"Bulut, evrenin sonsuz büyüklüğünün yarattığı boşluğa, bilinmeyenin, dile gelmeyenin yarığına düşürülmüş ince bir dolgu, dile gelmenin öncesindeki buğu, bir türlü yakalanmayacak mana arayışının izleri, yol işaretleri yahut nazik kırılgan çabaları olarak okunmaya müsaittir."
22 Nisan 2021 16:41
“Neyi seviyorsun muhteşem yabancı?
–Bulutları seviyorum, şuradan geçip giden bulutları,
Harikulade bulutları”
Baudelaire, Yabancı
Bir yeri kazan veya yıkan kepçe vb. iş makinelerine durup bakma ve makineleri izlemekten kendini alıkoymama durumu çoğu insanın malumu. Üstelik sadece tekil bir izleme eylemi değil bu, birçok insanın aynı şeye durup/bakma paydası üzerinde bir araya geldiği kolektif bir seyirlik. İş makinelerine bakma, bakmadan geçememenin hangi güdü ile yapıldığı pek aşikâr olmasa da, bir zamanlar bulutlara bakmanın, onlarla söyleşmenin uzun bir mesaisi ve bu mesainin neticesi olan ciddi sanatsal üretimlerin mevcut olduğunu hatırlamak gerekir. Başta resme, şiire, denemelere konu olan bulut mesaisi uzun süredir hem kendisi hem de çağrıştırdıklarıyla hayatımızdan çıkmış görünüyor. İnsanı uzun bir müddet çeşitli güdülerle düşündüren, haz veren, avutan şeylerin varlıkları kadar yoklukları da bir iz bırakır. Varlığı ve mesaisi biten bu temaşanın/temsilin yokluğunun neye karşılık gelebileceği bu yazının yazılma amaçlarından biri. Bulutlarla söyleşmeyi, varlıklarını ve mesaisini dert etmeyi “faydacı bakış” beyhudelik olarak addetse de, bakılmamaktan kaynaklı bir sıkıntının ya da bir boşluğun doğmayacağını söyleyemeyiz. Çünkü bir buluta dönüp bakmamakla her şey bitmiyor; onlara bakamadığımızdan, temsil ettiği şeylerle münasebetimizin kesilmesinden geriye açılan bir boşluğun hâsıl olması kuvvetle muhtemeldir. Yine bu boşluğun kopan bir münasebetten geldiğini anlamaya vakit bulamayacak kadar meşgul olunsa bile, bulutların bize esefle bakmaya devam ettiği pekâlâ düşünülebilir. Bu tek taraflı bakmanın bir bakışmaya evrilmeyişinin ruhsal bir enerji tıkanıklığına yol açacağını söylemek aşırı yorum olmasa gerek.
Bu yüzden geçmişe ait unutulan birçok jest gibi gökyüzüne bakmayı, hele bulutlardan haber, haz ve düşünce devşirmeyi neden, nasıl unuttuk gibi soruların önemli sorular gibi geliyor bana. Belki Tanrının ve birçok ulvi şeyin ikametgâhı olan semaya bakmaktan vazgeçmek Tanrısal olanın ölümüyle de alakalıdır. Elbette derinde yatan soyut faktörler kadar maddi faktörleri de göz ardı etmemek lazım. Bu minval üzerine bizi temaşadan alıkoyan, insanla gök arasına perde çeken binaları, gökdelenleri, maişet derdindeki insanların kıyımına uğrayan zamanı, niteliğin nicelik karşısında yenilgisini ve gözümüzü ayıramadığımız telefon ekranlarını da hesaba katmak lazım gelir.
