Edebiyat eleştirmenlerimiz ve edebiyat tarihimiz Nezihe Meriç'i gerçekten unutmuşlar mıdır? Ya da “hangi” edebiyat tarihinden mi bahsediyoruz? Nezihe Meriç'i arayalım ki bulalım...
07 Haziran 2018 13:40
Nezihe Meriç’in Korsan Çıkmazı romanının yayımlandığı tarih 1960’ların hemen başı. Yazıya tarihle başladım çünkü bu tarih sadece yazarın romanını yayımladığı “sıradan” bir zamanı belirtmiyor, ondan öte çağrışımları var. Öncelikle kitap okuyan kitlelerin hatırı sayılır bir kısmının “okumaktan” anladıklarının sadece toplumcu gerçekçi romanlar ya da “köy” romanları olduğu zamanları hatırlatıyor bize.
Bundan başlayalım, neden toplumcu gerçekçi romanlar/köy romanları bu kadar ön planda? Öncelikle bu metinlerin kendilerini üzerlerinden var ettikleri köylülerin temsil ettikleri sınıf “darda” ve bu hâl git gide gözle görünür bir şekle bürünüyor. Ki, 1960 yılında köyde yaşayan nüfus 18.9 milyonken, şehir nüfusunun 8.9 milyon olduğunu düşünürsek, köyde yaşananların şehri etkilemesinin kaçınılmaz olduğu da doğrudan ortaya çıkıyor.[1] Hâliyle toplumdaki değişim edebiyata da “yansıyor.” Bir başka deyişle edebiyatçılarımız köylülerin vasiliğini üstleniyor. Bu da aslında Türk romancısının son yarım yüzyılda etkilendiği, üzerine kafa yorduğu kaynak değişse de, edebiyatı toplumun sorunlarını çözecek bir meclis olarak görme fikrinden pek uzağa gidemediğini gösteriyor.
İkincisi, bu toplumsal sınıfı anlatmaya müsait edebiyat anlayışının/geleneğinin ruhu hâlâ canlı. Anadolu coğrafyası bütünüyle millî edebiyatın sade dil, yerli konular seçme, destan vb. sözlü geleneklerinden yararlanma gibi “kurallarını” gerçekleştirmede bir imkân sunuyor. Dolayısıyla millî edebiyat akımını devam ettirmeye “ant” içmiş yazarlar için köy ve Anadolu bir bakıma bulunmaz bir nimet.
Üçüncüsü, dönemin köy ve Anadolu’yu bilen Köy Enstitüsü mezunu yazarları. Bildiklerini anlatmak istemeleri kaçınılmaz. Üstelik, popülist bir devlet politikası ile “dolu”lar zaten: halkçılık. Tüm bunlar birleşince de bir süre sonra Türkçe romanın bir önceki başat meselesi olan Doğu-Batı ikileminin yerini köyden/Anadolu’dan beslenen bu ezen/ezilen çatışmasına bırakması kaçınılmaz oluyor.
Romanın yazıldığı tarihin bir diğer “stratejik” öneminden devam edelim. Demokrat Parti iktidarının baskısını artırdığı ve karşı cephede -çoğu zaman militarist- bir “muhalefetin” büyüdüğü, bir askerî darbe ile sonuçlanan yıllar. Bu ortamda yazarlar şüphesiz metinlerine ister istemez bir otosansür uygulayabilir. Ya da daha “kapalı” bir anlatım ile içe dönebilir, hatta tam aksine politikleşebilirler. Belki de düpedüz hiç yazmamaktan yana bir tavır bile alabilirler. Hepsi tırnak içinde bir risk. Ama burada metne dışardan bakan biri olarak ve edebiyat eleştirisinin sınırları içerisinde kalarak metnin politik olması haricinde doğrudan gözlemleyebileceğimiz bir unsur yok. Daha kapalı, imgesel veya alegorik bir metin oluşturmuş yahut böyle ortamlarda “kitap” yayımlamamış yazara “korktuğu için” suçlamasında bulunmak, edebiyat eleştirisi değil, tam aksine her şeyin altında bir “dış güç” arayan komploculuk bir bakıma.
