Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır: "Sokaklarda emperyalist orduların zabitleri..."

"Yoksulluk çeken insanların hayatlarını, nelerden yoksun kaldıklarını, açlıklarını, yorgunluklarını vs çok ayrıntılı olarak anlattığı gibi, ruhsal yoksulluğu anlatmayı da önemsemiştir Suat Derviş... Romanın ilginç bir özelliği de sonlarını, Suat Derviş’in muhabir olarak Sovyetler Birliği’ne gitmesi üzerine Kemal Tahir'in yazmış olması..."

18 Şubat 2021 17:35

Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır’ın başkahramanı Nazlı kimi yönleriyle Kendine Tapan Kadın’daki Sârâ’yı andırır. Yoksul bir mahallede yaşıyordur, çok güzeldir, alkolik bir üvey babası vardır – Sârâ’nın da babası içki müptelasıdır. Beri yandan, Nazlı’nın gözü Sârâ kadar yükseklerde değildir ve daha da önemlisi onun gibi el bebek gül bebek büyütülmemiş, “güzel bir kız bir servetti” denilerek evde “misafir” muamelesi görmemiş, aksine çocuk yaştan itibaren fabrikada çalışmıştır. Bu nedenle onun güzelliğinden söz edilirken ellerinin güzel olmadığı vurgulanır, bu yanıyla Sârâ’dan çok Sârâ’nın annesi Mahmure’yi andırdığı söylenebilir. Sârâ, güzelliğini annesinden almıştır, birbirlerine benzerler, “sade elleri Sârâ’nın ellerine benzemiyordu[r]. […] Annesinin elleri ağır ev işlerinden harap olmuş, parmakları yamru yumru ve derisi acayip bir hayvan derisi gibi sert ve kırış kırış bir eldi[r].” (s. 84) Nazlı da kendi ellerinin “yamru yumru parmaklı, erkek eli gibi kocaman” olduğunu düşünür.

Sârâ’nın anne babasına duyduğu nefret ve kinden söz etmiştim, onu andırır biçimde Nazlı da kin duymaktadır; ne ki bu kinin hedefi belirsizdir. Suat Derviş, Nazlı’nın iç dünyasını görmemize imkân vermekle birlikte, oradaki çalkantıyı tam da Nazlı’nın hissettiği gibi bulanık bir biçimde aktarır, adlı adınca bir şeyler söylemez, tespit etmez.

“Sevişmeye hakları olmadığına neden Nazlı’nın bu kadar emniyeti vardı? Nazlı, içinde bir takım müphem [belirsiz] mantıklara, tebellür [belirgin] etmemiş muhakemelere isnat eden bu kanaatin ona nereden ve neden geldiğini kendi kendine izah edemiyor. […] Sinirleri gevşeten bu sıcak hava içinde, o bütün sinirlerinde bir gerginlik, kalbinde uçsuz, bucaksız bir kin buluyor. Bu kine muhatap olan kimdir? İçindeki üzüntülerinin müsebbibi olanların mesulü, mesulleri kimlerdir? Doğduğu günden beri onu paçavralar içinde süründürenler, on üç yaşından beri bir makine başına onu bağlayanlar kimlerdir? […] O, bütün varlığına çökmüş, sinmiş olan bu kine bir hedef bulamazdı.” (s. 52-53)

İç dünyasındaki karmaşanın farkında olup adını koyamayan, tahlil edemeyen sadece Nazlı değildir. Sevgilisi Mahmut da farksızdır. “[Nazlı] onu kollarından itip yanından ayrıldığı ve sokağın köşesinde dönüp kaybolduğu dakikadan beri onun yüreğinde tahlilden aciz olduğu bir hercümerç var.” (s. 55)

