"Mesele Teslim Olmamakta, Türkiye’nin 50 yılını olayları, kişileri ve toplumsal kesimleriyle anlamak ve tanımak için bir rehber gibi okunabilir. Öte yandan 'ilkeli gazetecilik nasıl yapılmalı' sorusuna etraflı bir yanıt olarak da görülebilir."
22 Nisan 2021 14:19
Subay, gazeteci, akademisyen Atilla Özsever, sosyalist dünya görüşüyle hayatının her döneminde içinde bulunduğu dünyaya değer katmış bir isim. Dünyanın devrimci bir dalgayla sarsıldığı 1968’de genç bir subaymış. Mücadele hayatı o zamanlardan başlamış. 1972-1974 arasında cezaevinde kalmış, 2002’ye kadar Türk basınının önde gelen hemen her kurumunda gazetecilik yapmış. Bu tarihten 2019’a kadar da üniversitede öğretim üyesi olarak sürdürmüş mücadelesini.
Özsever zengin anekdotlarla dolu hayatını bir gazeteci titizliğiyle kaleme aldı. Hayattaki duruşunu özetlercesine Mesele Teslim Olmamakta adını verdiği otobiyografik kitap kısa süre önce Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı. Kitap Özsever’in özenli çalışması sayesinde bol görsel malzemeyle ve bazıları ek olarak sunulan belgelerle tam bir dönem araştırması niteliği taşıyor. Özsever ayrıca yazdıklarını sadece kendi anıları olarak görmeyip kendisine belirli bir mesafeden bakan, nesnel bir yaklaşım benimsiyor. Bir anlamda kendi hayatına da gazeteci bakışı yöneltiyor. Öte yandan Kuleli Askerî Lisesi öğrencilerinin Kandilli Kız Lisesi öğrencileriyle flörtü, işkence gördüğü Ziverbey Köşkü’nde kendisine sunulan torpilli yemek, Türk basınında ünlü isimlerin kişisel kapris ve çekişmeleri, işverenlerin ve hükümetin sitem ve takdirleri gibi renkli anıları da cömertçe paylaşıyor.
Mesele Teslim Olmamakta, Türkiye’nin 50 yılını olayları, kişileri ve toplumsal kesimleriyle anlamak ve tanımak için bir rehber gibi okunabilir. Öte yandan “ilkeli gazetecilik nasıl yapılmalı” sorusuna etraflı bir yanıt olarak da görülebilir.
Yükselen değerler ve dinozorlar
Özsever’in yaşamöyküsüne genel olarak bakınca iki özellik dikkat çekici. İlki hayatının her döneminde ve her koşulda dünya görüşünden ödün vermeyen kişiliği ve duruşu. 1968’den 1980 darbesine kadar geçen görece özgürlükçü dönemden sonra Özal’la başlayan neo-liberal dönem ve yazarın daha en baştan “işçi için Özal’dan daha zor bir dönem” (s. 246) diye tanımladığı AKP dönemi birbirinden zorlu koşulları beraberinde getirmiş. Yine de Özsever emekten yana duruşunu hiç değiştirmemiş. Dayandığı ilkelerin zamanın koşulları karşısında yıpranmadığını, 4 Ekim 1993’te yazdığı (o dönem sinemalarda oynayan Jurassic Park filmine atıfla) “Dinozorlar tükenmeyecek” başlıklı bir yazıda şöyle anlatıyor:
“Günümüzde ‘yükselen değerlere’ itibar etmeyenlere, geçmişe ilişkin insani değerleri savunanlara ‘dinozor’ diyorlar. Dinozorlar için statü sahibi olmak, başarılı ve güçlü görünmek fazlaca önemli değil.
Oysa günümüzde güç, iktidar, para son derece önemli kavramlar. Mal, mülk, mevki sahibi olarak ne kadar çok şeye sahipsen o kadar güçlüsün. İnsanın ‘iç dünyasındaki zenginlikler’ değil, dış dünyasının zenginlikleri önemli. Kimler için? Liberalizmi dünyanın tek geçerli akçesi sayanlar için…
Erdem, fazilet, alçakgönüllülük gibi kavramların yerine ‘çıkarına göre davran, iş bitirici ol, senin gibi olmayanlara yukarıdan bak’ kalıpları daha geçerli. ‘Yükselen değer’ tutkunları için daha fazla kazanma hırsı, kısa sürede hiyerarşinin tepe noktasına gelmek son derece anlamlı. ‘Tabuları yıkmak’ adına ‘agresif’ olmak, amaca giden her yol ‘mubah’…
‘İdeoloji’, ‘emek-sermaye çelişkisi’, ‘sağ-sol kavramı’ mı, bunlar hep ‘dinozorlara ait’ kavramlar…
Ama ne olursa olsun, sömürü düzeni sürdükçe insanın ‘insan’ olma mücadelesi de sürecektir. Onun için ‘yükselen değerleri’ savunanlar, ‘dönekler’ fazla sevinmesin, ‘dinozorlar’ tükenmeyecek, çoğalacaktır…” (s. 160)
Atilla Özsever’in yaşamöyküsünde dikkat çeken ikinci özellik, yazarın birçok olayda “o gün, orada” bulunmasına, birçok ünlü simayla yolunun kesişmesine karşın, yukarıdaki alıntıda alay ettiği güç, iktidar, para gibi kavramlara yüz vermemesi. Bir başka deyişle Özsever her daim sahnenin kurulduğu yerde bulunmuş ama hiçbir zaman sahneyi kuranların gücünden nemalanmamış; aksine, onlar için çoğunlukla baş ağrısı olmuş.
