Kurmaca metinlerinde kendine has bir cesaret, bir meydan okuma, ironi; hatta kimi vakit biraz sinik, biraz bıkkın bir gülümseme mevcuttur. Çağının tüm ikilemleri ile yüzleşme gayretinde bir yazardır...
07 Haziran 2018 14:06
Nezihe Meriç, Korsan Çıkmazı (1961) isimli ilk romanının tohumlarını 1953’te yayımlanan Bozbulanık ve 1956’da yayımlanan Topal Koşma’da atmaya başlamıştır. Her iki öykü kitabında ekilen ve hızla yeşermeye başlayan bu tohumlar Nezihe Meriç edebiyatında hem iç içe geçen hem de bir başına, kendi yatağında yolunu bulan iki belirleyici edebî nitelik ekseninde ele alınabilir.
Meriç’in edebiyatında tematik döngüler ve karakterizasyona dair geri dönüşler belirleyici bir role sahip olmuştur. Öncelikle "yaşamı" ve/veya "yaşamayı" seçmiş her insanın ister bilinç düzeyinde, ister "farkında olmadan" olsun, salt yaşama içkin olmaları nedeniyle deneyimlemek zorunda kaldığı yaşamsal kaygılar yazarın tematik alt yapısında sürekli ve farklı boyutlarıyla karşımıza çıkar. İç sıkıntısı, eksiklik duygusu, kendini gerçekleştirme çabası, toplumsal yaşama uyumlanma sürecinde bir belirip bir kaybolan sürgünlük hissi ve varoluş sancısı içindeki insanın günlük yaşam mücadelesi Meriç edebiyatının tematik alt yapısında önemli bir role sahiptir. Yazar, varoluş sıkıntısını salt bir soyutlama olarak da ele almaz üstelik. Karakter ve/veya anlatıcılarının içsel bunalımlarını olduğu gibi yansıtmaktan, kısacası sürüp giden bir iç monologa yaslanmaktan imtina eder.
Meriç varoluşa ait, bizlerin kısaca sıkıntı diyegeldiği "mucizevi garabet"e günlük yaşamın içinde yer vererek onu bireyci bir "hâllenmenin" esaretinden kurtarır; sıkıntıya "rağmen"in koşullarının arayışına girer. Bu arayışın duraklarında okur, insanlar arası iletişim ile, paylaşım ile, üretim yolu ile kendini gerçekleştirmenin tatmini ile karşılaşır. İlginç bir yazardır Nezihe Meriç: İnsan varoluşundaki tüm çıkmazların, bir dünya kurma, o dünyada anlam aracılığıyla varolma fikrinin tüm ödül ve cezalarının, kazanımlar kadar kayıpların, Aydınlanma’dan bu yana devam edegelen, defalarca yıkılıp yeniden kurulan insanlık projesinin karşı karşıya kaldığı tüm yenilgilerin farkında olmasına rağmen "yaşama sorumluluğunun" bilinciyle kalem oynatan, bunun ne anlama geldiği üzerine yoğun bir biçimde düşünen bir yazardır o. Bu bağlamda Meriç’in temel meselesi Aristoteles’ten bu yana yöneltilegelmiş "iyi yaşam nedir" ya da "iyi bir yaşam nasıl inşa edilir" sorusu ile yakından ilgilidir. Yaşamı değerli kılacak koşulların başında üretimi, başkalarının yaşamlarına değmeyi, paylaşımı, fark yaratmayı görür. Yüz yüze gelmenin, belki sadece bir kez görüp geçeceğimiz birinin bile sandığımızdan büyük bir önemi vardır onun yazınsal dünyasında. Kendimizi her an inşa ederiz Meriç’e göre. Yine de onun tematik alt yapısında hâkim olan tüm bu umuda rağmen eksiklik hissi de hep oradadır. Okura sunulan hiçbir biçimiyle toz pembe bir dünya değildir. Meriç’in metinlerinde olaylar, karakterler, mekânlar her vakit bir rağmen’in içinde soluk alıp verirler.