Romanlarını çoğu zaman önce gazetelerde tefrika olarak yayımlayan, dolayısıyla geniş okur kitlesinin ilgisini çekecek aşk hikâyelerine öncelik veren Suat Derviş’in yapıtlarını döneminin popüler romanlarından ayıran öncelikle karakterlerin iç dünyasını ihmal etmemesi, romanların odağında buradaki gelgitlerin, karmaşaların yer almasıdır. Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır’da mesele artık bir aşk hikâyesi olmaktan da çıkar; yoksulluk, fabrika hayatı, işsizlik sorunu, geleceğe güvenle bakamamak öndedir bu romanda. Pek çok yönüyle sonraki yıllarda Orhan Kemal’in yazacağı öykü ve romanlara öncülük ettiğini düşünebiliriz Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır’ın: Yoksul mahalle ve fabrika hayatından küçük ama vurucu ayrıntılar, roman kişilerinin bütününe hâkim olan güvensizlik duygusu, bununla baş etmek için başkalarına kötülük etmekten çekinmeyenler, kendi başına kurtuluş peşinden giderken çıkmaz yollara sapanlar… Elbette bütün bunların yanında karakterlerin kişilikleri,  psikolojileri, arzu, heyecan ve hezeyanları. En önde yine bir kadının, Nazlı’nın bulunduğu da mutlaka vurgulanmalı tabii ki.

Nazlı’nın üvey babası Osman’ın hayat hikâyesi aktarılırken onun yaşadığı içsel çöküntü ve yozlaşmışlık hali dış dünyayla ilişkisiyle birlikte verilir. Bunlar Osman’ın kişilik sorunları olmaktan çok yaşadıklarının sonucudur. Başına gelenler çokça Birinci Dünya Savaşıyla ilintilidir. Bu savaştan sakatlanmış olarak dönmüştür. Romanda dünya savaşı şöyle aktarılır:

“Sokaklarda emperyalist orduların zabitleri parlak çizmelerini kaldırımlara vurarak gidiyorlar. Avrupa sermayedarının mallarını satacak pazar aramak için insanlık körü körüne dört sene boğuşmuştu. Beş yüz kişinin hırsı için bütün dünya dört sene bir volkan gibi tutuşmuş, insanlığın kızıl kanı lav renginde akmıştı. Ne kendisine, ne kendi ekmeğine, ne kendi evine kendi mahallesine, ne kendi oturduğu şehre ve ne de kendi vatanına zararından başka hiçbir faydası olmayacak bu savaşlarda bulunan ve dövüşen Osman, bu savaştan çürük çıkmıştı.” (s. 112)

Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır  2. Dünya Savaşının hemen öncesinde, 1937’de tefrika edilmiş. Suat Derviş bu romanda savaş, barış, emperyalizm gibi meselelerden sıklıkla söz etme gereği duymuş. Birinci Dünya Savaşının sonuçlarından da, yaklaşmakta olduğunu kestirdiği yeni savaşa karşı okuyanlarda bir fikir, bir bilinç uyandırmak gayesiyle söz etmiş olduğu düşünülebilir. Nitekim romanın ilerleyen sayfalarında konu Hitler ve Mussolini’ye kadar gelecektir.

Nazlı’nın çalıştığı fabrikanın yöneticileri iş kazasına uğrayan bir işçinin durumunu kendi aralarında tartışırlarken, “saçlarının arkası bir numara ile kesilmiş, önünde iki tutam saç bulunan” genç Alman mühendis, “işçilerin uyanması[nın] felaket” olduğunu söyledikten sonra, “Hitler’ler, Mussolini’ler… Memlekette amele kütlelerine göz açtırıyorlar mı?” diye sorar. (s. 143)

Savaşlar “kasalarını doldurmak isteyenlerin” işidir[1], bunun altı birkaç kez çizilir romanda, hem birinci hem ikinci savaştan söz ederken konu buralara gelir. Hatta romanın bir yerinde, belli belirsiz dünyanın gidebileceği başka bir yol imkânı bulunduğuna da değinir anlatıcı – isim vermeden, ne olduğunu değil adlı adınca vermek, nasıl bir şey olduğunu bile tam olarak ifade etmeden.

