“İyimserler ve kötümserler, geleceğin onlara ne getireceğinden her nasılsa çok emin oldukları için iyimser ve kötümserler. Oysa geleceğin bize ne getireceğini bilemeyiz. Bu bilememek hâli de iki ruh durumunu tetikliyor: Kaygı ve umudu.”
11 Şubat 2021 20:30
Türkçe edebiyatın genç kalemleri arasında Birgül Oğuz’un ayrı bir yeri, kendine yonttuğu, kurduğu, açtığı bir “istasyon”u var. Fasulyenin Bildiği (2007) ve Hah’ın (2014) ardından nihayet İstasyon (2020) okuruyla buluştu. Her zaman olduğu gibi sakince, kulaktan kulağa, okurdan okura duyuluyor sesi.
İkimiz iki başka adadayken yaptık bu söyleşiyi. İçine belki biraz mesafe, biraz özlem, biraz iyot kokusu karışmış olabilir. İstasyonların anlamını kazmaya çalıştık. Nefes ve anlam istasyonlarının...
Fasulyenin Bildiği bir öyküler kitabıydı. Hah ve İstasyon ise “anlatı” veya “novella” denebilecek ama sınıflandırması kolay olmayan “metin”ler. Bir metni yazmaya başlamak nasıl gerçekleşiyor Birgül Oğuz için? İstasyon’u yazmaya nasıl başladın? Nasıl bir yazma-çalışma süreci yaşadın?
İstasyon’u üç yılda yazdım. İlk bir buçuk yıl anlatının sesini, tonunu, sözcük haznesini, dil ve çağrışım yordamını keşfetmekle geçti. Deniz (hikâyemin kahramanı) benmişim gibi günlük tuttum. Deniz’in başkalarına söylemiş olabileceği şeyleri, ilk gençlik anılarını yazdım. Kısacası, hikâyeme koymayacağım ama hikâyemin sesini bulmama yardımcı olacak bir sürü ıvır zıvır yazdım. Bunların bir faydası oldu mu, bilmiyorum, ama umarım olmuştur, çünkü boş yere mi yapıyorum bunları diye içim içimi yiyordu zaten, bari bir işe yaramış olsunlar. Bir yandan da başlangıç denemeleri yapıyordum ve bu başlangıçların hemen hepsi bir iki gün içinde, en fazla bir haftada canlılığını yitiriyordu. Oysa hikâyeyi biliyordum, nerede başlayıp nereye gideceğini, önemli esnalarını, son cümlesinin nasıl bir duygu uyandıracağını; ama hiçbir işe yaramıyordu bunları bilmek, hatta belki de bilmesem daha iyiydi. Bir süre sonra “nasılsa bu da ölecek” diye takatsiz, hevessiz başlangıçlar yazmaya başladım.
2019 Mayısında arkadaşım Marie (Silkeberg) ile Tiyatro Medresesi’ne gittik. Medreseye ilk gidişimizdi, büyülendik. Günler ışıkla yıkanmış gibiydi, Efes harabelerini yıllar sonra yeniden görmek bizi çok etkiledi, duyguyla dolup taşıyorduk, ikimiz de yazınsal arayış içindeydik ve çok konuşkandık. Bir sabah çok erken bir saatte, medresenin güzel kütüphanesinde dupduru bir zihinle İstasyon’un ilk sayfalarını yazdım. O kadar canlıydı ki o sayfalar gözümde, benden uzun ömürlü olacaklarından zerre kuşkum yoktu. İşte bu yersiz inanç bana yapışıp kaldı ve yaklaşık bir buçuk yıl boyunca peşimi bırakmadı. Bu sayede her gün yazdım. Özellikle kitabın ilk yarısında çok zorlandım. Etrafımda berbat bir çözümsüzlük havası yarattım. Beklediğim gibi gitmeyen şeyler gittikçe artıyordu. Aylarca üzerine çalıştığım ve iyice detaylandırdığım bir sürü pasajı metinden çıkarmak zorunda kaldım, çünkü hikâye onları istemiyordu, ama onlarsız hikâye neye benzeyecekti, en ufak bir fikrim yoktu ve artık biraz kızgındım da. Bu karamsarlık ve memnuniyetsizlikle yazmaya devam ettim. Salgının ilk haftalarında uzun kır yürüyüşlerine çıkmaya başladım, yorgunluktan bitap düşünceye kadar yürüyordum. Hikâyemle ilgili çok önemli bir şeyi o yürüyüşlerden birinde aydınlığa kavuşturduğumda hikâye de ben de rahatladık ama bu sefer de aylar süren bir duygu sağanağında kaldım. 2020 Ağustos sonunda İstasyon’u yazmayı bıraktım ama ondan tamamen ayrılmam yine bir iki ay daha sürdü.
