Thomas Hardy ya da kahramanın sorumluluğu

"Thomas Hardy yazın hayatı boyunca sınıf ve cinsiyet adaletsizliklerini ele almaya çalışmıştır. Kırsal kesimden şehre göçü zorunlu kılan yoksulluğun şehirde de bitmediğini, tam tersine, gelenlerin halihazırdaki yoksul kitleye eklemlenerek hayatın daha da zorlaştığını anlatmıştır hep."

18 Ağustos 2022 20:00

 

Kendisine acı veren bir metni okur neden çaresizce okur? Okuyucu açısından Hardy’deki temel mesele, okurun kendi mazoşizminin sınırlarını keşfetmesidir sanırım. Ya da bir yazar neden inatla ve belki de gizli bir hazla okuyucularını kahretmek ister? Zira bir noktaya kadar yaptığı tam da budur?

Jude The Obscure (Adsız Sansız Bir Jude) Thomas Hardy’nin son romanı. Son romanı olmasının nedeni ise aldığı sert eleştiriler. Hardy bu çalışmasından sonra romancılığı bırakmış ve geri kalan ömrünü şiirler yazarak tamamlamıştır. Geri kalan ömür derken üç beş yıldan bahsetmiyoruz, tam otuz üç yıl boyunca, bundan önce yirmiye yakın roman yazmış bir kalem bir daha roman yazmıyor. Hikâyenin bu yönü bile ziyadesiyle ilginç. Ancak Hardy yazmayı asla bırakmıyor, Adsız Sansız Bir Jude’dan sonra fikirlerini en iyi şiirde ifade edebildiğini söylüyor ve ölümüne kadar bine yakın şiir yazıyor. Öldüğünde İngiltere’nin en saygın edebiyatçıları arasında kabul ediliyor.

1840 yılında İngiltere’de bir çiftlikte dünyaya geliyor Thomas Hardy. İlk eğitimini tamamladıktan sonra bir mimarın yanında çırak olarak meslek eğitimine atılıyor. 22 yaşında Londra’ya gidiyor ve ünlü mimar Arthur Blomfield’in yardımcısı oluyor. Bu dönemde şiirler ve denemeler yazmaya başlıyor. Yayımlanmayan ilk romanını, The Poor Man and the Lady’yi (Fakir Adam ile Hanımefendi) yazdığında 28 yaşında ve kendi adına çalışan bir mimar artık. Parayı mimarlıktan kazanıyor, ancak en büyük tutkusu edebiyat. 1871 yılında masraflarını kendi karşılayarak Desperate Remedies (Umutsuz Çareler) adlı romanını yayımlıyor. Sonra bu romanı diğerleri izliyor. On yıl içinde Londra edebiyat çevrelerinde tanınan bir yazardır artık. Birbiri ardına dikkat çeken romanlar yazıyor. Kendisine edebi ünü getiren, taşra hayatını ve umutsuz bir aşkı anlatan Far From the Madding Crowd (Çılgın Kalabalıktan Uzak), fonda gerçekçi doğa betimlemeleri olan ve evlilik, ihanet, ölüm gibi temaları işleyen The Woodlanders (Orman Sakinleri), yazarın başyapıtlarından kabul edilen ve karanlık bir geçmişin kefareti olarak da okunabilecek The Mayor of Casterbridge (Casterbridge Başkanı), aşkın toplumsal normlar karşısında sınanmasını ve kaybedişini anlattığı Two on a Tower (Bir Kulede İki Kişi), sanayileşmenin kadın-erkek rollerini iyice keskinleştirdiği sert bir dünyada hayatta kalmaya çalışan bir kadının trajik hikâyesinin anlatıldığı Tess of the D’urbervilles(Tess) Hardy’nin önemli romanlarından. Ancak Hardy’nin yazıldığı dönemde kıyasıya eleştirilen, hatta onu roman yazmaktan soğutan Adsız Sansız Bir Jude romanı bugün belki de üstünde en çok konuşulan eseri.

Thomas Hardy, Reginald Grenville Eves, 1923. Ulusal Portre Galerisi, Londra.

Adsız Sansız Bir Jude romanı Hardy’nin kurgusal Wessex’inde geçer. Bu dünyaya Çılgın Kalabalıktan Uzakta ve Tess romanlarından zaten aşinayız. Romanımızın kahramanı genç Jude Fawley, kendisine pek aldırmayan yaşlı bir teyze tarafından büyütülen, ailesi ve bağlantıları olmayan, taşralı, hırslı bir delikanlıdır. Öğretmeninden etkilenerek üniversiteye gitmek, iyi bir eğitim almak istemektedir. Aldığı eğitimle sınıf atlayacaktır. Bu nokta romanı modern kılan en önemli husustur: Eğitimin sınıf atlama aracı olarak görülmesi. Jude, Oxford’un muadili olan kurgusal Christminster kasabasına gider. Burası romanın incelediği ve sorguladığı çağın sosyal ve entelektüel karışıklıklarını sergilemek için kusursuz bir sahnedir. Burjuva hayatıyla işçi sınıfının kesişen ama görünmez duvarlarla ayrılan yaşamları iç içedir. Roman üç temel noktayı mesele yapmaktadır. Yoksulların sınıf atlama mücadelesi, ataerkil zihniyetin altında ezilen kadınların evliliği bir çıkış yolu olarak görmeleri, sanayileşmenin getirdiği yeni yaşam biçimi ve Darwin’in popülaritesinden sonra kilisenin konumunu kaybetmemek için baskıyı artırması. Bütün bu temalar Jude’un kısa ve trajik hayatının belirleyici unsurlarındandır.