Nezihe Meriç’in yukarıda sıraladığımız iç sıkıntısı, eksiklik gibi temaları kimi belirgin imgeler aracılığıyla çıkar karşımıza; öyle ki söz konusu imgeler bir kitaptan diğerine birer leitmotife dönüşerek sıçrar, tekrar ve tekrar okurun karşısına çıkar. Yağmurlu bir günde evde bunalan, iç sıkıntısı duyan genç bir kadın; ayağı takılıp düşmek üzereyken bir ikincinin kavrayışıyla tatsız bir kazadan son anda kurtulan bir diğer genç kadın; evlerde toplaşıp dedikodu yapan komşu kadınlar; trafikte sıkışıp kalmış, geçmişi yad eden nostaljiye bulanmış kadın ve erkekler hemen her öyküde, hem de benzer kelime ve cümle dizgeleri eşliğinde belirirler. Cümle ve kelime sıralanışı öylesine yakın/benzerdir ki yazar, okuru aynı imge ile bir kez daha buluşturmaya, onu ısrarla bu imge üzerine düşünmeye davet etmektedir. Benzer bir durum karakterizasyon için de geçerlidir. Bozbulanık’taki “Uzun Hava” öyküsü, Korsan Çıkmazı’nda karşımıza çıkan Sofiya ile sevgilisi Şoför Sabir’in aşkını anlatır. Topal Koşma’daki “Susuz VIII” ise yine Korsan Çıkmazı’nda adı geçip duran, ancak bir türlü karşılaşmadığımız Amerika’ya yerleşmiş gizemli Nil’in tarihçesini aktarır okura. “Susuz VII” ise bizatihi Korsan Çıkmazı’nın eskizidir. Meli’nin, arkadaşı Avukat Ahmet ile sözde "basılması" olayının iç yüzünü anlatır. Sofiya’nın insanlığının, iki genç kadının ateşler içindeki Ahmet’e hastabakıcılık etmelerinin öyküsüdür esasen. Üç arkadaş arasındaki insani duygular toplumsal yargılar nedeniyle bir ahlak mesesine dönüşmüştür. Öyküden romana geçtiğimizde ise bu ironilerle yüklü olayın hem Meli hem de Ahmet’in ileriki yaşamlarında neden olduğu sonuçlara şahitlik ederiz, Korsan Çıkmazı’nda diğer karakterlerin de devreye girmesiyle birlikte öykünün içeriği farklı boyutlar kazanır, zenginleşir. Meli’nin yalnızlığını, Sofiya’nın haksız yere yaftalanmasını, kendi kimliğine dair deneyimlediği çıkmazları kısa bir romanın salınımlarında, farklı açılardan görür, bir kez daha düşünme fırsatı buluruz. Meriç aynı karakterleri, aynı temaları, aynı imge ve leitmotifleri tekrar ve tekrar çıkarır karşımıza. Açıyı değiştirir, öyküyü derinleştirir ya da kimi vakit şöyle bir değinip, göz kırpıp geçer.
Belki de bu noktada yöneltilmesi lazım gelen soru Meriç’in aynı karakterlere, bir eserden diğerine birer leitmotif’e dönüşen imgelere duyduğu bağlılığın yazınsal bir strateji olarak -bu ister yazarın bilinçli bir tercihi olsun ister kendi niyetini aşan bir yönelim- okur açısından hangi anlam olasılıklarını barındırdığı ile ilgili olmalıdır. Meriç okurun bir imgeye bakıp geçmesini istemez. O imgenin, hâlihazırda varolan, kanıksadığımız anlam dünyasını nasıl dönüştürebileceğine dikkat çekmektir. Bakıp geçmenin değil, durup görmenin yazarıdır. Geçmişimizi kuran imgelerin benlik inşasındaki rolünü Meriç’in anlatıcılarında sürekli gözlemleriz. Bellek sadece anlatı kurmaz, kendi gözünden çektiği fotografik imgeler ile de bir anlam dünyası inşa eder. İmgesel anlam dünyası, kelimeler ve anlatı yoluyla kurduğumuz, dahası kişisel tarihçemizi inşa ettiğimiz yanılgısına düştüğümüz sembolik anlam dünyasından farklı bir işleyişe sahiptir. İmgesel anlam, insanın benlik ve yaşam algısına sızan, onu gizliden gizliye, çoğu vakit insanın kendisi de farkına varmadan yeniden yapılandıran zenginlikler ile dolu bir dünyadır. İmgesel dünyamızın izini sürmek bir anlamıyla yaşama bakmayı, görmeyi yeniden