“On dokuzuncu asrın ortalarına doğru türeyen akıllı bir adam, çok akıllı bir adam dünyanın gittiği yolu insanlığa iki iki daha dört eder gibi göstermişti. Fakat beşer anlaşılmaz bir dalalet içinde bu felakete [dünya savaşına] koşmuştu.” (s. 113)

Suat Derviş’in romanları yazıldıkları dönemdeki insanların geçit töreni gibidir. Kendine Tapan Kadın’dan söz ederken vurguladığım üzere, kişilerin tipik kimi özellikler vardır, ama kendilerine özgü karakteristik özellikleri, benzer yazgıları paylaşan pek çok benzerlerinden ayrıldıkları noktalar da ihmal edilmez. Hikâyesi anlatılan kişilerin bu kendilerine özgü yanları hem karakterlere bir canlılık verir, hem de hikâyeyi daha ilginç kılar. Bununla birlikte onların kendine özgü tutumları, duruşları, dünyayı görme ya da dünyaya karşı eyleme biçimleri de hayatlarının önceki devrelerinde yaşadıklarından, başlarına gelenlerden büsbütün yalıtık değildir.

Nazlı’nın annesi Huriye mesela. Onun için anlatıcı, Nazlı’nın çok yakınında bir yerden şunları aktarır. (“Serbest dolaylı söylem”in erken örneklerinden biridir bu. Konuşanın anlatıcı mı, Nazlı mı olduğu belirsizdir. Gelgelelim bu söylemin imkânlarından yararlanmaz Suat Derviş.[2])

“Ne garip bir kadın, bu kadın… Gözleri ne kadar ölü. Nasıl manasız… Bu gözleri yataktaki cenazeye, taşlıkta hâlâ koşuşan çocuklara ve yahut kendisine [durmaksızın ağlayan Nazlı’ya] bakarlarken hep, hep ve daima aynı bakışı muhafaza ediyor. Donuk ve en ufak bir hissi haber vermeyen bir bakış…” (s. 106) 

Bu hissiz bakışların Huriye’nin gözlerine yerleşmesi de dünyada olan bitenlerle yakından ilgilidir.

“[Huriye’de] göre göre dünyanın en fena şeylerine bile alışmış olanların lakaydisi var. Çizgisiz yüzünün bu gergin maskesi senelerden beri hiç, hiç değişmedi. […] O, hayatında hiçbir zaman, genç veya ihtiyar olamamış bulunanlardan biridir. O umumi harp içinde Cibali’de tütün mağazasında çalışırken de bu idi… Yaşı gayri muayyen olan, gülmesini bilmeyen, konuşmayı beceremeyen bir işçi. […] Kocası harbin daha ilk senesinde ölmüş. Kim bilir belki de onu böyle her şeye karşı lakayt ve duygusuz bırakmış olan saik bu büyük felakettir. Veyahut kim bilir belki de o, kafasının inkişafına [gelişim] vakit bırakmadan işe atıldığı için böyle bunaldı. Hissiz ve yarı ölü bir halde kaldı.” (s. 111)

Sebep net değil, daha doğrusu tek bir sebep yok, savaş ve emek sömürüsü; ayrı ayrı ya da birlikte, insanları insanlıktan çıkartıyorlar. Emek sömürüsü ve işçinin emeğine yabancılaşmasının apaçık ifade edildiği romanlardan biridir bu:

“Ve [fabrikanın] düdü[ğü] çalmaya kadar gülen, söyleyen, kavga eden, ağlayan veya sevinenlerin hepsi ferdi hüviyetlerini orada terk ediyorlar. Makineden bir parça olmak üzere fabrika kapısında içeri giriyorlar.” (s. 31-32)

Savaşlar ve emek sömürüsü nedeniyle insanların iç dünyalarını ne hale geldiği de oldukça belirgindir Suat Derviş’in bu romanında. “Belirgin” derken tanımlanabilir, neden-sonuç ilişkileriyle açıklanabilir, saptanabilir bir şeyler değil kastettiğim. Biz içeride ne olduğunu, nelerin ne sonuçlar doğurduğunu tam olarak bilemeyiz, ama bir iç dünya vardır. İç dünyayı, oradaki karanlığı, çalkantıyı vurgulamamazlık etmez Derviş.

