"Birkan’ın yazılarını okuyanlar anımsarlar, edebiyat okurluğu su götürmez ama o bununla da yetinmez. Yazılarını sadece edebi tekniklerle değil, başka pek çok sürprizle sürdürür. Editörlüğü, çok okuması, çok yayınlaması onu okurla fazlasıyla empati kurmaya itmiştir."
18 Şubat 2021 17:30
Genelde dünyada, özelde de Türkiye’de sosyalist sol fiilen de fikren de bir hayli yıprandı, yaşlandı. Leninizmin açık kanatları Stalinizm ve Troçkizm ile Maoizm arasında sıkıştı kaldı solun eylemciliği. Bu süreklilikte siyasal hareketlerin ayakta kalması aslında kınanası değil, aksine incelenesi bir durumdur. Ama yanı sıra bir de bu partilerin, liderlerin, hatta yoldaşların kapsama alanı dışında, yeni bir zamanda yaşıyoruz; ona karşı eylemler, söylemler geliştirecek, atasız-babasız fakat sürekliliğini de sağlayabilmiş bir sol politikaya ihtiyaç duyuyoruz. Çünkü geçmişin solu atalarını anmaktan, sürgündeki genel sekreterinin politika belirlemesini beklemekten, gündelik hayatın karşılaştırdığı yoldaşlarıyla dayanışmaya geçmeye zaman bulamıyor. Kendi içinde fark etmeden evcilleşmiş, hatta sağcılaşmış durumda. Yeni bir saldırı dalgası sosyalist solu eyleme itmekten çok Lenin’i incelemeye yönlendirebiliyor. Oysa kuşkulanmak gerekir bu durumdan, Marksizm’i neden sadece Marx’ın oğullarından birinden takip etmek zorundayız ki? Kitaplarımıza bakalım, ona göre söylem geliştirelim dersek eğer, bu dar dağarcık fazlasıyla sorunlu. Bizim karşı durmamızı kitaplar belirliyorsa, şimdiye kadar dünya yayın yapıldı, neden bir tanesine bağımlıyız ki? Burada yakın tarihle uzun zamandır aşındırılması gereken koyu bir bağlılık var. Tarihimizden öğreniyoruz diyenler günümüzü de sık sık tarihe gömüyorlar. Oysa yaşadığımız zamanın da kendine has bazı özellikleri olmalı; onu babalar değil, hatta oğullar olarak siz de değil, kadın-erkek, çayır-çimen herkes, hepimiz yorumlamalı, eyleme geçirmeliyiz. Batı dünyasında halihazırda eyleme geçmiş bulunan, Türkiye’de oluşma uğraşı içerisinde olan böylesi bir sol var. Son zamanlarda en belirgin hareketlerden biri Wall Street’i İşgal Et hareketi idiyse eğer, bu hareketin içindeki en önemli düşünürlerden biri de David Graeber’di kuşkusuz. Kriz ânında olay yerinde beliriyor bu sivil hareket. Devrimciyim diye kasılmıyor ama işçi ve iklim grevlerinde, kadın protestolarında, yaşanabilir kent hakkı isyanlarında görüldüğü gibi, bir form biçiminde de belirebiliyor. Dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşanan savaşlardan, o savaşlarda kullanılan silahlardan tutalım, şu belirsiz Devletler Hukuku’na, oradan üretim biçimlerine pek çok durumu incelemekle kalmıyor, eyliyor da. Hiç de öyle halktan, yoksullardan, varoşlardan kopuk değil ama eksikliği geldiği yerlerde çalışmayı süreklileştirememesi olabilir.
Denebilir ki, az sonra eve-ocağa bir sürü laf edeceksin madem, şimdiden solun yoksulların evine giremediğini, orada kalıcı olamadığını niye iddia ediyorsun ki? Bir yanıyla doğru, kendimle çelişiyorum, ama diğer yanıyla da bu aceleci bir yorum bana kalırsa. Solun özellikle Türkiye tarihinden öğreneceği bir şey varsa, o da evin yıkılmasının an meselesi olduğudur bana kalırsa. Son yıllarda sokak duvarlarını süsleyen Ev kira ama semt bizim ve benzeri yazılamaları pek çoğumuz bundan dolayı önemsemiyor muyuz? Türkiye’nin sosyolojik konumu sürekli bir evsizler kitlesi oluşturuyor. Solun kurucu bileşenleri tarihte Ermeni, Rum ve Yahudi emekçiler ise eğer, günümüzde de Aleviler, Kürtler ve Balkan yahut Kafkas göçmenleri değil mi? Gidenler, katledilenler eşitlik taleplerini dile getirdikleri için yok edildiler. Gelenler diyelim, en bariz örneği Mustafa Suphi ve yoldaşları eve alınmıyor, yolda boğuluyorlar. Kadın yoldaşlar ağır tecavüzlere uğruyor, esir pazarlarında satılıyor, daha sonra öldürülüyorlar. Diğer yandan evi yahut Türkiye’yi benimseyen solu da görmek gerekir. Günümüz TKP’sinin yurtseverliği işçi sınıfıyla bağ kurmasına engel olmuyor mudur? ‘Modern komünistler’, ‘gerici işçilerle’ hemhal olamıyorlar bir türlü de denebilir bunun adına. Pek çok sol-sosyalist kişi ve çevre, yoksulluğa, açlıktan ölmeye karşı yoksullara dayanışma önerisiyle gitmek yerine, “ama onlar da falancaya oy vermeseydi” demiyor mu? Diyeceğim, Birkan’a ve haliyle Evin Reddi önerisine itiraz edecek olanlar bu anlamda hem tarihe hem de günümüze daha yakından bakarlarsa bu önerinin sebebi hikmetini daha iyi yorumlarlar.