Genelde anlayamadığım şeyleri anlayabilmek için yazı masasına otururum ama öncesinde yazı masasına oturmamak için her yolu denerim çünkü bir şeyi anlamamın tek yolu onu yazmaksa, o anlamam gereken şeyin beni dağıtma ihtimali de az değil demektir. İstasyon’da da aynen böyle oldu. Dağılmak korkusu ve arzusuyla yazdım. Neyi anlamaya çalıştığımı yine hikâyenin sonlarına doğru idrak ettim.
Her metninle kendi çıtanı bir daha yükseltiyorsun. Mükemmeliyetçi bir kaleme sahip olduğun anlaşılıyor. Yazarın mükemmel metin üretme gayreti okurdan neleri gizlemeye neden olur? Metnin kendini yazardan da saklayan tesadüflerini söküp atmak, sterilize etmek tehlikesini barındırmıyor mu bu hassasiyet?
Evet, maalesef mükemmeliyetçi bir yanım var. İçimde bir şey mükemmel bir şey yaratmanın hem mümkün hem arzu edilir olduğunu sanıyor ve gerçekten de çok yanılıyor. Kendimle ilgili değiştirmeyi en çok istediğim şeylerden biri bu, inan abartmıyorum, biraz hödüklük gibi geliyor çünkü bana. Mükemmeliyetçilik metnin iç zamanını yersiz müdahalelerle bozabilir, kesinlikle pasaklı kalması gereken yanlarını sterilize edebilir, estetik buluşlara ket vurabilir, metni cansızlaştırabilir. Öyle az buz bir tehlike de değil bu. Çalışkanlıkla mükemmeliyetçilik arasındaki ayrım her zaman belirgin olmuyor. Eh, farkında olmak da her zaman yetmiyor. Çalakalemliği de yüceltecek değiliz… En güzel çare, yazdıklarını okuyup seni uyarma zahmetine katlanacak uyanık arkadaşlar yine.
İstasyon bir komün evinde geçiyor. Orada yalnız bir yaşam sürmeye alışmaya çalışırken “Arkadaş” olarak bir köpek çıkageliyor ve ardından da bir çocuk. Ana karakterimiz çocuktan çok köpekle daha yakın bir ilişki kurabiliyor. Yahut onların ona yaklaşımının da bunda etkisi olabilir. Tanışmak ile arkadaşlık ve dostluk arasındaki sınırları neler belirliyor sence? Birbirine iyi gelmek ne anlama geliyor?
Arkadaş, Deniz’e iyi geldi çünkü Deniz bir başkasının huzurunda da yalnız kalınabileceğini, kendi kalabileceğini Arkadaş’la öğrendi. Sürekli karşılık vermek, eğlemek, ihtiyaç gidermek, duygudaşlık beslemek, özdeşleşmek, alacaklı ya da borçlu, saldırgan ya da saldırı altında hissetmek gerekmeden de birlikte var olunabilir. İki varlık, iki özgün varoluş (otantisite), özgünlüklerinden feragat etmeden, o iki özgünlük arasında birbirlerine yer açabilir. Birlikte aynı havayı solumak, birlikte aynı resmi seyretmek, birbirine eşlik etmek bu bence. Arkadaş ve Deniz arasında böyle bir arkadaşlık doğdu. Tabii bu Arkadaş sayesinde oldu, Arkadaş insan değil köpek olduğu için, Deniz dünyayı ve şeyleri kendi varlığının uzantısı gibi görürken Arkadaş’ın gözünde dünya (ve tabii Deniz de) baştan ayağa özgünlük olduğu için.