Bulutun sanatsal bakiyesi
İngiliz sanat eleştirmeni, büyük estet John Ruskin’in biri 4 Şubat, diğeri 11 Şubat 1884 tarihli On Dokuzuncu Yüzyılın Fırtına Bulutu adı altında iki ders vermişliği vardır. Ruskin bu derslerde bulutları hem meteorolojik hem de sanatsal karşılıkları açısından el almaya çalışır. Ders notları boyunca bulutları şekil, renk ve eylemleri açısından ele alırken sadece beyaz, gri ve kara bulutlar olmadığı görüşünün altını çizen Ruskin, bulutların ufuk ve gökle terkibinden doğan başka harikulade renk cümbüşüne dikkat çeker. Bu renk tayfından ve bulut şekillerinden bahsederken kullandığı tanımlar bulutların lügatinin ne kadar zengin olduğunu ve derin bir muhabbete teşne olabileceğini gösterir. Bulutların aldığı olası renkleri “Mavi, yeşil renk, yine bu iki rengin karşıtı olan vermiyon, yakut ton, yoğun parlak bronz, sur kırmızısı, Bizans imparatorluk moru, soluk kehribar”diye kaydederken, renklerin yanı sıra, “Fırtına, modern musibet bulutu, Beyaz Keşiler, Siyah Keşiler” gibi yakıştırmalar, “Süvari birliği, Gelin Gibi, Vaftiz edilecek Yeni Mürit” gibi benzetmelerle bulut çeşitliliğinin altını çizer.
Ortaçağdan 18. yüzyıla kadar resim sanatının vazgeçilmezi olan bulutların, (Correggio, Claude Lorrain, Prout, Felding, Harding, Turner…) ana figürlere nazik bir katılık, saydam bir mekân, çerçeveye derinlik katan “araç”, boşlukları örtecek öteberi, resmi tamamlayacak bir kompozisyon işlevi görmenin yanında, bunların ötesinde çeşitli mana ve bazı örtük niyetlerin içini doldurmaya imkân verdiğini söyleyebiliriz. (Bkz. konu için geniş çaplı bir okuma imkânı sunan Hubert Damisch’in Bulut Kuramı eseri.)
“Tanrı’nın kudretine hiçbir şey gökyüzü gibi şahitlik edemez, bulutlar da bu sistemde insanın gözüne ve ciğerine sunulan hava gibidir” diyen Ruskin bulutun meteoroloji ve astroloji sahasının kullanımları dışında birçok soyut hissiyat ve niyete karşılık gelebilecek bir fenomen olduğunun üzerinde durur. Resim sanatı dışında bulutların birçok romantik ve modern şairin şiirlerinde yer aldığını (Baudelaire, Mallarmé, Rilke, Trakl) da göz önünde bulundurursak, günümüzde uzun süredir edebi bir imge olmaktan da çıktığını belirtmeliyiz.
Ama bu yazıda amacım sanatsal ve edebi açıdan bulut fenomenini incelemek değil. Ondan ziyade, bu bakiyeyi kıyısından köşesinden hatırlatarak bir biçimde kaybolan, bir durup bekleme, bakıp düşünme, izleyip haz ve dinginlik devşirme jesti olarak okuma niyetindeyim. Doğayla bozulan diyaloğun tekrar tesis edilmesine bir çağrı olabilir bulutlara bakmak, onun hayatımızdaki yokluğunun nelere yol açtığına, dolayısıyla bulutlara bakmanın bize neler katabileceğine değinmek mümkün… Çağımızda sıkıntısını yaşadığımız, hep şikâyette bulunduğumuz hız ve tüketimin karşısında kullanışlı ilaçlardan biri olarak…
Bulutlara övgü
Esnek, saydam, puslu yapısı, zengin renk ve figüratif kapasitesiyle birçok hissiyatın ve düşüncenin temsiline her zaman göz kırpacak bir şeydir bulut. Bulut, evrenin sonsuz büyüklüğünün yarattığı boşluğa, bilinmeyenin, dile gelmeyenin yarığına düşürülmüş ince bir dolgu, dile gelmenin öncesindeki buğu, bir türlü yakalanmayacak mana arayışının izleri, yol işaretleri yahut nazik kırılgan çabaları olarak okunmaya müsaittir. Evren karşısında insanlığın, insanlık içinde ferdin kısa ömrünün toz ve rüzgâra dönüşen hatırasının hatırlatıcı nişanesi olarak görülmeye de müsaittir. Bulut aldığını verebilir (buhar ve yağmur ilişkisi), vefalıdır, başlangıç ve sonunu görür, kibre kapılmaz, yeryüzü ile kurmuş olduğu ilişkide yaşamın döngüselliğini (sıvı, gaz, sıvı) hatırlatır bize. Öte yandan, geçip giden ömrün sallanan mendillerini andıran bulutun estetik açıdan birçok itkinin, niyetin, hazzın yanı başında belirmeye uygun bir aura’sı vardır. Estetik veçhelerine şairlerin yeterince mesai harcadığını hatırlamak yeterlidir.