Yukarıdaki uzun girizgâhtan da anlaşılacağı üzere, Tuncay Birkan’ın yeni kitabı Sol: Evin Reddi’nden bahsetmek istiyorum. Bu kitap üzerine yazmaya heveslenmemin pek çok nedeni var. En önemlisi, Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri 1930-1960 adlı ilk kitabından çok şey öğrendiğim, çok yararlandığım halde üzerine hiçbir şey yazamamış olmam. İkinci önemli neden ise, sola dair en çok duyduğumuz sözlerden birinin de marjinal olmasıdır hani… Şu son dört harfi bir kenara bırakıp marja takılacak olursak hak ettiğimiz sonuçları elde ederiz. Marj sadece ekonomiyi değil, ötesinde bir yerde, matbuat dolayısıyla en az para-pul kadar solu ilgilendirir. Defterin, kitabın paragraf aralığına bırakılan boşluğa da marj demişler zamanında. İşte Evin Reddi’nde Birkan bu marjı kullanıp onu ihlal ederek bir eleştiri oluşturuyor. Daha anlaşılır olalım; sağın davetini neden kabul etmiyoruz, (şarkıya dön eve dön kendine dön) bizim nasıl bir evde yahut dünyada yaşamışlığımız var, (yurdumuz tüm cihandır bizim) buna odaklanıyor. Haliyle de bu benim ilgimi çekiyor.
Kimi için önemsiz görünebilir, ama benim durumumdaki çoğu göçmen için bu böyle değil; biz marjı önemsiyoruz yüzeysel abiler, ve biraz atarlı ablalar. Notlarımız oraya, satır aralarına gömülü. Bizleri evden kovdular diyelim. Dönmeye de pek niyetlenemedik. İçimizde en somut haliyle evsizler de dahil, pek çoğumuzun eli kalem kitap tutuyor. İşe yaramaz görülürken, marja, paya, payeye notlar almak, dünyaya, özellikle de onun sağına eleştiriler getirmekle uğraşıyoruz. Kirli elbiselerin, kaldırım kenarlarına kurulmuş battaniyelerin içinde pek çok Doğu Avrupalı görebilirsiniz böyle. Romanya’dan, Ukrayna’dan, Polonya’dan sürülmüşlerdir. Ama dünyadadırlar, eylem içindedirler. Haliyle, Evin Reddi kamu âlemin yaşadığı haliyle de evin reddidir aynı zamanda. “Seninle bu şartlarda yaşayacağıma dünyanın bir başka ucunda yerlerde sürünürüm” demektir.
Sol: Evin Reddi
Bundan birkaç yıl önce Alman, Arap, Polonyalı, Türk, Kürt bir grup sosyalist, adı TKP ve eşi Hayk Açıkgöz’den sonra en çok Bizim Radyo ile anılan Anjel Açıkgöz’ü ziyaret etmişler. Anjel Hanım çok sevinmiş yoldaşları tarafından hatırlandığı için. “Ben ve eşim komünist bir hayat sürmeye çabaladık, ömrümüz sürgünlerle geçti ama yaşlandığımızda kendimizi evimizde bulduk” demiş. Ev dediği Ermeniler, halkıymış. Rahatsız olduğu, belki biraz da mahcup olduğu şey şu olabilir bence: Bütün bir ömrü salt Ermeni olarak yaşamamıştır; hapishaneler sırf etnik kimliği dolayısıyla yatılmamış, sürgünler bundan dolayı çekilmemiştir. Bu arada halkı da korkunç acılar çekmiştir hem. Eli iş tutarken yoldaşları vardır, ama şimdi nereye kaybolmuşlardır. Mahcup etmeden sitemini dile getirmiş anladığım kadarıyla. Daha sonra Anjel Hanım dostlarıyla, yoldaşlarıyla kaynaşmış. Onu ziyarete giden arkadaşlarımdan biri, “Anjel Hanım’ın geçmişe dair bizimle paylaşacağı çok şey vardı. Bu küçük öykü parçalarının ileriki hayatımızda yeniden kulağımıza çalınacağını düşünüyor, bundan dolayı bizimle paylaşıyor gibiydi. Geçmişi sık sık canlandırıyor, ‘Burası Bizim Radyo’ diyor, eylemlerini, söylemlerini o günlerin koşulları içinde anlamamızı sağlıyordu. Geleceğe dair fikirlerini de bizimle seve seve paylaşıyordu. Ama iş bugüne gelince tıkanıyordu” demişti. “Tatsız, çok tatsız” diyormuş. Çevresindeki yoldaşlar kalabalığının gitgide gereğinden fazla Alman, Arap, Türk, Kürt, Müslüman, Ortodoks, Alevi, Sünni olmasına, özüne dönmesine şaşırıyormuş.