Arkadaşlıktan anladığım bu: Bir başkasının huzurunda yalnız olabilmek. İnsanın öylece başına gelen bir şey değil bu, aktif bir parçası olduğu, sorumluluğunu üstlendiği, özgürlük ve denklik temeli üzerine inşa edilen bir deneyim. Örneğine nadiren rastlanılıyor. Çünkü “tanışıklıklar” herhangi bir sevgi ve cömertlik boyutu kazanamadan, arkadaşlığa dönüşemeden korkunç bir beklenti ve yansıtma denizinde kaybolup gidiyor.
“Olur, dedim, gelirim” rahatlığıyla hareket ediyor ana karakterimiz ve hızla hazırlanıp yola çıkıyor. Mekân değiştirmek konusunda metnin yazarının yaşam pratikleri ne kadar belirleyici oldu metinde? Yola kolay mı çıkarsın? “Davranışının kaynağına belirsiz bir gelecekte varacağın” duygusuyla mı hareket edersin?
Davranışımın benim için karanlıkta kalan, anlaşılmaz bir yanı varsa, evet; eylemi önceleyen, onu tetikleyen nedenle eylem gerçekleştikten sonra (belirsiz bir gelecekte) karşılaşacağıma inanırım. O karşılaşmadan çok korkarım, ama aynı zamanda neyle karşılaşacağımı şiddetle merak ederim, sonra merak galebe çalar. Pek ideal bir durum değil, ama bazı şeyler de böyle oluyor işte, ne yapalım.
Deniz yola kolay mı çıkıyor, belki de öyle yapıyor, ama o kadar da emin değilim. “Olur, gelirim” derken bence rahat değil, sadece hızlı. Sezgileri çok yüksek ve keskin, yer değiştirmesi gerektiğini tam bir kesinlikle seziyor. Ama nedenini bilmiyor. Nedeni anlamak için beklemiyor da; cesur ya da gözü kara olduğundan değil, beklemenin düşüncesi bile yok onda. Deniz’in hikâyenin en başında yola çıkmadan hemen önceki ruh durumunu, o sıkışmışlığı ve sonucu her ne olursa olsun o sıkışıklıktan çıkma dürtüsünü anlar gibiyim aslında. Aslında iyi bir şey yapıyor, ama ideal bir şekilde yapmıyor bunu. Öyle bir durumda ben de benzer bir hızla yola çıkabilirdim. Ama dedim ya, hiç ideal bir yer değiştirme, bir yola çıkış değil bu. Dürtüsel bir kere, o yüzden de hareketin iç şiddeti yüksek, sağduyu ve sakinlikten uzak ama duygulu da değil, hatta duygusal anlamda boş. Neyse, bilmiyorum, çok karışık.
Coğrafi açıdan bir adada geçiyor İstasyon. Başkentteki bir ada. İstanbul senin için başkent mi? Yoksa başkentinde ada olan başka bir coğrafya mı vardı zihninde?
Başkent-ilçe ayrımını kullanarak aynı anda hem her yer hem hiçbir yer olabilecek bir coğrafya yaratmak, bunu yaparken de her şeyi olabildiğince basit tutmak istedim. Zaten hikâyem için asıl önemli olan adaydı; iklimi, sessizliği, insana hem güven hem sıkıntı veren küçüklüğü, içe kapanıklığı. Bir başka önemli mesele de adanın şehre mesafesiydi. Hikâyede iki ada var aslında, biri başkente çok uzak, diğeri çok yakın. İstasyon’da önemli bir yeri olan ev, başkente yakın olan adada; sıradan bir yolcu motoruyla yarım saatlik bir mesafede. Söz konusu başkent de bayağı bildiğimiz başkent; gayet kalabalık, hareketli bir yer (ve İstanbul değil). Edebiyatta ada anlatılarında adanın dışa tamamen kapalı, anakaraya çok uzak, aşırı yalıtılmış hâli çeşitli nedenlerle ön plandadır. Ama Deniz’in bulunduğu adadaki yalıtılmışlık rahatça aşılabilir bir yalıtılmışlık, oradaki mahrumiyetler rahatça aşılabilecek, tercih edilmiş mahrumiyetler. Bu farkı hem çok seviyorum hem hâlâ üzerine düşünüyorum.