Korsan Çıkmazı’nın yazıldığı tarihin “sıradan” bir tarih olmadığını söylemiştik, bu çalkantılı ve değişken edebî ve toplumsal ortamda Korsan Çıkmaz’ının yeri ve Nezihe Meriç’in yazarlık konumu üzerine düşünmekte de fayda var. Öncelikle Nezihe Meriç’in politikleşmesinden söz edemeyiz. Hele hele Vikipedi tanımıyla “siyasî savrulmaları öyküleştirmiş” yazarın romancılığını aynı şekilde değerlendiremeyiz. Romanın politik kısımları var, 27 Mayıs etkisinin hissedildiği yerler görece var, ama onlara sonra geleceğiz. Şimdilik, “Meriç, dönemin farklı bir sesi, bu şüphesiz” diyelim ve devam edelim. Korsan Çıkmazı’nın, kabaca sıralarsak Yaşar Kemal’in Teneke, Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü, Kemal Tahir’in Köyün Kamburu gibi dönemin önemli romanlardan ayrıldığı kesin. Dönemin diğer farklı romanlarını düşündüğümüzde, aklımıza bir çırpıda Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden başka bir metin ya da birkaç iyi niyetli “girişimden” başkası gelmiyor zaten.
Gerçi Tanpınar’ın bir önceki kuşağın şehir ile medeniyeti birleştiren anlayışına gönülden bağlı olduğunu düşünürsek, “köy hayatını” yazmanın kendisine zül geleceği de ortada. Peki, tüm “ahval ve şerait” içinde Korsan Çıkmazı’nı farklı kılan ne?
Korsan Çıkmazı’nı bilerek isteyerek oluşturulmuş bir bireysellik üzerinden var ediyor. Bu tercihin “topluma hizmet etmeyen” bir şey yazmanın/konuşmanın bir nevi günah olduğu bir zamanda yapılması Meriç’in “romancılığında” edebiyatın kendi kendini üreten dinamiklerinden başka bir kaynağa inanmadığının da bir kanıtı.
Metin üzerinden gidelim: Korsan Çıkmazı Meriç’in, Topal Koşma kitabındaki "Susuz VII" öyküsünden esinlenerek yazılmış ve ana kahramanlarımızdan birinin, Meli’nin iç konuşmalarıyla açılıyor: “Otobüs biraz daha gecikirse, ben bir yerlere oturmalıyım. Dikilmekten topuklarım ağrıdı. Tam kırk beş dakikadır, binlerce anayolun ortasında otobüs bekliyorum.” Hem buradaki iç konuşmalar dönem edebiyatında sıklıkla karşılaşamayacağımız kadar bireysel şeyler üzerine –mesela otobüsün gelmemesi üzerine politik bir kıssadan hisse yok- hem de sonrasındaki İstanbul ve onun “başına gelenlerin” eleştirisi oldukça kentli: “İstanbul yıkılıyor. Bu yıkılış ilk gençlik anılarımızın da yıkılması demek oluyor. Sevdiğimiz eski İstanbul yokuşları, yüzümüzü yıkadığımız hayrat çeşmeler yok artık. ‘Elma ağacının pembe çiçeklerini görür görmez, yokuşu da göreceksin. Bu, taşlarının arasından şırıl şırıl sular akan, yeşermiş bir eski zaman yokuşudur. İki yanında yüksek, sağlam taş duvarlar vardır…’ diye anlatamayacağız evimizin yolunu. Artık böyle hikâyeler yazamadığımız gibi. Yeni açılan geniş asfalt yollar, göz alabildiğince dört bir yana çekip gidiyorlar. Onlarla pek tanışamayacağız. Yeni dostluklar kuracak yürek kalmadı artık bizde. İşimiz çok üstelik; yorgunuz.” Mesela bir edebî falcılık yapacak olursak, dönemin ruhu aslında Meli’ye akşam evde çocuklara verecek yemek olmadığını düşündürebilirdi ya da karakterimiz bu büyük ve haşmetli İstanbul’a, o otobüs beklemekten yorulmuşken geçen son moda arabalara bakıp sınıf kinini bileyleyebilirdi. Meriç bunları yapmıyor, farklı bir yola sapıyor. Bunun bilinçli bir tercih olduğu açık, çünkü öykülerinde o toplumcu damar var, yani Meriç “onu” da biliyor, fakat “romanında” yapmıyor. Korsan Çıkmazı’nı bilerek isteyerek oluşturulmuş bir bireysellik üzerinden var ediyor. Bu tercihin “topluma hizmet etmeyen” bir şey yazmanın/konuşmanın bir nevi günah olduğu bir zamanda yapılması Meriç’in “romancılığında” edebiyatın kendi kendini üreten dinamiklerinden başka bir kaynağa inanmadığının da bir kanıtı.