Ancak Jude’un hayatının yönünü belirleyen en önemli olaylar kadınlarla kurduğu başarısız ilişkilerdir. Cinselliği ilk defa keşfettiği karısı Arabella için bir süre hayallerini askıya alacak ve hem onu hem kendisini mutsuz edecektir. Arabella sadece onu baştan çıkarmamıştır, aynı zamanda bir bebekleri olacağını söyleyerek onu evliliğe de mecbur kılmıştır. Merkezinde sadece tensel hazzın olduğu bu tutkulu ilişki hayatın sıradan ve acımasız sorumlulukları karşısında kolay çözülecektir elbet. Jude’un, kuzeni ve gerçek aşkı, özgür ruhlu, açık fikirli Sue Bridehead’la ilişkisi ise tam anlamıyla bir trajediyle sonuçlanacaktır. Sue’ya duyduğu umutsuz ve pasif aşk, evlilik dışı doğan iki çocukları ve Jude’un onlar için bir kez daha hayatını erteleyişi romanı zaten hüzünlü kılarken, Hardy ilerleyen sayfalarda dozu daha da artırarak, Jude’un Arabella’dan olan oğlunun (?) üvey kardeşlerini öldürerek intihar edişiyle kahramanları ve dolayısıyla okuyucuları da trajedinin merkezine yerleştirecektir. Sonuç tam bir felakettir.

Ama önce romanın basıldığı dönemde Hardy’nin ve eserin aldığı tepkilere bakmakta fayda var. Zira Hardy’ye roman yazmayı bıraktıracak kadar ileri giden tepkiler bunlar. Bugünden geriye baktığımızda bu romanın artık modern bir edebi duyarlılığa geçişi müjdelediğini söyleyebiliyoruz. Viktorya dönemi kırsal toplumunun resmini çizerken aynı zamanda toplumsal değer yargılarının şiddetli tahakkümünü ve ahlaki baskılarını anlatıyor. Ancak romanın ilk kamuya açıldığı zaman resim hiç de böyle değil.

Hardy’nin metninin kamuya açılmasının üç ayrı evresi var. İlk olarak, Ahmaklar ismiyle Harper’s Magazine’de 1894 yılında tefrika olarak yayımlanmaya başlamış. Daha sonra Başkaldıran Kalpler ismini alacak olan roman büyük ölçüde okuyucuların tepkileri doğrultusunda şekillenmiş. Örneğin Jude ve Sue asla sevgili olmamışlar ve Arabella, Jude’u baştan çıkarmamış metnin ilk halinde.

Roman daha sonra 1895 yılında ilk defa kitap formatında yayımlanmış. Burada da cinsel içerikler ve kilisenin kurumsal yapısına zarar verecek unsurlar itinayla metinden çıkarılmıştır. Ancak 1912 yılındaki Macmillan tarafından basılan metin bugünkü haliyle yayımlanabilmiştir. Hardy bu romanından sonra kurgu eser yazmamıştır ama son romanı üstüne çalışmayı hiç bırakmadığı, Dorset County müzesindeki, yazarın metninin son kopyası üzerindeki çalışmalarından anlaşılmaktadır.

Hardy tefrika halinde yayımlarken metnini tepkiler ölçüsünde değiştirse de, toplum nezdinde büyük bir günah işlemiştir. İlk olarak, kahramanlarının tutkularını hiç çekinmeden dönemin püriten yapısı içinde tasvir etmiştir. Arzunun dizginlenemeyen doğasını anlatmıştır. İkinci olarak evlilik kurumunun iki kişinin sevgi ve arzularıyla değil, toplumsal ve iktisadi düzenin devamı için var olduğunu yine hem çekinmeden hem de utanmadan (!) ifşa etmiştir. Dolayısıyla tepkiler çok sert olmuştur. Metni mide bulandırıcı bulanlar, ahlaksızlık örneği sayanlar vardır, hatta işi daha ileriye götürüp metni Tanrı’ya başkaldırı olarak yorumlayanlar...

Thomas Hardy’nin romanlarına getirilen en genel eleştiri, onun kahramanlarının, manevi bir perspektiften bakarsak kaderin, seküler bir bakış açısıyla yorumlarsak geçit vermeyen toplumsal hiyerarşinin altında ezildikleri yönündedir. Edilgenlikleri ve sonunda hep cezalandırılmaları cesaret kırıcıdır. Ama bu şekilde değerlendirme yapıldığında asla suçlu değillerdir. Hatta D. H. Lawrence, geleneğin gücü karşısında yok olan kahramanları anlattığı ve okuyucuya geleneğin alt edilemez olduğunu söylediği için Hardy’yi eleştirmiştir. Ona göre bu tip anlatılar çaresizliği içselleştirmektedir. Hardy metinlerinin böyle bir okumaya kapı araladığı doğrudur, ancak yine de bir tür geçiş dönemini anlatan Hardy romanlarını sadece bu açıdan ele almak pek de hakkaniyetli olmayacaktır.