Tabii şu da var: Hikâyemin belli bir ülke, şehir, dönemle ilişkilendirilmemesi için çok çaba gösterdim. Onu bir ayla gibi saran ruh durumundan başka bir şeyi işaret etmemesini istedim.
“Özsaygı kalbime iyi geldi” noktasına birkaç kez yeniden dönülüyor. Bireysel ve toplumsal açıdan hem tarihe hem geleceğe bakışımızın karardığı bir dönemde özsaygıya sarılabilmek ne kadar mümkün olabilir?
Galiba Terry Eagleton’ın İyimser Olmayan Umut’unun giriş bölümünde okumuştum bu cümleyi: “Tüm umutların suya düşmesi bile total umutsuzluktan yeğdir.” Kim kimden aktarmış, yazarın kendisi mi söylüyordu bunu, yoksa başka kitap mıydı, hatırlamıyorum şimdi. Ama cümle bu hâliyle aklımda yer etti. Özellikle 2015 yazından bu yana sık sık söyledim kendime.
Sana katılıyorum, geçmişe ve geleceğe bakışımızın karardığı bir dönemdeyiz. Ortalık gerçekten de mi kararıyor, yoksa (pek sanmıyorum ya) biz mi görme bozukluğu içindeyiz, emin olamıyorum. Bence iyimserlik ve kötümserlik ekseninin dışına çıkmak, iyimserliği de kötümserliği de geçersizleştiren bir alanda kalmak daha iyi. İyimserler ve kötümserler, geleceğin onlara ne getireceğinden her nasılsa çok emin oldukları için iyimser ve kötümserler. Oysa geleceğin bize ne getireceğini bilemeyiz. Bu bilememek hâli de iki ruh durumunu tetikliyor: Kaygı ve umudu. Durumun gerçekten vahim olduğunu kabul ettiğimizde kaygıya ve umuda kapılırız. Kaygı ve umut birbirine çok benziyor. İkisi de geleceğin ne getireceğini bilmiyor. İkisi de huzursuz, tedirgin, teyakkuzda. İkisi de belirsizliğe (geleceğe) bir beklenti yansıtıyor ve bunu aktif bir biçimde, bir tercihte bulunarak (iyi bir şey mi beklenecek kötü bir şey mi?) yapıyor. Geleceği düşünürken umutlu ya da kaygılı olmayı gayet rahat anlıyorum, ama iyimserlik ve kötümserliğe hiç aklım yatmıyor doğrusu.
Özsaygıyı öne çıkarmayı, ona sarılmayı, onu tercih etmeyi de bir hayatta kalma sanatı/stratejisi gibi görüyorum. Benlik değerlerimiz başkalarının bizim hakkımızda ne düşündüğüne çok bağlı. Bağımsız, gerçek anlamda otantik özneler olarak yaşayamıyoruz. Çoğu zaman dışarıdan nasıl göründüğümüz hakkında en ufak bir fikrimiz bile olmuyor. O gencecik, kibirli haliyle “Özsaygı kalbime iyi geliyor” deyip bir şakağına bir kalbine işaret parmağıyla ikişer kez vuran çok bilmiş kahramanım Deniz de pek çok bakımdan bu çoğunluğa ait. Ve onun kurtuluşu da özsaygıdan geçiyor. Özsaygıya sarılabilmenin ne kadar mümkün olduğunu kendimize sorarkenki depresifliğimizde bile bir farkındalık, bir umut ve elbette kaygı var. Çünkü durumun vahametinin farkındayız, yalnızca toplumsal anlamda değil bireysel anlamda da müthiş bir değer kaybı yaşıyoruz, birlikte yaşama kültürümüz ve kendimize duyduğumuz saygı tehdit altında, bir erozyon var ve dolayısıyla imkân kolluyoruz, bir çıkış imkânı.
“Bir uğraş, bir istikamet ve anlamla düzenli temas; güvence altına alınması gereken bu.” Parçalanma ve dağılma ve sürekli yeniden formuna dönme rutinine mahkum olduğumuz bu çağda... Bunu “güvence altına” almak mümkün mü? Yolları neler olabilir?