Üstelik Meli ve diğer ana kahramanımız Berni’nin çocuklukları Doğu Anadolu’da geçmiş ve biri öğretmen olmak diğeri konservatuvar okumak için “büyük şehre” gelmiş. Kolaylıkla toplumcu gerçekçiliğin ideal “yetişmiş” ya da dönemin ruhuna uygun ifadeyle ideal olana “dönüşmüş” bireyi olarak anlatılabilirler. Fakat dediğim gibi ikisi de toplumcu gerçekçi edebiyat karşısında birer cepheler. Mesela, edebiyat tarihimizde başlı başına bir “tip” olan, ideallerine bağlı Cumhuriyet kadını da değiller. Ayrıca burada araya girmekte fayda var, konu dışında biçim olarak da farklı bir durum mevcut. Meli ve Berni’nin dışında kalan ve dönem romanlarındaki teksesliliği kıran, modern edebiyatın imkânları üzerine kurulmuş bir temel anlatıcı/kahraman: “Merhaba o lo ho! Duygulanmak bana düşmez. Meli ile Berni’nin dostluğuyum. Dengeyim ben. Onlara çok küçük yaştan beri dayanak oldum. Onların en güvendikleri kişiyim. Biraz Meli’yim, biraz Berni. Bir Meli’yim, bir Berni. Bir Meli’yim, bir Berni. Ama ikisinden de ayrı, tek başıma, ikisinin de inandıkları, sevdikleri, saygı duydukları biriyim.”
Romanı tarihsel bağlamından alıp roman sanatı içerisinde değerlendirdiğimizde, Nezihe Meriç için öykücü olarak değil ama romancı olarak bir basamak yukarı çıkmayı ıskalamış bir yazar, diyebiliriz. Keşke, daha çok roman “girişimi” olsaymış.
Tüm bunların dışında romanın kurulduğu atmosfer zaten başlı başına modern dünyada. Kahramanlar Anadolu’dayken de modernler, büyük şehirlerdeyken de. Bu nedenle Meriç edebî konumu bakımından “cesur” bir yazar. En azından yazarken, yazma eylemini gerçekleştiren ve bundan zevk alan kişi olarak “kendisini” okurdan daha çok düşünüyor. Bu da yazarlık hanesine bir artı olarak yazılıyor. Eksileri yok değil, onlardan da bahsedelim. Öncelikle Meriç’in roman dili yer yer şiir diline kayıyor. Ki bence “şiirsel bir dille” yazılmış roman övgüsü, yazarların “pek” hoşuna gitmemeli. Çünkü bir hoşluktan çok anlatıdaki sıkışıklığı açmak için yapılmış bir “hile” hissini uyandırıyor romandaki şiirsellik ve çoğu zaman da patetik bir anlatımı doğuruyor. Yine Meriç’in olayları anlatışı, özellikle geçmişe bakışı da çoğu zaman patetik bir yöntem içinde kendini var ediyor. Bunlar Korsan Çıkmazı’nın döneminden ayrılmasına bütünüyle olmasa da ket vuran örnekler. Yazarın milliyetçilikle kurduğu bağ da bu örneklerden biri: 10 Kasım sabahının anlatıldığı bölüm, son derece teatral. Üstelik okur, romanın o ana (s. 30) kadarki gelişiminden, bu sahnede ironik bir yan arıyor, ama maalesef bu bölümün 27 Mayıs sonrası zaten bolca yapılan resmî ideoloji propagandasını tekrarlamaktan başka bir işlevi yok. Bir eksi daha. Bu eksiler Meriç’in ve Korsan Çıkmazı’nın dönem içindeki “yenilikçi” önemine pek fazla zarar vermiyor, ama romanı tarihsel bağlamından alıp roman sanatı içerisinde değerlendirdiğimizde Nezihe Meriç için öykücü olarak değil ama romancı olarak bir basamak yukarı çıkmayı ıskalamış bir yazar, diyebiliriz. Keşke, daha çok roman “girişimi” olsaymış.