Gökte bir iyi niyet gibi duran pamuksu bulutlar bize yavaşlamayı, fayda beklemeden bir şeye bakmayı ve sevmeyi öğretebilirler. Semanın sonsuzluğundan süzülen bulutlar , semanın büyüklüğüne ve onun vakur duruşuna, görüp geçirmişliğine dikkatimizi çekerler, faniliği ve sonluluğu hatırlatırlar. Bu yönüyle Ozymandias’ın gökte kalan parçası gibidirler. Kendimizle baş başa kalmanın, şimdiyi yaşayabilmenin imkânını bahşetmesiyle, sema ve onun çağırdığı tüm zamanların eski büyük güçleri, eski/yeni büyük korkuları aynı yaşam zincirine dizerek geçmişle (geçip gidene teşne olanla) vefalı bir teması telakki etmesiyle de durup izlenmeyi hak ederler.
Bulutlardan kurbağalara
Bulutlara bakmayı unutmayı yahut terk etmeyi zamanımıza, şimdiye hemen iliştirmenin tüm kabahatini günümüz insanına yüklemenin doğru olmayacağı kanısındayım. Şimdiye gelmeden, belki önceden yaşanmış, tanımlanmaya ve anlaşılmaya çalışılmış bir merhaleye değinmek gerekir. Bu merhalenin en yoğun ve güzel ifadesini bulduğunu düşündüğüm Edip Cansever’in “Çağrılmayan Yakup” şiirinde betimlediği Kurbağalara Bakmak safhasıdır. Şiiri kısaca hatırlayalım:
“Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup / Bunu kendine üç kere söyledi / ki kalabalıktılar, kurbağalar / O kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşırdım / Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli.”
Kurbağalara bakmayı, bakmak durumunda kalmayı ya da onu yapabilmeyi bir çıkışsızlığın, yalnızlığın ve bunların imlediği bir eksikliğin adı/tanımı gibi ele alıyor şiir. Modern insanı ve onun “küçük” dertlerini, kaygılarını merkeze alan “İkinci Yeni” şiirinin ana temasına sıkıca bağlı olan söz konusu şiire günümüzden bakıldığında bu yalnızlık ve çaresizliğin tınısının değiştiği, hatta meziyet değilse bile meziyete ulanan olumlu bir yönün olduğu, olabileceği düşünülebilir. Şairin zarafet dolu ama karamsar şiirinin bir zaman olumlu bir manaya doğru evirileceğini düşünüp düşünmediği sorusu bir tarafa, şiirin bitmeyen, ileriye uzanan, kendini çoğaltan ve söylediği kadar söyleyebileceklerini de doğuran bir şiir olması hesabıyla bu soru hükümsüz de kalabilir. Kurbağalara Bakmak olumsuz bir kisveye bürünmeye meyilli olsa da, “bir şey olduğu” için hâlâ ele avuca gelen bir hacmi olduğu, kendi başına bir mananın içini doldurabildiği için bir şeydir. Kendi yalnızlığının farkına varma, gocunmayıp onu sakince taşıyabilme, yalnızlığının kütlesinin dokunulur, konuşulur olması ve dahası insanın onunla yarenlik edebilmesi buradan/şimdiden bakılınca “gıpta” edilecek bir hale benziyor. Kurbağalara bakmaya giden, oradan dönen, bunu söyleyen, söylediğinden bir aksiseda işitmeyi umanın zamanından önce gelir bulutlara bakılmanın terk