YKY, İstanbul 2012, s. 36-37

[17] a.g.e. s. 38

[18] a.g.e. s. 39

[19] Selahattin Hilav’ın iki evliliğini de gazeteci ailelere mensup insanlarla yapması son derece ilginç ve çarpıcı aslında. Paris’e gitmeden önce Alev İpekçi ile kısa süren bir evliliği var Hilav’ın. Döndükten birkaç yıl sonra ise gene bir gazeteci aileye mensup Çiğdem Talu ile evlenmesi, belki de gazetecilğe yönelik ilgisinin bir sonucudur. 

[20] Selahattin Hilav, Felsefe Yazıları, YKY, İstanbul 2008, s. 406-407 (Hilav, Cumhuriyet ideolojisinin hemen her şeyi yanlış algıladığı ya da çarpıttığı kanaatindedir. Bunların en önemlisi de Aydınlanma kavramıdır: ”Aydınlanmayı elektrik filan zannediyor bunlar, lambaya dokunuyorsun açılıyor. Bunlar laik ve Batıcı tamam ama bunun Aydınlanmayla alakası yok ki. Ayrıca Aydınlanmacı ‘herkes ille de laik olsun’ demiyor, bir de o var. Herkes kendi dinini seçebilir, Voltaire deist’tir, Rousseau da deist’tir. Hegel’i de Aydınlanmacı zannediyorlar, oysa dünyada Hegel kadar Aydınlanmacıları eleştiren yoktur.” Entelektüeller ve Eylem, Selahattin Hilav, Hazırlayan: Sema Rifat, YKY, İstanbul 2008, s. 106)

[21] Selahattin Hilav’la Konuşmalar, Hazırlayan: Selahattin Bağdatlı, YKY, İstanbul 2012, s. 40

[22] Geleceği Elinden Alınan Adam: Oğuz Atay isimli kitabımda, Kemal Tahir’in evindeki meclislerden birisini detaylandırmaya çalışmıştım.  Merak eden çıkar belki diye bu bilgiyi iliştireyim dedim dipnot hanesine.

[23] Selahattin Hilav’la Konuşmalar, Hazırlayan: Selahattin Bağdatlı, YKY, İstanbul 2012, s. 41

[24] Türkiye’de ‘yabancılaşma’ kavramından ilk söz eden isim de Selahattin Hilav’dı. Fakat kavramın ele ayağa düşmesi karşısında çileden çıkmıştı: ”’Karıma yabancılaştım’ diyor adam. Ne alakası var bunun? Bizim memleket böyledir, bir kelimeyi atarsın ortaya, ondan sonra Allah muhafaza. Memleketin kültür seviyesinin içine düşüyor zavallı. Orda artık başına ne gelir, bilinmez.” Entelektüeller ve Eylem, Selahattin Hilav, Hazırlayan Sema Rifat, YKY, İstanbul 2008, s.111

[25][Meydan-Larousse’un] Hazırlıklarını yapanlar çoğu bizim üniversite hocalarımız; Halil Vehbi Eralp, Sabri Esat Siyavuşgil, daha başka hocalar. Her branşta ayrı hocalar var. Yalnız, Meydan-Larousse’un çevirisi başlarken kartoteks yapmayı düşünmemişler. Halbuki Fransızcada A harfiyle başlayan bir sözcüğün Türkçesi Z ile başlayabilir. Ayrıca bunun terimlenmesi gerekiyor. Dolayısıyla işler biraz karışmış, karmakarışık olmuş. Sanırım onlar, bir, bir buçuk sene çalışmışlardı, biz fiilen gelip çalışmaya başlamadan önce. İşler karışınca bırakmış eski ekip. Bırakınca bu işin sahibi, aynı zamanda Yeni Sabah gazetesinin de sahibi olan Safa Kılıçlıoğlu soruşturuyor, kim altından kalkabilir, kim yapabilir diye. Yakınları Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı eski doçenti Adnan Benk’i öneriyorlar. Adnan Hoca, ‘Ben kendi grubumu, çalışma arkadaşlarımı belirlerim, ancak o şekilde olur,’ diyor.” Selahattin Hilav’la Konuşmalar, Hazırlayan: Selahattin Bağdatlı, YKY, İstanbul 2012, s. 97   

[26] a.g.e. s. 99

[27] a.g.e. s. 99

[28] Selahattin Hilav, Edebiyat Yazıları, YKY, İstanbul 1993, s. 123-124

[29] Geç Kalan Adam, Sefa Kaplan, Doğan Kitap, İstanbul 2013, s. 160-161

[30] Selahattin Hilav, Entelektüeller ve Eylem, Hazırlayan: Sema Rifat, YKY, İstanbul 2008, s. 55

[31] Mehmet Seyda, Edebiyat Dostları, Kitaş Yayıncılık, İstanbul 1970, s. 244. (Memleket erkekleri, birikimleri, ideolojileri ne olursa olsun konu kadına gelince tel tel dökülüyor ne yazık ki. Selahattin Hilav’ı anlatan şu sözler de Mehmet Seyda’ya ait: “Üniversite büyük düşlerle, 1950-51 birincilikle ders yılı sona erer. Peşinden üç yıllık bir başıboş yaşayış dönemi gelir bastırır. Kısa bir evlilik süresi bu dönemi renklendirir diyelim. Diyelim, çünkü ötedenberi oradan oraya gezmekten, dolaşmaktan, meyhanelerde tatlı edebiyat söyleşilerine katılmaktan katılmaktan hoşlanmış genç bir adam için evlilik bir ayakkabıdır o sırada.” a.g.e. s. 246)

(Selahattin Hilav ile ilgili bazı kaynaklara ulaşabilmem için büyük çaba gösteren  sevgili dostum Fahri Dilekcan’a teşekkür ederim.)