öğrenmenin bir yoludur da. Yaşama bakarken göregeldiklerimizin bizim dünyaya bakışımız ve onu algılayışımızda nasıl bir role sahip olduğu üzerine bilinçli bir düşünme, bir tefekkür eylemine davet eder Meriç okuru. İnsanlar arası ilişkiler ekseninde de benzer bir yönelim içindedir yazar. Günlük yaşam içerisinde hayatımıza şöyle bir değip geçmiş ya da uzun zamandır görmediğimiz, ancak bizim biz olmamızda bir biçimde rol oynamış, bir kavrayış ya da farkındalık edinmemize bilerek ya da bilmeden vesile olmuş insanlarımız/hayaletlerimiz olduğu ölçüde Meriç’in anlatıcıları da dönüp durup çapa attıkları kimi mekânlardaki bu insanlara yönelir, onları kendi gözlerinde mühürledikleri imgenin içinde bir yerde anımsarlar. Bu geri dönüşler sıradan tekrarlar değildir asla; onlar insanın kişisel tarihçesindeki biricik anılar, farkındalık anları, epifaniler, dönüşümler oldukları ölçüde önem kazanır, karakterlerin dünyayı algılama biçimine yeni bir boyut katarlar.
“Yaşanmış, geçmiş bir yaşamdır anne. Fatih yönlerinde bir yerde eski bir ahşap evdir o. Ahşap bir evin çağlar yaşamış saçaklarıdır. Dam akınca odanın ortasına konan teneke leğenin pasıdır."
Nezihe Meriç’teki tematik döngüler, bunların yazarın eserlerinde birer leitmotife dönüşen imgesel kuvveti ve karakterlerin bir anlatıdan diğerine geri dönüşler aracılığıyla buluşmaları kadar önemli bir diğer nitelik ise yazarın hem kendisinin hem de anlatıcı ve karakterlerinin mekânlarla kurduğu ilişkidir. Onun edebiyatında mekân, karakter ya da anlatıcının hâletiruhiyesinin biçimlenmesinde önemli bir rol oynar. Kimi vakitse aynı mekân dünyanın kaybolmuş büyüsünü öyle bir kuvvetle yeniden inşa etme gayretine girer ki karakteri kendi geçmişinde, yad edilesi, daha bütünlüklü bir zamana fırlatarak, anımsamasına; geçmişteki bir başka benlik ya da oluş hâline-en azından böyle bir olasılığın henüz hepten silinip gitmediği bir âna-geri dönmesine neden olur. Ancak Meriç’te mekânın kullanımını özellikle farklı kılan onun türlü mekâna dair nitelikleri kimi karakterlerin yapılarını, yaşadıkları acı ve sıkıntıları ya da varoluşsal konum ve kiplerini ortaya koymakta işlevselleştirmesidir. “Susuz V”teki anne, hem "geçmiş bir yaşam" hem de "eskimiş ahşap bir evdir".
“Yaşanmış, geçmiş bir yaşamdır anne. Fatih yönlerinde bir yerde eski bir ahşap evdir o. Ahşap bir evin çağlar yaşamış saçaklarıdır. Dam akınca odanın ortasına konan teneke leğenin pasıdır. Büyük taban halısıdır. Solmuş. Ön oda için alınmıştır otuz altı yıl önce. O, büyük bir ön odanındır. Kızlığından kalma pirinç mangal annenindir. Anne bakır cezvenindir. Fatih yönlerinde bir yerde eski, ahşap bir evdir o. Anneyi oradan ayırmak olmaz. Kurur gider. Anneyi orada bırakmalı.” (136-137)
Meriç’in bu öyküdeki anlatıcısı eski ahşap bir ev imgesinden yola çıkarak yaşanıp büyük ölçüde tükenmiş bir yaşamı, yaşlılığı, aynı mekânda uzun süre soluk alıp vermenin beraberinde getirdiği alışkanlıkları, kök salmanın ne anlama geldiğini ortaya koyduğu kadar geleneksel bir yaşam biçiminin içine doğan ve orada devinegelmiş bir kadınlığın ne anlama geldiğine dair de birçok ipucu bırakır. Ahşap evin eskiliği ile annenin kocamışlığı arasında öyle kuvvetli bir çağrışım bağı vardır ki bu yaşlı kadının artık yaşamdan pek de bir beklentisinin kalmadığını, ölüm gelene kadar oyalandığını ahşap ev imgesinin biriktirdiği tüm yaşanmışlıkla birlikte kuvvetle duyumsarız.