Bu hakikaten de ‘tatsız, ama gerçekten çok tatsız’ pandemi günlerinde (Hoş geldiniz sayın dinleyenler. Burası Bizim Radyo) Tuncay Birkan, İsmet Özel’den ve tayfasından çok daha tatsız sözler aktarıyor diyerek başlayacağım ben de:
“İlk defa olarak bu ülkedeki insanlarla bir olduğumu hissettim... Artık bu ülkeli oldum.”
“Kendimle, kimliğimle, Türkiye ile düşünsel anlamda barışmıştım. Türkiye’de yaşamak bile istemiyorken Türk müziğini, camileri sevmeye başlıyorsunuz. Ailenizle, çevrenizle, milletinizle bir barışma süreci başlıyor.”
Birkan bir kısa söze giriyor: “Yazının müellifleri de şunun altını çiziyorlar” diyor:
“Konuştuğumuz kişilerin hemen hepsinin vurguladığı bir şeydi bu, yani Marksistken hayal ettikleri: Halkıyla barışmak, yerli olmak... Halka tepeden değil, içinden bakan bir konuma gelirler.” (s. 24)
Evin Reddi eski bir yazı. Birikim’de yayınlanmış olmasına rağmen, pek o çevrenin yazmak isteyeceği bir yazı da değil kanımca. Bir suçlama olarak söylemeyeyim ama bu vesileyle gözlemimi de paylaşayım. Birikimciler sağmış solmuş, ev içi merkezi siyasetlerle barışmaya, demokratikleşmeyi doğrudan toplumdan değil de, dolaylı yoldan seçilmişlerden beklemeye daha meyilliler. Birkan daha sosyalist solda, kurumlardansa daha sokaktan (Ah, gördünüz mü, yine evsiz!) bir hat izliyor desem kimseye haksızlık etmiş olmam sanıyorum.
O yazıyı pek çok arkadaşım gibi ben de birkaç defa okudum. Birkan’ın tartışma alanına girmenin yazıya da, kitaba da bir katkı sağlayacağını sanmıyorum. Ama Özel ve ekürilerinin söylediklerinde teknik açıdan da çok fazla sorun var sanıyorum. Özelgillerin barıştığı anlamıyla ben Türk müziğiyle, camileriyle, mimarisiyle barışamıyorum. Özel ve arkadaşlarının barışa ve de huzura erip de dinlediği Türk müziği tam olarak kimin, kimlerin müziği, onu da bu yaşa geldim bilmedim, bilemiyorum. Baktığım zaman gördüğüm şey, öncesi ve sonrasıyla, Türk sanat musikisiyle Bizans kilise müziği fazlasıyla iç içe; bir öykü-roman üslubu gibi Türk camileri ile Ortodoks kiliselerinin pek çoğu biri diğerinin devamı, hatta neredeyse ikizi. Balyan ailesine mensup mimarların yaptığı camilerle pek çok Ermeni kilisesi birbirini tamamladığı gibi, Mahmut Paşa Camii gibi insanı Belgrad’a, Sarayevo’ya, Banja Luka’ya doğru yolculuğa çıkaran camiler de cabası. Türkiye’yi, Türkçeyi kuşkusuz seviyorum ama bunun için halka küsme yahut onunla barış anlaşması imzalama gereksinimi duymuyorum. Baktığım yerde Bu Ülke’nin dünya ile bağını gördüğüm için onunla muhabbetim var zaten. Lakin şunu da vurgulamak gerekir: Cumhuriyet Türkiyesi Osmanlı’da olduğu gibi en azından tarihten aldığı sivilizasyonu dahi sürdürmekten aciz. Bu Türkiye’ye, özellikle de bu acze İslamcılar fazlasıyla dahil. Ermeni soykırımı ve devamında Cumhuriyet’in iç temizlik hareketlerinin neredeyse tamamında kıyıcı olarak İslamcı milisler hazır bulunmuşlardır. Özel ve tayfasının “barıştım” dediği bütün bu cinayetler olsa gerek. Yine aynı yazıda bahsi geçen Ahmet Turan Alkan’ın yakın zamanda iktidara ve onun suç ortaklarına önce kostaklandığını, “boynumu kesecek olan bıçağı yalamam” dediği, sonra da biat ettiği pek çoğumuzun dikkatinden kaçmamıştır. Her ne kadar iktidar sahiplerini öven, onlar karşısında diz çöken bu yazının üslubu Ahmet Turan Alkan’ın yazı üslubunu bilenlerce yadırgandıysa da, böyle de bir durumla karşı karşıyayız. Bunu yakın tarihin ironisi de sayabiliriz ayrıca. 1980 darbesinin nimetlerinden yararlanmaya kalkıyor, onun öldüremediği solcu ahaliyi siz linç ediyor ve eve çağırıyorsunuz. Âli bulduğunuz devletinizin önünde bu haylaz çocuklar güya diz çökecekler. Ve fakat bilediğiniz bıçak gelip size musallat oluyor.