Güvence altına almak mümkün mü, sanmıyorum. Zaten meselemiz de bu olamaz. Çok iyi özetledin; parçalanma ve dağılma ve sürekli yeniden formuna dönme döngüsü içinde yaşıyoruz. Ama bunu bir mahkûmiyet değil bir özgürlük gibi görmek de mümkün. Bilmiyorum, çok mu abartıyorum, ama mesela “çözülmek” (parçalanarak dağılmak) yeniden ve bambaşka bir biçimde örgütlenmenin (bir araya gelmenin, forma dönmenin) önkoşulu olarak görülemez mi? Bu cümleyi –“bir uğraş, bir istikamet ve anlamla düzenli temas; güvence altına alınması gereken bu”– oldukça tedirgin bir şekilde söyleyen Deniz dağılmaktan çok korkuyor, o yüzden her şeyi güvence altına alarak dağılma riskini bertaraf etmeye çalışıyor, sanki bu mümkünmüş gibi. Dağılmaktan sadece Deniz değil hemen hepimiz çok korkuyoruz, sürekli kaçınmaya çalışmaktan ne takat kalıyor ne mutluluk, ama bir kere dağılıp geri toplayınca o kadar da kötü bir şey değilmiş yahu, diyoruz.
Lâfı uzattım: Bir uğraş, bir istikamet ve anlamla teması güvence altına almayı hemen hepimiz çok isterdik ama maalesef alamayız. Anlamla düzenli temas istiyorsak sürekli çaba göstermemiz lâzım; ömür boyu, anlamın bizim için artık hiçbir anlama gelmeyeceği zamana kadar. Çünkü anlam gerçekten de gökten yere zembille inmiyor; onun için uğraş vermek, sebatla çalışmak, sevilmek değil sevmek iradesiyle emek vermek gerek. Zaten üzerine düşünülmüş iyi ve anlamlı hayatlar kolay oldukları için iyi ve anlamlı değiller. Söylemesi kolay, biliyorum. Yapabiliyor muyum? Hiç zannetmiyorum. Yapabilene rastladım mı? Evet, ama çok az. Bunu nefes alıp verir gibi yapabildiklerini güçlü bir biçimde hissettiğim yazarların metinlerine çok düşkünüm.
İstasyon’da, Hah’ta açıkta bırakılan bazı noktalar da netleşiyor. Mesela “anne” meselesi gibi. Yazmak ile kişisel tarihin arasında bir temize çekme ilişkisi olduğundan bahsedebilir miyiz?
İstasyon, Hah’ın devamı değil; Hah’ta açıkta bırakılmış bir şeyi netleştirmek gibi bir derdi, niyeti olmadı. Kişisel tarihimde yazdığım metinlerin çok önemli bir yeri var. Ama tersi doğru mu, yani metinlerimde kişisel tarihimin çok önemli bir yeri var mı, emin değilim ve emin olmamam iyi mi kötü mü gerçekten bilmiyorum. İstasyon ve Hah’ta hemen her metinde bulacağımız kadar otobiyografik öge var. Ama bu onları ne kişisel tarihimin uzantısı kılıyor ne de onun temize çekilmiş bir versiyonu.
İstasyon’u henüz okumamış olanlara “spoiler” vermeden sormaya çalışacağım: Edebiyat, resmin yapamadığı canlandırmayı; resim de edebiyatın ulaşamayacağı görselleştirmeyi taşıyor. İstasyon’u yüz sayfalık bir tablo gibi okumak mümkün. Edebiyat ve resim ilişkisine nasıl yaklaşıyorsun?
İstasyon’daki resimsellik Deniz’in her şeyi derinlemesine görme isteği ve becerisiyle koşut olarak bu kadar ön planda. Bazen ben de şaşırıyorum, nasıl yapabiliyor, nasıl bu kadar ileri gidiyor, şuradan şuraya bir adım atamazsın o farkındalıkla. Deniz de zaten sürekli bir duraklama hâlinde. Bazen onun âna, dışarıya, başkalarıyla da paylaştığı gerçekliğe tutunabilmek ve hayatta kalabilmek için böyle bir beceri geliştirdiğini düşünüyorum. Duraklıyor, bakıyor. Gördüklerini dilin ve bilincin alanına çekip oraya ait kılmak için muazzam bir çaba gösteriyor. Bu çaba aynı zamanda onu da gördüklerine, yani dışarıya ve başkalarıyla paylaştığı gerçekliğe ait kılıyor.