edilmesi. Bulutlardan yüz çevirmenin arifesinde verdi John Ruskin derslerini, ondan kurbağalara bakmaya kadar geçen yüz yılı aşkın sürede bu iki ahvalin birbiriyle ilişkili olduğunu düşünebiliriz. Öncesinin bakmamakla, ikincinin bakmakla benzeşmediğini, birbirini ittiğini söylemek yüzeysel bir bakış olacaktır kanımca. İki ahvalin/eylemin daralan, uçuculaşan bir alanda birbiriyle rabıtalı olduğu görünürdür zira. Geniş bakmaların, genişlikte vücut bulmuş varlıkların (Sema, Bulut, Tanrı, Melekler) olduğu bir zamanda bulutlara bakılır, onlarla söyleşilirdi. Elbette sadece bulutlar değil, tan ve grup vakti, mevsim döngüleri, rüzgâr, deniz, dalgalar ve yıldızlarla (yıldız mefhumu kendi başına ayrı bir yazıyı hak edecek veriler sunmaktadır. Yıldızlarla diyalog, bilimin ilerlemesiyle son bulmuş ilişki/iletişim tek taraflı bir bilme ve hükmetme ilişkisine indirgenmiştir) da kurulan diyalog bulutlara bakmaya eşdeğer şeylerdi. Bu yüzden bulutlara bakmayı ya da onları terk etmeyi tüm bu saydıklarımızın da bir temsili olarak ele aldığımızı tekrar hatırlatmış olalım. Onu öteden beri ikametgâh olarak seçen Tanrı’nın hızla geriye çekilip “ölmesiyle”, eskiden geniş bir hareket serbestisi veren gökyüzünün içi boşalmıştır, o artık sınırsızlığını kaybederek evleri başına yıkılan bulutlarla beraber buruşup dertop olmuş, ancak kurbağalara ev sahipliği yapan bir dere/nehir yatağına dönüşmüştür. Gökteki krallık yeryüzüne hızla düşerken ihtişam ve görkemini kaybetmiştir, insanın artık başını kaldırıp bakmasıyla değil, ancak eğilip ayak dibine bakmasıyla karşılaşacağı bir şey haline gelmiştir. Belki göğün yazgısına ağlayan derenin kadirşinaslığıdır kurbağalar. Ne de olsa onları insanlardan çok bulutlar hatırlıyordur. Bulutlarla mesaisini yitiren, onun zamanını kaçıran, gökyüzünü kaybeden, böylece daralan –daralmayı bilen– biri/leri kurbağalara bakmaya gider/gidebilir. Kaybını bilmenin irfanıyla kurulmaya çalışan çaresiz bir rabıta söz konusu sanki. Kurbağalara bakan, orada dönüp bakılmayan bulutları ve ondan geriye kalan büyük boşluğu da görmeye yakın durur. İnsanın sığındığı Tanrı’nın ve onun tüm temsil güzergâhlarının tek tek yok olduğu modern çağda, bir dere yatağının ziyaretinde ulvi bir niyet, bir ferahlama beklenmese de, bu eylemin hâlâ neyi kaybettiğimizi hatırlatacak bir tınısı var. Kurbağa vıraklamalarında (Kurbağalara İnanıyorum yazar[lar]ı buna Şarkı demeyi tercih ediyorlar) Tanrı’yla ya da doğayla kurulmuş münasebetin, yiten anlamının sesi var gibi. Kaybedilen ile mecbur bırakılanın tutunduğu ince bir hat üzerinde Bulutlara Bakmamak ile Kurbağalara Bakmak arasında uzun sürmüş bir diyaloğun cızırtılı son cümleleriyle birbirine yaklaşma ve bağlama çabası görülebilir.