Benzer biçimde Korsan Çıkmazı’nda birlikte büyümüş Meli ve Berni’nin dostluğu kişileştirme kullanılarak romanın anlatıcılarından birine dönüşür. Dostluk kendisinin bir kavram olarak ne anlama geldiğini yine mekân poetikasının gücünden faydalanarak betimler.
“Diyelim bir yer arıyorsunuz. Sıcak bir gün. Ter içinde, tozlanmış, yorulmuş, sokakların arasında dolaşıyorsunuz. Hem de ne sokaklar. Dikine inen, bayır yukarı çıkan, eski zaman sokakları...Ayaklarınızı sürüye sürüye yürürken, bir ara ansızın içinizde pır pır bir sevinç. Bu ne! Kuş sesleri. Elinizde olmadan o yana doğru yürüyorsunuz. Bir sokak, sokağı geçiyorsunuz, biter bitmez... Karşınızda ben varım. Küçük bir meydanlık bu, sırlanıp, süpürülmüş. Bir çınar; çok eski çağların çınarı ama, yepyeni. Hem büyük, hem yeşil, hem güzel. Oracıkta bir kır kahvesi, üç masalık.” (14-15)
Görüldüğü üzere, anlatıcı burada yaşamın türlü sıkıntısını çarpık kentleşme, bunaltıcı sokaklar ve benzeri üzerinden betimlemekte, Berni ile Meli arasındaki dostluğu ise temiz, bakımlı ve keyifli bir meydanda, eski bir çınar ağacının altında kurulmuş bir kır kahvesine benzetmektedir. Dostluk bir soluk alıp verme, ferahlama, dinlenme anıdır.
Meriç’in eserlerinde mekân o kadar önemli bir yere sahiptir ki Korsan Çıkmazı’nın neredeyse tüm iskeleti mekân üzerine kurulmuştur. Romanın henüz ilk sayfalarında kentsel dönüşüm nedeniyle koca bir şantiyeye dönüşmüş İstanbul’da Meli’nin kendini koca bir yıkıntının arasında hissedişine şahitlik ederiz. "İstanbul yıkılıyor," demektedir Meli. Bu bir şehri, o şehir yapan kolektif hafızanın silinmesi anlamına gelmektedir. Oysa o ve Berni İstanbul’u yavaş yavaş, emek harcayarak, sokaklarında yürüyerek, dostluklar kurarak, yaşanmışlık ve deneyim edinerek kazanmışlardır. Hem şehir onların bir parçası haline gelmiştir hem de onlar şehrin. Oysa şimdi bilegeldikleri hâliyle şehir hızla yıkılmakta, bellek silinmektedir. Meli hayatını kurduğu, günlük yaşamını sürdürdüğü bu şehirde artık bir anlamda sürgün gibidir. Romanın ilerleyen sayfalarında Adnan ile yemekten dönerken maruz kaldıkları saldırı da bu yabancılaşma, sürgünlük hissini pekiştirecek bir etki bırakır okurda.