“Onu tanıyanlar onun bir kere ‘ben’ diye başlayan ve sonu ‘üm, um, ım, im’le biten bir cümlesini duymamışlardı. […] Belki ‘benlik’ şuuru tekâmül etmemişti. Belki de o ‘ben’im’i yalnız kendisine saklamak istiyor, başkalarına açmaktan korkuyordu.” (s. 114)

Yoksulluk çeken insanların hayatlarını, nelerden yoksun kaldıklarını, açlıklarını, yorgunluklarını vs çok ayrıntılı olarak anlattığı gibi, ruhsal yoksulluğu anlatmayı da önemsemiştir Suat Derviş. Gazetecilik yaptığı yıllarda İstanbul’un en yoksul kesimleriyle söyleşiler yaptığına değindim. Henüz kitaplaşmamış bu röportajlarının bir bölümüne erişmek mümkün. Mekânda Adalet Derneği’nin online yayını olan beyond.istanbul’da yer alan “1935’te İstanbul’da ‘Barınma’ Sorunu[3]” başlıklı sayfada Suat Derviş’in Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan röportajlarından örnekler mevcut. Başlıklardan bazıları şöyle: “Edirnekapı surlarının içinde dört nüfusu barındıran mağara”, “Belediye ‘Meşrutiyet’ adını takmış ama halk ona Teneke Mahallesi diyor”, “Mağara kovuklarından bozma bir odada yaşayan 6 çocuklu ana”, “Tabut ve teneşir deposunda yaşayanlar”, “Günde kırk kuruşla geçinen beş nüfuslu bir aile!”, “Bekar yatağı sultan odaları”.

Feryal Saygılıgil, “Sokakta Bir Gazeteci: Suat Derviş” başlıklı makalesinde o yıllarda yayımlanan başka röportajlarından da söz eder Suat Derviş’in[4]. Saygılıgil 1936’da yayımlanan “Günü Gününe Yaşayanlarımız” dizisinin emek tarihimiz açısından öneminin altını çizer. Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır da edebiyatımızda işçi sınıfının yaşayışlarının en derinlikli biçimde aktarıldığı öncü metinlerden biridir.

Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır’da yukarıda andığım röportajlarda sözü edilen mekânlardan bazısına rastlarız. Mahmut’un Nazlı’yı evden kaçtığı gece götürdüğü yer “tabut ve teneşir deposu” olabilir. Burası Nazlı’nın gözlerinden, gece karanlığında seçebildiği kadarıyla şöyle tanımlanır: “Kurşunî karanlığın üstüne siyah endamı çizilmiş kubbeli bir bina… Kim bilir, belki bir medrese, belki bir mescit harabesi…” Uyandığında gördükleri de şunlardır: “Tavanda kubbe, kubbede örümcek ağları var. Gözlerini tavandan karşı duvara indirdi. Dehşet! Karşıda tabutlar var!” İş kazasına uğrayan Arif’in kalacak yeri olmadığı için gittiği yer “kimsesizler yurdu”dur. Burası da eski medresenin avlusunda bir koğuştur. Nazlı’nın kaçmasının ardından düştükleri sefalet nedeniyle ailesi de yaşadıkları evden çıkıp “bir medrese odasına” sığınacaktır. Nazlı’nın yaşadığı Edirnekapı yakınlarındaki işçi mahallesi, Kendine Tapan Kadın’da Sârâ’nın büyüdüğü Etyemez’e ve Aksaray’dan Bir Perihan romanındaki Perihan’ın evlenene kadar yaşadığı mahalleye hayli yakındır. Suat Derviş’in romanlarında yoksul mahalle güzellemesine rastlamayız, aksine oradaki hayatın en acı yanları anlatılır. Özellikle kadınlar için daha da acımasız olan yaşayışlar çıkar karşımıza. 

Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır’ın ilginç bir özelliği daha var. Romanın sonlarını, Suat Derviş’in muhabir olarak Sovyetler Birliği’ne gitmesi üzerine Kemal Tahir yazmış. Romanın hangi sayfasından sonrasının Kemal Tahir’in kaleminden çıktığını bilemiyoruz, ancak başıyla sonu arasında anlatının hızı ve odaklandığı meseleler konusunda bir farklılık olduğu seziliyor. Tahminde bulunabiliriz ancak. Romanın başlarında duygusuzluğu, donukluğuyla ilgi çekici bir yan karakter olarak beliren Huriye’nin son sayfalarda “insanlaşmış” olduğundan söz edilir; bu değişimin nedenini bilemeyiz, Nazlı’nın kaçması ve düştükleri sefalet midir? Önceki hayatındaki acılardan, yoksulluk ve yoksunluklardan onu böylesine derinden değiştirecek kertede mi farklıdır sonradan yaşadıkları? Pek sanmıyorum; spekülasyon olacağını baştan kabul ederek, bu değişimin Suat Derviş’in kaleminden çıkmadığını zannettiğimi belirteyim.

• 

Tefrikanın devamı:
İstanbul’un Bir Gecesi: “insanlıkla birlikte yükselmek lazımdı…”


[1] Kendine Tapan Kadın’da da bir savaş zengini vardır. Sârâ’nın evleneceği et tüccarı Nurullah Yurdakul. Onun zengin olma hikâyesi şöyle anlatılır: “Hayatı kendi kasabasının içinde geçen bir eşraf çocuğu iken, şu son harp seneleri içinde birdenbire vaziyeti gelişmişti. Orduya yaptığı taahhüt işleriyle, vaziyetini basit bir celeplikten müteahhitliğe yükselten Yurdakul dünyada yapılacak işlerin en müşkülünü yapmış ve Romanya vasıtasıyla Almanya’ya kaçak kesim hayvanları yollamıştı. Bu iş kısa harp senelerinde onu bin bir taahhüt işinin yapacağından çok daha fazla zengin edivermişti.” (200-201)

[2] Bu imkânları Orhan Koçak şöyle özetler: “Serbest dolaylı söylem”. Kişinin o cümleyi kendisinin mi kurduğunu, yoksa yazarın mı sözü ona atfettiğini tam anlamayacağızdır. Yazarla karakteri arasındaki bir çekişme/müzakere/anlaşma aralığı.” "Yücelme iptal: İki romanında Seray Şahiner" - K24 (t24.com.tr)

[3] 1935'te İstanbul’da “Barınma” Sorunu | by beyond.istanbul | beyond.istanbul Açık Radyo’da yayınlanan “Hikâyenin Her Hali” programında Aslı Odman’ın da “Radyo Suat Derviş” başlığı altında (Walter Benjamin’in Radyo Benjamin kitabından ilhamla) Suat Derviş’in bu röportajlarına yer verdiğini ve radyonun podcast bağlantılarından ( Hikâyenin Her Hali | Açık Radyo 95.0 (acikradyo.com.tr)bunları dinlemenin mümkün olduğunu ekleyeyim. Açık Radyo demişken: Seval Şahin’in Çimen Günay Erkol’la Suat Derviş’in hayatı ve eserleri üzerine konuştukları “Günün ve Güncelin Edebiyatı” programının podcast’ini de dinlemek mümkün. Çimen Günay Erkol ile Suat Derviş Üzerine | Açık Radyo 95.0 (acikradyo.com.tr)

[4] Feryal Saygılıgil, “Sokakta bir gazeteci: Suat Derviş”, Fe Dergi 6, no. 1 (2014), 18-26.