“Hepimiz İçin 9/8’lik Bir Dövüş, etnisite, habitat, beden, kimlikler ve cinsiyet rolleri üzerinden yapılan ayrımcılıklara karşı kendini politik eksende verilen bir mücadele olarak sunuyor."
18 Ağustos 2022 21:00
Documentarist 15. İstanbul Belgesel Günleri’nde Jüri Özel Ödülü Gizem Aksu’nun yönettiği “9/8Fight41: Hepimiz İçin 9/8’lik Bir Dövüş” adlı belgesel filme verildi.
“9/8Fight41: Hepimiz İçin 9/8’lik Bir Dövüş” Sinti boksör Rukeli’nin hayatını onurlandırmak üzere ayrımcılığın tezahürlerine odaklanıyor. Etnisite, habitat, beden kimlikleri ve cinsiyet rolleri odağında ayrımcılığın dört veçhesini kayıt altına alıyor. Rukeli’nin hayaletleri transkontinental bir eksende –Berlin İstanbul hattında– dört ruha evriliyor, dört dansçının kılığında bir deri (Fr. filme) olup yeniden ete kemiğe bürünüyor. Film dört uzun fragmandan oluşan bu yapısıyla bir ayrımcılık tetralojisi sunuyor ve 9/8’lik bir ritim eşliğinde bizi Rukeli’nin dansına davet ediyor.
Film 1907’de Gifhorn’da (Alman İmparatorluğu) doğan, 1944’te Neuengamme Nazi kampında öldürülen, kimlikteki ismi Johann Wilhelm Trollmann olan Rukeli’nin öyküsünü anlatıyor. Trollmann yaşadığı dönemin medyasında “gypsy” lakabıyla ünlenir, kendi arkadaş çevresinde; sağlam bir vücuda sahip olmasından ötürü ‘ağaç’ (Romanes dilinde; rukh) ve ayak parmaklarının ucunda çevik bir biçimde raks edebiliyor olmasından ötürü ‘dansçı’ (Romanes dilinde; kelno) sözcüklerinden oluşan “Rukeli” (dans eden ağaç) lakabıyla anılır.
Rukeli kendine özgü bir stilde sallanarak dövüşüyordu. Belli ki dans ederek hem kendi olmanın tadını çıkarıyordu hem de bu dansla ringlerde mekânsal farkındalığını artırıyordu. Ya da Mary Starks Whitehouse’ın düşündürdükleriyle Rukeli “kendine özgü hareketleriyle” bir çeşit serbest çağrışım yapıyordu, kendi bilinç ve bilinçdışı aygıtları arasında bir köprü kuruyordu. Ancak NSDAP’nin güçlenmesiyle birlikte Aryan olmayan sporcular spor kulüplerinden dışlanmaya başlandı. Rukeli de bu durumdan etkilendi: Güney Almanya Boks Şampiyonası’nı, Kuzey Almanya Boks Şampiyonası’nı kazanmasına rağmen Alman Boks Birliği tarafından önce Alman Milli Takımı kadrosundan çıkarıldı, sonra da ‘Almanya Boks Şampiyonu’ unvanı düşürüldü ve dans ederek boks yapmaya devam etmesi halinde lisansının da elinden alınacağı kendisine tebliğ edildi.
Nürnberg Yasaları kabul edildikten sonra Nazi rejimi tarafından ırksal nedenlerden ötürü Çingeneler (Kalderaş, Gitano, Sinti) tutuklandılar, siyah üçgenle etiketlendiler ve toplama kamplarına götürüldüler. Bu merkezlerde zorunlu olarak çalıştırıldılar. Sistematik olarak gaz odalarında öldürüldüler. Krematoryumlarda yakıldılar.[1]
2003’te Alman Boks Federasyonu; Rukeli’yi ‘1933 Alman Şampiyonası’nın galibi olarak yeniden tanıdı. Sanatçı kolektifleri Rukeli için performanslar sergiledi, Rukeli’ye ithafen Berlin’de, Hannover’de, Dresden’de anıtlar dikildi. Bu ortak bellek çalışmasına şimdi “9/8Fight41: Hepimiz İçin 9/8’lik Bir Dövüş” adlı belgesel de ekleniyor. Filmin adı da Rukeli’nin hapishane numarasına gönderme yapıyor: 9841.