İster istemez Birkan’dan çok da uzağa gidemiyor, Turgut Uyar’ın bir başka şiirini anımsıyorum: “Ey bilene / Bilene tükenen bıçak / Bir şeyler yap / Eskimeden gökyüzünün kutlu maviliği”
Entelektüel: Toplum ile Yalnızlık Arasında
Dünyayı bir kenara bırakalım. Genelde Asya’da, özelde de Türkiye’de dünyanın merkezinde yaşadığımız kanısı çok baskındır. Bizden ötesi bir tür uvertürdür. Soldan sağa böyle bir anlayış alır yürür. Solun söylemi Yunus’un, Pir Sultan’ın, Nâzım’ın şiirinin bizimle olduğuysa eğer, sağınki daha sığdır. Biz burada dünyayı ele geçiren Yahudi tefeciliğine direniyoruzdur. İran ABD’nin önündeki barikattır. Rusya ve Çin Allah’ın izniyle emperyalizmin işini bitirecektir. İçe kapalılık beraberinde halka, işçi sınıfına, yoksullara karşı sağ saldırganlığı getirdiği gibi, sol aldırışsızlığı, duyarsızlığı da yedeğine alabiliyor. Fakirler en çok seçim zamanlarında anımsanır. Bütün bunlara karşın bir de kendi kendisini örgütleyen bir sol vardır. Grev yapan işçiler, madenlere inmeyen işçiler, Gezi Parkı’nda da yaşandığı gibi bir araya gelen toplum katmanları… İrili ufaklı bütün bu eylemler sola adeta “sen neden burada değilsin, neden mücadelemizi süreklileştiremiyoruz” der gibidir. Birkan’dan aktaracak olursak:
“Ama bunu en başta kendimiz için yaptığımızı biliyoruz, o yüzden “küsme”ye, ihanete uğramışlık hislerine kapılmaya hakkımız yok. Kimse bize söz vermedi ki, bunu talep eden biziz. Halkı ikna etmekle sorumlu olan biziz, bu sorumluluğu biz kendimiz üstlendik, başaramadıysak bu bizim sorunumuz.” (Demek ki “insanlık bunu gerektirir” diye haykırmaktan daha iyi bir stratejiye, daha geçirgen bir dile –bu anlamda Rortyciliğe–, insanların gündelik, spesifik sorunlarına çözüm bulmaya –başka türlü sizi neden dinlesinler ki?– daha fazla özen gösteren bir politikaya –o anlamda Foucaultculuğa– ihtiyacımız var. Bu da postmodernizmin bize katkısı.) (Sol: Evin Reddi, s. 58)
Bu söylenenlerden şöyle bir şey de anlayabiliriz pekâlâ. ‘Sosyalistler’ olmadan da solun eylemlerini gerçekleştiren bu işçileri, “(çünkü greve gidiyorlar)” çevre eylemcisi köylüleri, HES ve JES gibi toprağa ve suya yapılan saldırıları tepkiyle karşılayan, kendi alanında örgütlenen halkı solun dünya görüşüyle de buluşturmak gerekmez mi? Seneler geçtikçe sol işçi havzalarındaki, köylerdeki etkinliğini çok daha fazla kaybediyor ama bundan bir rahatsızlık da duymuyor sanki. Şöylesi bir yanılsama onun rahatlamasına yol açıyor: Nasılsa işçiler greve gidiyor, nasılsa Artvin’den Tunceli’ye kısmen de olsa sermaye memleketin her yerinde direnişlerle karşılaşıyor. Haliyle biz onunla dayanışarak, onun eylemlerine eşlik ederek de var olabiliriz. Gazetelerimizde bu direnişlerin haberlerini yapar, YouTube hesaplarımızda videolarını yayınlarız, yanlarında olduğumuzu hissettiririz. Bu kopukluğa elbette kimse böyle, adını koyarak rıza göstermiyor ama fiiliyat da bu esasen. Solda sebebi tam olarak nedir bilinmez, çok yaygın bir ‘madene inme, cevheri bulma’ korkusu var. “Halk içinde, onunla birlikte mücadele edersek halk bizi unutur, okka altına gideriz” kaygısı çok baskın. Ama biraz, “biz sustuğumuzda, yeterince örgütlenmediğimizde Soma’da, madende bir defada 301 işçi öldürülebiliyor, işçi yakınları devletçe tartaklanıyor” da diyebilse keşke aynı sol.