Burada sorulması gereken soru, bizlerin sonu zaten belli olan Hardy romanlarını ve kahramanlarının yaşadıkları acıyı neden okumaktan geri duramadığımızdır. Suçu üstümüzden kadere ya da toplumsal yapıya atmak işimizi mi kolaylaştırmaktadır? Belki de… Hardy’nin romanlarındaki çıkışsızlığı sistemin bir marifeti olarak görmek gerçekten de rahatlatıcıdır. Sorumlulukları ile kendini gerçekleştirme hikâyesi arasında sıkışıp kalmış Jude’a üzülürken, aslında için için ona kızarız da. Ama kızgınlığımızı gizlememiz gerektiğini, hayat ya da yazar ona bu kadar gaddar davranırken okuyucular olarak bizlerin onu anlamamız gerektiğini düşünürüz. Dostoyevski kahramanları son kertede her şey için kendilerini suçlar ve bu suçtan bir çeşit haz alırken, okuyucunun Hardy kitaplarını eline alarak anlatılan kahramanlar aracılığıyla kendi seçimlerini temize çekmesinin, kabul edelim, huzur verici bir yanı vardır. Hardy’nin kahramanları özsaygılarını tamamen kaybederken bizleri tüm başarısızlıklarımızdan azade kılarlar. Bütün suç kartların önceden dağıtılmış olmasındadır. Oyun hilelidir. Jude’u kahreden hayat bize kim bilir neler yapar!

Bu açıklama bir yere kadar doğru, ancak eksiktir.

Bu romanların büyüsü bu kadar yüzeysel bir açıklamayı aşmaktadır. Belki de Hardy sıradan bir melodram yazmadığı için büyüktür. Bunun için Jude’a karşı hissettiğimiz kızgınlık duygusunun muhtemelen üstüne gitmek gerekir. Hardy, Viktoryen toplumun dokunaklı özelliklerinden, kaderin acımasızlığından, insanların bencilliğinden bahseder, evet. Bütün dünya onun ana kahramanlarına karşı birleşmiştir. Görünen kompozisyon budur, kabul. Ancak bu örüntünün içinde Jude’un ya da Sue’nun hiç mi suçu yoktur? Üst üste yanlış seçimler yapmalarının tüm sorumluluğu diğer insanlara mı aittir?

Hardy eğitimin genç kadınları bencil erkeklerden korumaya yardımcı olduğunu defalarca anlatmıştır. Ancak Sue dönemi için ilerici olan tüm fikirlerine rağmen, arzu ettiği hayatı bir erkeğin vekâleti aracılığıyla yaşamayı tercih edecektir. Sonuçta sadece kendisi değil, vekâleti veren erkekler de bu yükün altından kalkamayacaklardır.

Hardy’nin bir diğer ünlü romanı Tess’de, Alec D’Urberville ile tanışan Tess annesine, “Neden erkeklerin tehlikeli olduğunu söylemedin bana? Neden beni uyarmadın?” diye sitem ettikten sonra şöyle devam eder: “Bu konuları anlatan romanları okuyan hanımlar ne yapacaklarını bilirler, ama benim bu şekilde öğrenme şansım olmadı hiç...”

Tess burada annesini suçlamaktadır, Hardy ise bu romanları okumayan kahramanını…

Jude hedeflerine doğru yola çıkarken, tensel haz onu hep yoldan saptıracaktır. İyi insan olmanın bilinci ve okuduğu metinlerden devşirdiği sorumluluk duyusuyla yaptığı her seçimin kefaretini sonuna kadar üstlenecektir. Üstelik kendi gücünün sınırlarını hiç bilmeden. Evet, hayat pek de işini kolaylaştırmayacaktır. Ancak Jude da kritik dönemeçlerde hep kolay olanı seçecektir, kolay olan da ekseriyetle yanlış olandır.

Hardy romanın kapsamını genişleterek ve radikalleştirerek yazın hayatı boyunca sınıf ve cinsiyet adaletsizliklerini ele almaya çalışmıştır. Kırsal kesimden şehre göçü zorunlu kılan yoksulluğun şehirde de bitmediğini, tam tersine, gelenlerin halihazırdaki yoksul kitleye eklemlenerek hayatın daha da zorlaştığını anlatmıştır hep. Bir röportajında kitaplarının insanın diğer insanlara ve hayvanlara yaptığı zulmü anlattığını söylerken işlenen günahlardan hiçbirimizin kaçamayacağını da ilan etmiştir…

 

GİRİŞ RESMİ:

1900’lerin başında çekilen bir fotoğrafta Thomas Hardy.