Arkadaşım Güzin (Ayan) İstasyon’un ilk taslaklarından birini okuduğunda bana Deniz’le ilgili hiç üzerine düşünmediğim bir şeyi, Deniz’in duraklamalarında ve şeylere bakışında yaslı bir yan olduğunu söyledi. Sonra da “Çarmıhın Durakları” (Stations of the Cross) denen, genelde on dört imgeden oluşan, İsa’nın tutuklanıp çarmıhta ölüşüne kadarki sürede durduğu önemli durakları temsil eden resimlerden söz etti. Deniz’in hikâyesinin İsa’yla, onun çarmıha gidişiyle herhangi bir ilgisi yok tabii. Ama “İstasyon” sözcüğünün benim için yalnızca hikâyedeki istasyon evi değil başka türlü bir duraklamayı da ifade etmeye başlaması bu konuşmadan sonra oldu. Kitabımın adını da o gün arkadaşım sayesinde bulmuş oldum.
İstasyon’un yüz sayfalık bir tablo olarak da okunabileceğini duymak çok güzel. Yazarken edebiyat ve resim ilişkisi üzerine düşünmüyordum. Ama tabii senin sözünü ettiğin o resimsel pasajlarda “bakış”ın (Deniz’in bakışının) bakılan şeyin parçası hâline geldiğinin farkındaydım. Deniz’in iç dünyası baktığı her şeye yansıyordu ve oradan dönüp geri bakıyordu bana. İzlenimci resimlerdeki gibi. Edebiyat da resim de özünde gerçeklik ve temsil ilişkisini araştırdıkları için çok yakınlar birbirine. İzlenimcilerin bu estetik buluşu da (bakışın resme onu belirleyen dinamik bir öge olarak dâhil edilişi) bana hep edebi gelir. Daha doğrusu edebiyatla resim arasında çarpıcı bir sınır deneyimi gibi.
Fasulyenin Bildiği (2007) ve Hah’ın (2014) ardından nihayet İstasyon 2020 sonunda okurlar buluştu. Kitapların arasındaki bu uzun aralıkların nedeni nedir? Tembellik? Yavaşlık? Uzun demleme? Yeni bir Birgül Oğuz metni okumak için yine 7 yıllık bir döngüyü mü bekleyeceğiz?
Herhalde üçü birden. Biraz obsesifim, o da var, oyun oynamaya başlamadan önce oyuncaklarımı belli bir düzene göre dizmeye kalkışabilir, sonra dizmek işinde kaybolup oyunu erteleyebilirim. Tabii bir de alt üstlük dönemlerinde yazmaktan uzaklaşıyorum. Fasulyenin Bildiği’nden sonra da Hah’tan sonra da hayatımda iyi ve kötü çok fazla alt üstlük oldu. O rüzgârlar dinmeden masaya oturamadım. Çoğu yazar gibi ben de yazmak için geniş zamana ve kendime göre bir gündelik düzene ihtiyaç duyuyorum. Bunlar kendiliğinden olmuyorsa ya da olmaları için aşırı çaba göstermem gerekiyorsa yazmayı ertelerim.
Yine de bir sonraki kitabımı yıllar sonra yazmaya başlayacağımı hiç sanmıyorum. Tabii ki “iyi” alt üstlüklere her zaman açığım ama yazıyla ve zamanla ilişkim değişiyor artık. Hayatımın bir sonu olduğunu elbette hep biliyordum, hatta hayatın bir sonu olmasının onu daha anlamlı kıldığına dair birkaç lakırdı bile edebilirdim (hâlâ edebilirim), ama ne yalan söyleyeyim aslında o kadar da aklım yatmıyordu öleceğime. Şimdi biraz yatıyor. Şunun şurasında sağlıkla, aklım başımda daha kaç yıl yazarım diye düşünmeye başlayınca gözlerim doluyor ve sonra gülesim geliyor ama neyse ki sinirli bir şekilde değil.
•
Fotoğraflar: Ali Altuntaş