Eylemsizliğin, bilginin paylaşılmamasının yarattığı diğer bir sorun ise şu: Bütün insan toplumlarında sıklıkla ırkçılık, yerellik, ne bileyim, sömürünün yeniden üretileceği aygıtlar hep neşet eder; siz fikirlerinizi yaygınlaştırmadığınızda, bugün yanına gittiğiniz TEKEL işçisini yarın karşınızda bulabilirsiniz. Hakkı-hukuku için son derece gözü kara olan bu işçileri yarın bir yerde Alevilere yahut Kürtlere saldırırken, Suriyeli komşularının hayatlarını yağmalarken gördüğünüzde ne yapacaksınız? Onlara eşlik edemeyecek ama birkaç ay önce övündüğünüz direnişçi işçileri bu defa “yağmacılar, çapulcular Suriyelilere saldırdı” deyip yereceksinizdir. Emekçi sınıflardaki bu ağır milliyetçiliği aşmak için de solun parlamento kadar üniversiteler, dernekler ve gazete bürolarından da başını kaldırıp bu havzalara artık bir bakması gerekir. Yaşadığınız, çalıştığınız alanlar elbette değerlidir, ama siz eğer bir sermaye birikimini savunmuyor, oluşturmaya uğraşmıyorsanız, işçileri, banliyö emekçilerini vs. öyle kolay kolay gözden çıkaramazsınız. Zahmet edip uğramadığınız o mahallelerde AVM’ler, kitapçı zincirleri faaliyet gösteriyordur. Hatta birileri oralarda da Ranciere, Karatani, David Graeber falan okuyordur. Ve haklı olarak siz merkezde yaşayanlardan, onlar adına konuşup onların yaşadığı hayatları görmediğiniz için nefret bile ediyordur.
Birkan 2004 tarihli bu yazısında şöylesi bir talepte bulunuyor:
“Mesela sonsuz ve etkisi çok sınırlı medya eleştirileri yazmak yerine alternatif popüler medyalar yaratmak, dizi film analizi yapmak kadar dizi film yazmaya da mesai harcamak gerekir.” (Sol: Evin Reddi, s. 61)
Bu çok yerinde talebin, içinde yaşadığımız 2021 yılının Ocak ayının son günlerinde, yani 17 yıl sonra bir karşılık bulduğunu söyleyebilir miyiz? Bu bahiste ben şahsen emekçilerin, kadınların, yer yer doğanın Twitter’da laik, demokrat/ik, hatta feminist takılan, lakin televizyon ekranlarında aksi bir canavara dönüşen bu entelektüellerin ihanetine uğradığını düşünüyorum. 2004 ve sonraki yıllarda özellikle televizyona iş yapan entelektüeller Kıbrıs’ın ilhakı, kadın cinayetleri, kadına şiddet, doğanın talanı bahsinde o kadar da iyi bir sicile sahip değiller. Pek çoğu sol-sosyalist gazetelerde köşe yazarı, şu-bu da olabilen bu insanları eleştirdiğinizde aldığınız cevaplardan en terbiyelisi, “yazarken özgür değiliz” oluyor. Eh, biz de çalışırken özgür değiliz! Greve çıkan işçiler aylarca parasız pulsuz kalabiliyor, pek çoğu kira ödeyemediği için evden atılıyor (bakın yine ev kira) ama yine de haysiyetlerinden ödün vermiyorlar. Diyeceğim Murathan Mungan’ın ısrarla TV dizileri için senaryo yazmaması, yine Zeki Demirkubuz’un Masumiyet filmini dizicilere kaptırmaması, hatta pek çok entelektüelin televizyona çıkmaktansa “marjinal kalmayı” tercih etmesi, kitaplarını ekranlarda tanıtmaması, bütün bunlar doğru tavırlar.
Birkan’ın murad ettiği anlamda da elbette çalışabilir sol entelektüeller, çalışmalılar da. Akla Edouard Louis örneği geliyor. Edebi açıdan değilse de devrimci içeriğiyle belli bir etki uyandıran Babamı Kim Öldürdü adlı romanı Türkiye dahil bütün Avrupa’da tiyatroya uyarlandı, sahnelendi, kitlelerde belli bir etki uyandırmayı da başardı.