9/8Fight41: Hepimiz İçin 9/8’lik Bir Dövüş’ün ses üzerine düşündürdükleri
“Hepimiz İçin 9/8’lik Bir Dövüş”, konusunu şamanik-poetik ve melodik-ritmik bir arka tasarımın önünde işliyor. Sözün elbette bir büyüsü vardır. Eskilerin ifadesiyle söz elbette tesir-i sihirkârdır. Bir türkünün ismi bile, o türküyü dinleyenin hüzünlenmesine veya neşelenmesine etki edebiliyor. Ancak “Hepimiz İçin 9/8’lik Bir Dövüş” ilham perisini 9/8’lik bir ritimden alıyor, müziğin söz bileşeninden daha çok ses bileşeni üzerinde duruyor. Müziğin insan üzerindeki etno-müzikolojik etkilerini yadsımadan trans-kültürel etkilerini öne çıkarıyor. Sesin psiko-akustik ve psiko-dinamik etkilerini vurguluyor.
Bugün biliyoruz ki, titreşimler halinde yayılan ve çarptığı nesnelerde fiziksel değişiklikler gerçekleştiren ses sadece kulakla değil, tüm bedenle duyulabiliyor. İşitme kaybı olan insanlar bu sayede, yani vücutlarına çarpan titreşimlerle ritmi yakalayabiliyor ve bu ritimle senkron dans edebiliyorlar. Anne karnında –amniyotik sıvının içerisinde– kulakları henüz işitmeyen bebek, annesinin sesini tüm bedeniyle duyabiliyor. Bebek, annesinin mırıldandığı şarkıları, annesinin aort damarından çıkan sesi titreşimler biçiminde tanıyabiliyor. Baba sözünden evvel anne sesine bağlanan her bebek, bu yüzden doğum sonrasında –ve gözleri henüz açılmamışken– tanıdık olduğu o sesi, aşina olduğu o nefesi arıyor.
Özetle insan, tanıdık ton oranında müziğe duygusal reaksiyon verir. Rukeli’nin edindiği nöro-plastisiteyle –ya da, müziğin terapötik değerini sentetik bir biçimde bilmese bile aposteriorik bir biçimde bilerek– ve ontogenetik bir ivmeyle ya da tanıdık olduğu o tonla, aşina olduğu o ritimle ringlerde dövüştüğünü söyleyebiliriz. Müziğin ses bileşeni corpus callosum’u uyarır. Beynin iki yarı küresinin birbiriyle ahenkli bir biçimde çalışmasını destekler. Filmin Berlin’de göbek atma epizodunda çakra ve enerji ilişkisi açıklanıyor, Roman danslarında elemin göbekle birlikte yere doğru bırakıldığı, Romanların bu sayede yeryüzü ile köklendiği gösteriliyor. Kentten yayılan titreşim sayısı yüksek olduğunda, vücut refleksleri kentin hızına yetişemediğinde böbreküstü bezler birincil stres hormonu salgılar. Tanıdık olunan melodi beynin sol kısmını, aşina olunan ritim beynin sağ bölümünü etkiler. Aktif hale gelen beynin striatum bölgesi dopamin kimyasalı salgılatır. Rukeli’nin bu mekanizmayı sezgisel bir biçimde bildiğini ve kullandığını söyleyebiliriz.
9/8Fight41: Hepimiz İçin 9/8’lik Bir Dövüş’ün ayrımcılık üzerine düşündürdükleri
“Hepimiz İçin 9/8’lik Bir Dövüş”ün açtığı pencere ayrımcılığın psiko-politik şemasını görmemize de imkân veriyor.
Ayrımcılık, bilinçdışı “teklik” arayışının bilinç içi ideolojisidir, bir kategoriye dönük düşmanlık tutumunun dışlama mekanizmasıdır. Çingeneler göçebe olarak etiketlenmiştir. Bir yerden başka bir yere taşınıp o yeri kendine yurt edinen göçmenlerden farklı olarak Çingeneler göçebe olarak etiketlenmiştir. Göçebeler düzene dahil olmayıp hareket halinde olanlardır. Çit örmeyen, site (İng. city) kurmayan yersiz yurtsuzlar (Alm. heimatlos); yerleşik olanın –siyasi iktidarın, dinsel kurumların, kültürel kodların– yapısını tehdit eder. Konar ama bir yerde kalmazların ekonomik sisteme dahil olmaması kapitalizmin ruhuna, protestanlığın ahlakına, devletin kozmosuna karşı kaos oluşturur. Ölünen yere bakılarak değil, doğulan yere bakılarak kurulan yabancılık (extranéité) anlayışı, her yerin yerlisi olan Çingeneleri her yerin yabancısı (étranger) olarak sunar.