Korsan Çıkmazı aynı zamanda nesillere ve ebeveynliğe dair bir eserdir. Berni ve Meli’nin anne ve babalarının, çocuklarının tümüne karşı ilgisizliğine özel bir vurgu yapar Meriç. Berni ve Meli okumak için yanına gittikleri Neyyire Hala’nın yanında büyürler. İki genç kızın yaşamında, benlik kurulumlarında ve yaşamı algılama biçimlerinde Neyyire Hanım önemli bir rol oynar. Her ikisine de annelerinden çok daha fazla emek veren odur. Meriç, Neyyire Hanım’ı Osmanlıdan genç Cumhuriyete geçiş sürecinde biraz da idealize edilmiş bir kadınlık modeli olarak kurmuştur. Esasen Neyyire Hala’nın bu idealize edilmiş portresi kadınlık hâline yüklenen onlarca anlam nedeniyle eleştiriye açıktır; ancak bu yazının sınırlarını aşması nedeniyle Neyyire Hala’ya yüklenen ağır "ideal kadınlık" rolünün sorunlu doğasını bir kenara bırakarak Meriç’in bu romanda çocuk yetiştirmenin anlamına özellikle odaklandığını söylemekle yetinelim. Neyyire Hanım iki genç kıza günlük yaşamı idame etmelerini sağlayacak tüm nesil bilgisini aktarmak ile kalmaz. Kendilerine güvenen, özgür genç kadınlar olarak yetişmeleri için elinden geleni yapar. Hem Berni hem de Meli açısından Neyyire Hala hakiki bir rol modeli oluşturur. Berni ve Meli birbirinden farklı karakterlere sahiptir. Berni 19'uncu yüzyıl romanlarında betimlenen türde bir yaşamın özlemini duyduğunu dile getirirken Meli bu yüzyıla aittir. İki kadın arasındaki bu temel fark onların yetişkinlik dönemlerine dair sıkıntıların biçimlenmesinde önemli bir rol oynar. Berni aile baskısı nedeniyle konservatuar eğitimini yarım bırakır. Ailesinin ona türlü "koca" bulma çabasına karşı geliştirebildiği tek çözüm ise sevgilisi Turan ile evlenmek olur. Her ne kadar Turan’ı sevse de kendini gerçekleştirme yolunu kesintiye uğratan bu özveri onun yaşam boyu peşini bırakmayacak, zaman zaman zorlayıcı bir iç sıkıntısı ya da eksiklik hissi formunda yoklayacaktır. Meli ise kendine has başka sorgulamalar ile mücadele eder. Yine de iki kadın da kendilerini her kaybolmuş hissettiklerinde onları yaşama sorumluluğu aşılamış Neyyire Hala’nın öğretisinde huzur bulur, ondan güç alırlar.
Nezihe Meriç için kadınlık halleri, özellike geleneksel bir toplum yapısında kadın olmak ve kendi kimliğini inşa etme mücadelesi önemli bir yer tutar.
Nezihe Meriç için kadınlık hâlleri, özellike geleneksel bir toplum yapısında kadın olmak ve kendi kimliğini inşa etme mücadelesi önemli bir yer tutar. Onun kadınları çoğunlukla geçiş dönemi kadınlarıdır. Geleneksel rollerini büyük ölçüde kanıksamış, sadece yüzeysel bir modernleşme deneyimleyen anneler ile bu annelerin eğitim görmüş, kendini ve yaşamı el yordamıyla da olsa sorgulama gayretindeki kızları arasındaki gerilimli ilişki Meriç’in üstünde özellikle durduğu konulardan biridir. Bir nesilden diğerine yaşamsal bilgi aktarımı önemlidir Meriç için. Korsan Çıkmazı’ndaki Neyyire Hala, Berni ve Meli’nin annelerinin gerçekleştirme gayretine bile girmedikleri bu hayati rolü yerine getirmektedir.
Nezihe Meriç’i belki biraz da Çavlanın İçinde Sessizce ismi ile yayımlanan anıları ile birlikte düşünmek gerekir. O, ömrü boyunca yazma edimine emek vermiş, her şeye rağmen modernleşme projesine ve insanlığa inanmaktan vazgeçmemiş; ancak kendini de hiçbir vakit kandırmamış ilginç bir yazar kadındır. Kurmaca metinlerinde kendine has bir cesaret, bir meydan okuma, ironi; hatta kimi vakit biraz sinik, biraz bıkkın bir gülümseme mevcuttur. Çağının tüm ikilemleri ile yüzleşme gayretinde bir yazardır. Çavlanın İçinde Sessizce’de kendi ikilem ve çelişkilerini de açıkça ortaya koymaktan, kendine bakmaktan geri durmaz. Hem bir yazar olarak yazınsal yolculuğundan hem de edebiyat dünyası içindeki mücadelesinden öğrenecek ne çok şey var Meriç’in. “Şu bizim çağın kaderine bak. Her şeyimizi kendimiz yapıyoruz. Dilimizi bile...” (43)