Birkan’ın bir başka yazısında, “Mutenalaştırma Tahlilleri”nde sorduğu üzere:
“Bizde yoksulların duygu evreninde üst sınıfların temsil ettiği hayat tarzı karşısında epeydir kinden çok arzu, hasetten çok imrenme ve özenme (elbette ilk duygularla karışık vaziyette) devrede olmasın sakın?” (Sol: Evin Reddi, s. 77)
Kuşkusuz devrededir ama buna kimler göz göre göre katkı sunuyordur acaba? Geniş anlamıyla solun, daha dar anlamıyla sosyalist yazarların bu dünyayı değiştirmektense ona ayak uydurma arzusuna katkıları yadsınabilir mi? Bence yadsınmamalı. Elbette bu tür bir yanılsamanın temelde devletin teşvikiyle gerçekleştiğini de unutmadan söylüyorum bunu. İnsanın aklına 6/7 Eylül yağma günleri gelmez mi hiç? Üst üste giyilmiş kürkler, ceplerden sarkan altın, gümüş dolu keseler. Bir gün içinde, bir kaç saat içinde daha önce hayali dahi kurulamayacak paralara sahip olmalar, Ermenilerin Rumların can korkusuyla boş bıraktığı, bir anda Türkleşen dükkanlar, bu yanılsamanın toplumda ete kemiğe bürünmesine neden olan bazı etkenlerden yalnızca biri ikisidir kuşkusuz…
Birkan andığım yazıda tam aksi yönde bir eleştiri geliştiriyor ve haklı da bence. Birçok mutenalaştırıcıya kulak verecek olursak kolaylıkla Hrant Dink’i de yoksulların öldürdüğünü söylebiliriz. Evet yoksul kitleler de kuşkusuz ağır manipülasyon altında, dolayısıyla Dink’e öfkelenmiş olabilirler ama cinayetin sahibi her ne kadar suçu bir elim yaptı, bir ayağım yaptı diyerek uzaklara itmeye çalışıyorsa da gövdesini gizleyemiyor.
Ayrıca belirtmek gerekir ki, “Mutenelaştırma Tahlilleri” eleştirinin Türkçede ne denli karşılıksız kaldığını da anlatır, hoş bir yazıdır. Biri kulağınıza fısıldıyor gibidir; görmek istediğinizi görün, esas faili gözden kaçırın, istediğiniz kadar konuşun. “Faşizm susma mecburiyeti değil, konuşma zorunluluğudur” derken Barthes Türkiye’deki bu tür saldırılara verilen sıcak tepkiyi de betimlemiş olmuyor muydu acaba? Yahut döndük dolaştık, Can Yücel’in Türkçe söylediğine geldik yine: “Taş var köpek var / Ama kralın köpek / Sıkıysa at taşı.” Burada fena halde kitabın ilk yazısına dönmüyor muyuz? Özel eski arkadaşlarının Sivas’ta yakılmasından memnundur; sıcak tepki verenler Tophane’de ne olursa olsun, tepkiyi sözüm ona yoksullar, alt sınıflar verdiği için mutludur. Taşı gediğine oturtamadığında böyle oluyor demek…
“Bir Son Duygusu”
Daha önce Gazete Duvar’da yayınlanan bu yazıda şöyle bir cümle var:
“21. yüzyıl yeni bir yüzyıl değil de, gittikçe artan dijitalleşmeye eski yüzyılların pastişlerinin yamanmasından ibaret bir kolaj hissi veriyor insana. Zamanlar da, zamanla ilişkimiz de çığrından çıkmış gibi.” (Sol: Evin Reddi, s. 88)
Evet, bu bence de hatırda tutmaya değer bir cümle. Madem yazı yazıyoruz, matbuata bir bakalım, kim ne yazıyor da bir önceki yüzyılın ötesinde bir şeyler çıkarabiliyor. Hani nerede fütüristler, ütopikler, distopyacılar? İnandırıcılıkları nereye kayboldu bütün bu insanların? Ne anarşist yazar Antoni Casas Ross’un Son Devrimin Güncesi adlı romanı iyi bir roman okudum hissiyle dolmama yetiyor ne William Genazino’nun Mutluluk Günlerinde Mutsuzluk adlı novella’sını okuduğumda roman okudum hissine kapılabiliyorum. Evet, pek çokları gibi ben de La Casa Del Papel’i ilgiyle izledim. Ama “gerçek olamayacak kadar güzel” diyerek izledim. Oysa Platonov’dan Dovlatov’a birçok yazar bütün o yıkıma, yenilgiye rağmen tam da gerçekliğini koruduğu için yıllarca aklıma takılıp kalıyor, benimle çalışıp yoruluyor, oturup dinleniyor, maaşımdan kendi paylarını bile bana sormadan alıyorlar.