Kurbağalara inanma ihtiyacından şimdiye
Serbest çağrışımın izinde yürürsek, günümüz adına söz almadan önce, adını Çağrılmayan Yakup şiirinden esinlenerek aldığını düşündüğüm ya da eser adının bu şiirde yankılandığı bir söyleşi kitabından ve onun üç yazarından biraz bahsetmek istiyorum. Behçet Çelik, Barış Bıçakçı ve Ayhan Geçgin’in bir yılı aşkın bir sürede Gmail üzerinden edebiyat, sanat, insanlık halleri üzerine yazışmalarını içeren Kurbağalara İnanıyorum adlı ortak eserden. Bu üç yazarın yazma stilleri, konu seçimleri, üslupları ne kadar farklı olursa olsun, alttan alta hepsinin de örtük bazı temalar (yalnızlık, tükenmişlik, çıkışsızlık, darlık, daralmışlık, beyhudelik) aracılığıyla akraba oldukları gözlemlenebilir. Yine bu üç yazarın bulutlara bakmanın mesaisini doğa-insan ilişkisi minvalinde önemseyecekleri çıkarsaması yapılabilir.
Geçgin’in romanlarındaki “tükenmiş” kahramanlar kelime ve kavramların bir anlama gelmekten uzak (dilin/yazının başlangıç ve sonlarındaki fazlalık ya da eksiklikten) kaldığı, hissiyatın atomlarına ayrıldığı yahut bir türlü bir araya gelemediği, yıkık dökük sözcüklerin kalıbından sarktığı, şimdiye gömülü bir “ahir” zamanda/zamanımızda yaşarlar. Mükellef bir portresinin çizildiği dünyaya eşdeğer bir başarıyla benzer bir üslubun eşlik ettiği görülür. Kahramanları, içlerindeki huzursuzluk, sıkıntı ve boşluğun tazyikiyle kimi zaman belirli iki rotada (iş-ev), kimi zaman döngüsel bir rotada durmadan gidip gelen –aynı zamanda bir iç yolculuktur bu– kişilerdir. Geçgin’in Kenarda ve Uzun Yürüyüş adlı romanlarındaki kahramanlarının yazı boyunca kastettiğimiz minvalde dönüp bulutlara bakmayı düşünmesi çok uzak, hatta komik bir ihtimal; yine bir dere kenarına gidip kendi yalnızlığıyla söyleşmek de o kadar beyhude bir şey onun için. Bakışın, bakılanın, söyleyişin yapısının bozulduğu, dilin kokuştuğu, imlediği nesnesi/göstergesi kadar gerçeklikten, katılıktan boşandığı anların, mekânların insanları. Belki kurbağalara inanmak istemeyi bile çoktan dilemekten vazgeçmişlerdir.
Çelik’in kahramanları ve onların dünyası bungun – biteviye bir sıkıntı, diken ucu bir kararsızlık içindeler. Bu kararsızlığın öteki yüzü de beyhudeliğe bakar. Düşün, duyumsama, eylem sahalarının tümünde kararsızlığın/beyhudeliğin kavşaklarında dönüp dolaşırlar. Büyük tutamaçların, etkili avuntuların (bulut, gök, doğa, vs.) kendileri için geçerliliğini yitirdiklerini sezdikleri halde, küçük şeylere tutunmaya çabalarken çoğunlukla da kayıp düştükleri görülmekte. Belki dereye gitmeye, kurbağalara bakmaya niyetlenseler de yolun bir yerinde geri döneceklerdir, zira onları nehre/dereye götürecek neden de, geri çevirecek neden de benzer olup, güçten düşmüş, arzudan kopmuş solgun bir neden ya da nedensizliktir. Geri dönüşlerinde pek dişe dokunan bir şeyin olmaması, gidişlerindeki nedeni doyuracak isteksizliktendir.