Gizem Aksu
Etiketleme kalıp yargılar üretir. Kalıp yargı, gerçekliğin bilişsel düzlemde yeniden üretilmiş bir imajıdır. Ön yargının –yani peşin hükmün– bir de duygusal bileşeni bulunur. Bu duygusal bileşen duygudaşlık içerdiği ölçüde bir kayırma edimi, karşı duygu içerdiği ölçüde bir ayrımcılık davranışı doğurur. Rukeli bireysel özellikleri sebebiyle değil, ait olduğu gruba atanan özellikler sebebiyle –yani nefret saikiyle– kötü muamele gördü. Rukeli bir Çingene’ydi ve dans ederek dövüşüyordu. Ancak Rukeli “Rukeli dans ederek dövüşüyor” etiketlemesinin bir sonucu olarak değil, “Rukeli Çingene gibi dans ederek dövüşüyor” etiketlemesinin bir sonucu olarak kötü muamele gördü.
Jean-Paul Sartre’ın “Anti-semitin Portresi” başlıklı metninde kullanılan ‘Yahudi’ sözcüklerinin yerine ‘Çingene’ sözcüğünü ikame ederek aktarıyorum:
“Çingene nefreti çoğunluğa yaslanan bir tutumdur. Bu tutum moda olduğu toplumlar içinde koro olarak bağırılır. Çingene düşmanlığı; ‘Çingene’ Çingene olduğu için kötüdür, inancıdır. Çingene nefreti; engellenmeler sonucunda ortaya çıkan –öfke gibi– bir duygudurum değil, yaşantıya dayanmayan bir kalıp yargıdır. Çingene tiksinmesi fizyolojik bir reaksiyon değil, kökü derinlerde bulunan ve öteden beri ileri sürülen bir önyargıdır.”
Jean-Paul Sartre’ın “Anti-semitin Portresi” başlıklı metninde kullanılan ‘Yahudi’ sözcüklerinin yerine ‘Suriyeli’ sözcüğünü ikame ederek aktarıyorum:
“Suriyelilerin kötülüğüne kendisini inandıran kişiler sosyal olaylara, istatistiklere yaslanabilirler. Suriyeli karşıtı olan kişiler iyi birer zanaatkâr olabilirler, iyi eğitim almış kişiler olabilirler.”
‘Yahudi’ sözcüğünün yerine herhangi bir sözcük ikame etmeden devam ediyorum: Yahudi mezarlığını yağmalayanlar uzak yerlerdeki insanların haklarını yüce düşüncelerle savunabilirler.
Etnik düşmanlık akıl yönünden gelecek düşüncelere kendini kapatmış, insan hakları tartışmalarına kulak tıkamış bir gelenektir. Bu tür gelenekler değişimden korkar, kaya gibi sarsılmaz olmayı arzular. Her şey çoktan bulunmuş, yerleşmiş olsun ister. Eskiden beri ne atanmışsa, kendi doğumundan evvel ne ileri sürülmüşse öyle kalınsın ister. Ülkedeki mutsuzluklardan ülkedeki bir etnik grubu sorumlu tutarak, kötülükleri ortadan kaldırmak için onların ekonomik, sosyal haklarını kısıtlayan, onları tehcir eden, ya da büsbütün yok etme amacı güden bir doğmaya “görüş” demek tehlikeli bir yanlıştır.
Ötekini hedefe alan ayrımcılıklar hem bir hak sorunudur hem de bir adalet sorunudur. Ayrımcılık bir hak sorunu olduğu için hukuksal eksende kurallar koyularak mücadele edilmesi gerekir. Ayrımcılık bir adalet sorunu olduğu için politik eksende toplumsal örgütlenmeleri katalize ederek mücadele edilmesi gerekir.
“Hepimiz İçin 9/8’lik Bir Dövüş” etnisite, habitat, beden, kimlikler[2] ve cinsiyet rolleri üzerinden yapılan ayrımcılıklara karşı kendini politik eksende verilen bir mücadele olarak sunuyor.
•
NOTLAR:
[1] 2 Ağustos bu kampların kapatıldığı gün olduğu için Roman ve Sinti Holokost Anma Günü’dür.
[2] Bir not: Filmde dillendirilen “transfobi" ifadesi faili klinik bir alana, fiili de –kriminal bir alandan– patolojik bir alana yerleştirir. ‘Transfobi’ ifadesi failin kendi fiilinden sorumlu olmayan ve sadece hastalığının kurbanı olan, tedavi edilmesi halinde iyileşecek bir hastayı resmeder. Oysa ‘trans-nefreti’, failin kendi içinde yaşadığı bir duygudurumu değil, başkasına dönük linç başlatma potansiyeli taşıyan bir cürmü ifade eder. Bu açıdan transfobi yerine trans-nefreti ifadesinin kullanılması daha uygun olacaktır.