Aylak Adam örneğini vermiştik, kalabalığın, bir arada olmanın coşku ile savunulduğu zamanlarda, Aylak Adam sadece isminin bireyselliği ile bile cesur bir hamleydi. Bu cesurluğu ve edebî olarak başarısı sayesinde de çok konuşuldu, hakkında çok yazıldı. Peki, bahsettiğimiz birkaç “eksiye” rağmen, o “toplanılan” sokağa meyletmeyen, okuru bireyselliğin çıkmazına “düşüren” Nezihe Meriç edebiyatı üzerine ne yapıldı? Bu soru bir itham olarak, masaya yumruk vurarak sorulunca, soranın bu eylemsizlikte payı da hemen ortaya çıkarılır ve bunu ortaya çıkaranlar tabii ki haklıdır. Ama bahsetmek istediğim bir kadrini bilmeme yakarışı ya da nostaljik bir güzelleme değil. Edebiyat eleştirmenlerimiz ve edebiyat tarihimiz Nezihe Meriç’i gerçekten unutmuşlar mıdır? Ya da “hangi” edebiyat tarihinden mi bahsediyoruz, nerede?
Mehmet Kaplan ve Berna Moran mesela. Nezihe Meriç ikisinde de yok. Elbette herkesin “her şeyi” görmesi, görse bile üzerine “yazması” gerekmiyor. Ama bu iki ismin “kapsayıcı değerlendirmede” bulunma iddiaları var, o yüzden Meriç hakkında bir şey yazmamalarını eksiklikleri olarak görebiliriz. Üstelik Meriç, kısa bir süre de olsa İstanbul Üniversitesi Türkoloji Bölümü’nde Mehmet Kaplan’ın öğrencisi oluyor.[2] Moran ise, 1950-1975 yılları arasında yayımlanan 15 romanı incelediği Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 2’de Nezihe Meriç’e yer vermiyor.
Bu kitapta topladığı romanları şöyle nitelendiriyor Moran: “Bunların çoğunu Anadolu romanı diye adlandırabileceğimiz yapıtlar oluşturuyor. Hepsi köyden söz etmediği için ‘Köy romanı’ deyimini kullanmak istemiyorum. Hem zaten bu yapıtların ikinci ciltte toplanmış olmalarının nedeni Anadolu köy ve kasabalarındaki yaşamı ve insanları anlatmış olmaları değil, toplumsal yapıdan kaynaklanan haksız bir düzenin yol açtığı az çok ortak bir sorunsalı konu edinmiş olmaları.”[3] Görece iki romanın bu romanlardan ayrıldığını öne sürüyor: “Bu yapıtların dışında kalan ve Anadolu romanının karşı kutbunda yer alan Tutunamayanlar ile Anayurt Oteli’ni de bu cilde aldım, çünkü, bu dönemin incelenmesi gereken çok başka türden iki yapıtı bunlar. Ayrıca çok ayrı türden olmalarına karşın bunlar da bir anlamda başkaldırı romanıdırlar ve bu bakımdan Anadolu romanlarının sorunsalıyla ortak bir yönleri vardır.”[4] Yani Meriç’i bu “ayrıklar” arasında da görmüyor ve “lafını bile” etmiyor. Üstelik, Meriç’in Korsan Çıkmazı’nın üzerinde sonradan ahlar vahlar ile anılacak bir “unutulmuş, kıymeti bilinmemiş roman” halesi de yok, çünkü roman 1962 yılında dönemin önemli ödüllerinden Türk Dil Kurumu Ödülü’nü almış. Ama dediğimiz gibi, bir türlü görünmüyor. Hem çağdaşı hem de sonraki kuşak eleştirmenler tarafından. Buradan da şu sonuç çıkıyor, bizde edebiyat eleştirisi çoğu zaman okurluk deneyimleri ve peşine düşülen, ilgi duyulan edebiyatdışı toplumsal mevzuların edebiyat üzerine nasıl yansıdığının takibi üzerinden yürüyor. Çoğu edebiyat eleştirisi kaynağımız makale derlemelerinden ibaret. Öyle ki edebiyat fakültelerinde okutulacak, Tanpınar’ın müthiş “lezzetli” ama bir o kadar dağınık kitabından ve geleneği ürkütmeyen, metinleri özetlemekten öte bir sözü olmayan çalışmalar harici başka bir kitap yok. Anlayacağınız, Nezih Meriç’i arayalım ki bulalım. Ne diyelim, umut kesilmez.[5]