Geçgin ve Çelik’in aksine, Bıçakçı’nın metinleri ise daha “iyimser” olmakla beraber, onun da kahramanları bir çıkışsızlık içindedir ve bu çıkışsızlık gerçek hayat kadar kahramanın edebi ve sanatsal bakiyesiyle çokça ilgilidir. Hatta arayışları ya da kendine bakışları nesnel ve gerçek yaşantıdan çok zengin bir edebi ve sanatsal dünyadan alınan/içine girilen referanslarla sağlanır. Bıçakçı’nın kahramanları gerçek dünyadansa edebiyatın kurmaca mahallesinde yaşamayı tercih etmiş gibidirler; yaşamdaki çıkışsızlık edebiyata tevil edilmiştir; elbette bunun da bir bedeli vardır; o da edebiyatın/yazının kendi çıkışsızlıklarıdır. Kahramanın tercihleri fizikî dünyanın sınırlarını silip puslu kılarken, edebi sığınaklarını berraklaştırmaktadır. Bulutlara bakamamazlık karşısında, bulutların edebi muhayyilede kalan yansımalarına yüzünü dönmeyi, onların solgun hatırasına sığınmayı ve rahatlamayı umarlar. Metinlerinin geçtiği yerlerin tümü edebiyatın solgun ışıklarıyla aydınlatılır çünkü. Bu yüzden dönüp buluta bakmalarını anımsamak için bir şiir, bir imge yeterlidir; yine bir şiirin, bir metnin hatırına nehre gidip saatlerce kurbağalara bakmaktan erinmeyeceklerdir. Böylece sanatsal imgeler Bıçakçı’nın kahramanlarını gerçek hayattan korur ve onu edebi bir fanus içine alma işlevi görürler. Bu durum Bıçakçı’yı diğer iki yazardan daha iç açıcı yapmayı başarır. Bu üç yazarın dünya ve insanlık halleri karşısında çeşitli dozlarda yaratmış oldukları edebi dünyanın ve düşünsel arka planın çizildiği bir yapıt olan Kurbağalara İnanıyorum kitabının da, bulutlara bakmanın unutulduğu bir zamanda bir tampon bölge açma gayreti, bir kısa devre yaratma çabası olarak okunmaya fırsat verdiği söylenebilir.
Kurbağalara İnanıyorum‘un ilk baskısının arka kapağında şunlar yazar:
“Kurbağaların özelliği nehirleri kuru topraklara dönüştüren kurak mevsimde toprağın derinliklerine gömülüp ölüm uykularına yatmalarıdır. Tüm bedensel işlevlerini en aza indirip ölüme yakın halde yağmur mevsiminin gelmesini beklerler. Yağmurlar nehrin yatağını doldurmaya başladığında ölüler ülkesinden geri gelir, on binlerce ağızdan şarkılarını söylemeye başlarlar.”
Kurumuş nehir yataklarının kendisini şenlendirecek yağmuru beklemesi gibi, özsuyu çekilmiş doğa için umudu, ummayı diri tutmayı öngören bir ilke olarak okunabilir bu pasaj. Nehir kurumuş, kurbağalar ölüm uykusuna yatmış olsa da, demek ki hâlâ birtakım şeyleri beklemenin, onu çağırmanın bir değeri vardır, yahut inanılan şey tam da bu geleceğe yatırımı yapılan umudun kendisidir. Aynı dönemde yaşadığımız, orta yaşlarını yaşayan bu üç yazarın kitap isminin de yazı boyunca takip ettiğimiz çizgi üzerinde gittikçe solduğunu, umudun aşındığını kendi adıma söylemek durumundayım. Çok değil, altı yedi yıl önce yayınlanmış (her dönemin “yedi yılının” zamanın koşullarına göre artan/eksilen bir mesafesi olduğunu hesaba katarak) kitabın bir devamı gelirse (hiç olmazsa ilk kitabın vurguladığı umudu sürdürmek adına!), aynı ismi aynı tonda verebileceğinden şüpheliyim. Bu şüphenin müzmin kötümser bir bakıştan çok asgari karamsarlıktan kaynakladığını söyleme gereği hissediyorum. Kitabın olası devamının çağımızın sesine karşılık olması açısından Kurbağalara İnanmak İstiyorum’a yakın olacağı kanısındayım.