Yanı sıra şöyle bir şerh düşmek de yerinde olmaz mı? Bu denli görsel bir çağ, bulvar duvarlarından, kanal boylarına, Kafka’nın Değişim’inin, Dava’sının görüldüğü şehir vizyonlarından sinema salonlarına, televizyonlardan YouTube hesaplarına, Netflix’ten tutun da fabrika işçilerine her şeyin bir içeriğe, oyuna dönüştürüldüğü, günün de kaybedildiği böyle bir zamanda yaşamanın ötesinde oynamayı tercih etmez mi insan? Yüzyılın ilk 20 yılı insan topluluklarına yaşamanın ötesinde doyumsuz bir çocukluk oyunu oynama şansı da verdi. Muazzam bir geçmiş, onun korkunç yıkıntıları vardı ellerinde. Şimdilerde durum farklılık arz etmiyor mu? Esasında yaşamak dediğimiz şey dünyanın büyük bir bölümünde kuraklıkla, koronavirüs pandemisiyle birlikte başlıyor gibime geliyor... Büyük işçi grevleri, iklim grevleri, ekonomik çırpınışlar, bizi zamanımızla ilişkimizi düzenlemeye çağırmıyor mu?
Auerbach’dan Said’e
Yazının başlığı bu değil elbette. Çarpıtıyorum ey ahali, başlığı özetliyorum. Bu yazıda Birkan, Edward Said’e yakınlığını ifade ettiği gibi, onu Auerbach üzerinden çok da yerinde eleştiriyor.
Ama yazının bir yerinde şöyle bir cümle de var kaş kaldırtan:
“Türk yazarlar, sinemacılar, akademisyenler vs. Avrupa’daki muadilleri tarafından Türkiye’deki rejimin resmî temsilcileriymiş muamelesi görmekten bıktılar. Hep AB ile, Kürt meselesi ile, İslam’da kadının yeriyle, 1915’te Ermenilere yapılan gaddarlıklarla vs. ile ilgili ve hep aynı sorularla sorguya çekilmekten, İslam adına ya da Türk devletinin yetkilileri tarafından yapılan yanlışlar yüzünden düpedüz azarlanmaktan usandılar.” (Sol: Evin Reddi, s. 126)
Bahsedildiği biçimiyle kim azarlanabilmiştir bir bilgim yok ama bazı istisnai yayıncılar, yazarlar dışında entelektüellerin pek çoğu bazı Avrupalı sol demokratik muadilleri tarafından yerden yere vurulsa, bu yerinde bir davranış olurdu kanısındayım. Bütün bu gruplarla, gaddarlıklarla ilgili inanılmaz bir suskunluk duyarsızlık söz konusu. Israrla çalışılmayan alanlar bunlar. Bir de Türkiye’ye araştırma, öğrenim görme amacıyla gelen gazetecilerin, öğrencilerin Kürtler üzerine saha araştırmalarıyla, Ermeni soykırımı üzerine gözlemlerle evlerine döndüğünü, özellikle Batıda ama yanı sıra Çin’de, Japonya’da, Rusya ve Latin Amerika’da Türkiye’den çok Türkiye’nin tarihsel ve hatta sınıfsal meseleleri üzerine kafa patlatıldığını düşünürsek, Birkan’ın en dinamik yazılarından biri olan “Auerbach İstanbul’da” makalesinin zaafının bu cümle olduğunu düşünebiliriz ama böylece de acele etmiş, aşırı-yorumda bulunmuş oluruz. Muharrir’i ve başka pek çok çalışmasını okumuş olanlar Birkan’ın resmî ideolojiye pabuç bırakmayacağını bilirler. Birkan bizlerin de sürekli şiddetine maruz kaldığı Avrupa-merkezcilerden bahsediyor olmalı. Kendi devletlerini eleştirmeye yanaşmazlar, onlar demokratikleşmeyi (akla Ranciere geliyor, özellikle de Demokrasi Nefreti. “Bu bir demokrasi değil efendiler” mi demeliyiz?) başarmıştır. Bizi bir dövmedikleri kalır; en fazla ‘Türk filmi’ çekmiş, ‘Türk işçisinin öyküsünü’ yazmışızdır.
Burada Birkan Saidyen yayıncılıktan söz ediyor. Kendisi kuşkusuz yazar ve yayıncı olarak Saidvari bir eylem gerçekleştiriyor, entelektüel dağarcığımızın gelişmesine önemli katkılarda bulundu, bulunuyor ama bu alanda da çok az kişiden biri olduğu gerçeğini teslim etmek gerekir.
O halde Birkan’ın kulak vermemizi istediği Ranciere’in sözleriyle bağlayalım bu yazı bahsini de:
“O zaman sorun sadece ‘siyasal bir sorun’la yüzleşmek değildir. Sorun siyaseti yeniden icat etmektir.”
Taşraya Bahar Hiç Gelmez mi?