Neyi kaybettiğini hatırlamak
Bir imgeden, hatırası dahi solmuş bir jestten, hazinesi boşalmış bir temsil biçiminden hareket ederek günümüze vardığımızda, başta tutunduğumuz imgenin yokluğu kadar, onun dildeki ve edebiyattaki karşılığının da kademe kademe solduğunu görüyoruz. Geriye tüm bu serzenişlerin yerini bulması için neler yapabileceğimizi sormak kalıyor. Geriye doğru sarıp en başa dönme kudretine ve olanağına sahip miyiz? Belki doğrudan bir cevap aramak (ki bir cevap bulmak da zor) yerine, konuyu yine kurmacaya getirip, bilinen bir meselle bağlamak en iyisi...
Adı bilinmeyen bir köyde adamın biri horozunu kaybeder ve bunu pek önemsemez. Köyün bilgesi “Horozu arayın, bulun!” der. Ama pek de aranmaz horoz; derken bu kez bir kuzu kaybolur, kuzunun ederi daha mühim olduğu için ufak çaplı bir arama tarama çalışması olur, fakat bilge sürekli “Horozu bulun” demeye devam eder. Kuzuyu muhtemelen bir inek ve ineği de bir insan kaybı izler ama bilge hep ilk kayba işaret eder: “Horozu bulun!” Bilgenin durumun vahametini kavramadığını, dönüp dolaşıp aynı şeyi söylediğini düşünen köylüler bilgeye çatınca, bilge çoktan beklettiği sözünü ortaya serer: “Eğer horozun kaybı sizi telaşa düşürseydi ve onun niceliğine bakmadan arasaydınız diğer kayıpların olmaması muhtemeldi, bu yüzden kaybolan horozu bulmadıkça neyi, nerede kaybettiğinizi bilemeyeceksiniz.”
İlk kayba dikkat çeken yaşlı adam son sözünü söyleyerek bilgeliğini icra edip köşesine çekilmiş. Bizim işimizin bu kadar kolay olmadığı ortada.
O halde kurbağalara inanmayı, gelecek mevsimde şarkısını duymayı umanlar bulutlara durup bakmak, onlarla tekrar konuşmak imkânı üzerine düşünmeliler mi? Buna niyet eden, hiç olmazsa gayret edenlerin olduğu ve olabileceği aşikâr. Böylelerinin çoğalmasını temenni ettikten sonra bu soruya bir korkunun, bir kaygının da eşlik ettiğini görmek lazım gelir. “Ya dönüp baktığımızda konuşulacak bir bulut, şarkı söyleyecek bir kurbağa, hâlâ kurumamış bir nehir/dere, dahası yağacak yağmur kalmamışsa?” Bunu bakmaya, aramaya, bulmaya, sahip çıkmaya gönüllü olanların cüretini kırmak için sormadığımızı okuyucu da takdir eder. Belki hepimiz için bu yazı bir an önce ayağa kalkmak, dönüp içimize bakmak, başımızı kaldırıp bulutlara dalmak, yıkıp yakan iş makinelerinden (onların çağrıştırdığı tüm hırs ve yıkıcı “ekonomisinden”) yüz çevirip kurbağaları dinlemek ve mühletimizin dolmak üzere olduğunu acilen hatırlamak babında okunsa daha isabetli olacaktır.
Kolay değil, beyhude (hiç) değil.
•
GİRİŞ RESMİ:
Gerhard Richter, 1976, 200 cm x 300 cm, tuval üzerine yağlıboya