Birkan’ın yazılarını okuyanlar anımsarlar, edebiyat okurluğu su götürmez ama o bununla da yetinmez. Yazılarını sadece edebi tekniklerle değil, başka pek çok sürprizle sürdürür. Editörlüğü, çok okuması, çok yayınlaması onu okurla fazlasıyla empati kurmaya itmiştir. Az ama temiz yazmayı kafaya koymuş gibidir. Kitapta da yer alan (ama daha önce bir başka kitabın parçası olan) bir yazıdan örnekleyecek olursak durum şöyledir:
“Görsel klişelerle yoğrulmuş bu ‘düşünce-öncesi’ düzeyde bir süre daha kalalım ama biz taşraya ‘bakarken’. Zira bu bakış bizim yerimize düşünüyor çoğu zaman, daha biz tek kelime edemeden hükmünü çoktan vermiş oluyor. Vertov’un Sovyet avangardının doruk noktalarından birini oluşturan (ama tabii ki sonradan bütün avangard deneyler gibi makus talihine yenilerek sinema ve reklamcılık endüstrisine yıllarca sömüreceği zenginlikte teknik malzeme sağlamış olan) Kameralı Adam filmini, ama tabii ki kâğıt üzerinde model alıp elimizde kamera, kasabaya dalalım.” (Taşraya Bakmak içinde, der., Tanıl Bora, İletişim Yay., s. 303)
Yazıda Birkan taşrayı inceleyecektir. Önce içimizi şişiren, dudak büktüğümüz, izlediğimizde kompozisyonuna inanmakta güçlük çektiğimiz taşra filmlerini betimler elinde kalemi, kamerasıyla. Tekniği oldukça ilginçtir. Latife Tekin’in ikinci romanı Berci Kristin Çöp Masalları’nı anımsatır. Ama Çöp Masalları romanın ötesinde bir şeydir. Bir anlatıcı vardır, fakat adında masal sözcüğü olduğu için öyküsü anlatılan, İranlı diyelim onun adına biz, işte o görünürde yoktur; mahalleli, ahali vardır. Çöplükten bir şehir meydana getirecek olan halk. Roman açısından bu tartışılabilir bir durum, tıpkı Türkiye gibi. Herkesin sesi, sözü var ama esasında konuşan kim, onu duyamıyoruz bir türlü. Yoksa dünyanın sonunu bu herkesin konuştuğu, kimsenin en yakınını bile dinlemediği gürültü mü getirecek? Ama ya biri ayağa kalkar ve “gevezelik yeter” derse. Birkan, Latife Tekin’e yakın bir panoramayı taşra filmleri üzerinden kuruyor. Ama ilk sahnelerde göze çarpan, Birkan’ın bu filmler üzerine izlenimleri filmlerin aksine, çok daha akışkandır. Bir belgesel sinemacı olasınız, bu eleştiriyi geliştirip filme çekesiniz gelir, o denli yaratıcı bir fikirle eleştiriyor. Burada ilgi çeken öyküleme tekniğidir. Eleştiriyi yarı kurmaca bir dille oluşturmayı başarıyor. Yazıyı okurken Çöp Masalları’nı bundan dolayı andım sanırım. İnsan yazı yazıyorken Tekin gibi zamları, yoksulluğu, yoksunluğu, (zam, zulüm, işkence, işte faşizm) yahut Birkan gibi, olmamışlığı, hamlığı, konusuna yabancılığı öfkeyle, doğrudan siyasi doğrulukla eleştirmez öyle her zaman. Çoğu zaman da bir dil, bir öyküleme biçimi önererek çıkar meydana. Yok saymıyor, yadsımıyor, ama yönetmenin oyununa da katılamıyordur. Eleştirilenin “çok biliyorsun, o halde daha iyisini sen yap” demesini duymamak için yapar yapacağını.
Örnekleyecek olursak:
“... mesela ağaçların şehirli göze hep aynı gelen yeşil-sarı tonlarını seyretmeyi büyük caddelerin ‘ışıltısı’ içinde duyularını körleştirmeye tercih ettikleri için; mesela şehrin pusu içinde çoğunlukla kaybolan yıldızları görebilmek için; şehrin insanı önüne katıp sürükleyen, durmak bilmeyen insan ve araç trafiğinin iyice belirginleştirdiği hızlı temposu içinde asla zaman bulunamayan iç hesaplaşmayı taşranın yavaşlığı içinde geniş geniş yapabildikleri için; bütün bunlar bir yana, basitçe kalabalıktan hazzetmedikleri için vs. yerlerinde, memleketlerinde kalmak isteyebilecekleri dikkate bile alınmaz bu tür bir-kavrukluk-veya-donukluk olarak taşra imgelerinde ve bunları basitçe yeniden üretmekle yetinen eserlerde. Nabokov bir yerlerde sıradan Amerikalı zihniyeti için en büyük skandalın mutlu bir beyaz kadın-zenci erkek çifti olduğunu söylüyordu yanlış hatırlamıyorsam.” (Sol: Evin Reddi, s. 133)
Kitaba dair benim düşüncelerim, marja düştüğüm notlar da bunlar oldu işte.
Kitabın dipnotlarından birinde arkadaşım Suphi Nejat Ağırnaslı ile karşılaşmak bana bir hayli iyi geldi. Kısa bir an için olsa bile onu görmüş kadar oldum, sevindim.
•