15-16 Haziran mitinginde subay olmak
Özsever’in serüveni 1968’in coşkun ortamında başlar. O dönemde kendisinden önce sosyalist olan ve kendisi gibi askerî okulda okuyan kardeşi Olcay Özsever’in de etkisiyle Atilla Özsever’in siyasi görüşleri şekillenir. Daha 21 yaşındayken kendisini sosyalist olarak tanımlamaktadır. Özsever siyasi kimliğinin oluşmasında etkili olan diğer unsurları anlatırken sanki başka bir kişiden bahseder gibi nesnel bir analiz yapıyor:
“Gençliğimizde devrimci subay oluşumuzun kökeninde ne yatıyor diye sorduğumda, bunun nedenleri arasında kuşkusuz birçok faktör var. 1968 kuşağının birer ferdi olarak öncelikle o dönemin koşullarından etkilendik. O zamanki dünyada, başta Fransa olmak üzere Batı ülkelerinde ilerici öğrenci hareketleri, kapitalizme karşı mücadeleler, ABD’nin Vietnam Savaşı’na karşı oluşan tepki önemli faktörleri oluşturuyordu.
Türkiye’de de 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlük ortamı, sol yayınların ortaya çıkışı, işçi hareketleri, öğrenci olayları, Amerikan 6. Filo’suna karşı yapılan eylemler, Türkiye İşçi Partisi (TİP) adında bir sosyalist partinin TBMM’ye 15 milletvekili ile girmesi ve benzeri gelişmeler ister sivil ister asker olalım, biz gençleri etkiliyordu.
Öte yandan askerî okullarda da yurtsever, Kemalist, anti-emperyalist nitelikte subayların yetiştirilmesine önem veriliyordu. Kurtuluş Savaşı’nda ve Cumhuriyet’in kuruluşunda asker kesimin, subayların önemli bir varlığı, sosyolojik anlamda bir sınıf olmamasına rağmen Türk Devrimi’ne öncülük etmesi, askerlerin tarihsel ve toplumsal sorumluluğu ideolojik anlamda askerî öğrencileri de etkisi altına alıyordu.
(…) ‘Vatanı korumak ve kurtarmak’ gibi bir misyonla yetiştiriliyorduk.” (s. 21)
İşçi sınıfıyla ilk karşılaşması 15-16 Haziran 1970’te yaşanan olaylarla olur. Bu işçi hareketi Özsever’in sosyalizme olan ilgisinin yoğunlaşmasına neden olur. 15 Haziran günü birliği bir fabrikada görevlendirilir. İşçilerden askerlere yoğun bir sempati vardır. O günün akşamında birliğindeki askerlerini toplar ve onlara şöyle bir konuşma yapar:
“‘Arkadaşlar! İşçiler hakları için eylem yapıyorlar. Yarın bir gün siz de işçi olabilirsiniz. Belki de eylem yapanların içinde ağabeyleriniz, kardeşleriniz, yakınlarınız olabilir. Bir çatışma, ateş etme gibi olaylardan kaçınacağız’ diye bir konuşma yaptım.” (s. 39)
İşçilere verilen bu pasif destek, ertesi gün olayların en aktif noktasında kilit rol oynayan bir pasif desteğe dönüşür. Özsever’in birliği Kurbağalıdere köprüsü üzerinde işçilerin yolunu kesmekle görevlendirilir. İşçilerin Kadıköy vapur iskelesine geçmemesini sağlamak için kesin bir emir alır. Emir alır ama:
“Ben herhangi bir çatışma çıkmadan işçileri engellemeyi ya da işçilerin kol kola giren askerlerin arasından geçip gitmelerini istiyordum. (…) İşçilerle aramızda 100 metreden az bir mesafe kalmıştı; bir an önce bizim barikatı aşmalarını arzu ediyordum. Yoğun bir işçi kalabalığı olduğu için kısa bir süre sonra bizim barikatı aşıp geçtiler.” (s. 40)
Bu olay Özsever’in başını derde sokmaz; sadece ifadesi alınır, o kadar. Zira dönemin Genelkurmay Başkanı bile “sosyal uyanış” gibi ifadeler kullanmaktadır. Nisan 1971’de Atilla Özsever, Üsteğmen Ömer Laçiner’in evinde Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir’le tanışır. Aynı yılın ekim ayında onlara yardım etmesi gerekecektir. Mahir Çayan ve arkadaşları Maltepe cezaevinden kaçma hazırlığı yaparken, bölgeyi bilen birisinin yardımına ihtiyaç duyulur:
“Bu arada kaçma için kazılan tünel ilerliyordu. [Mahir Çayan’ın kayınbiraderi- MCY] Orhan Savaşçı, daha önce zırhlı tugayda görev yapmam nedeniyle kaçış planı için bir krokiye ihtiyaç bulunduğunu belirtti. Savaşçı, Mahir Çayan ve arkadaşlarının cezaevinden tünel kanalı ile kaçtıktan sonra Ankara asfaltına ineceklerini, ancak cezaevi ile Ankara asfaltı arasındaki tugay bölgesinin nasıl geçileceği konusunda bir kroki çizmenin uygun olacağını söyledi.” (s. 49)
Özsever iki arkadaşıyla birlikte bu işi üstlenir. Ellerinde kâğıtlar ve dürbünlerle araziye gidip gizlice krokiyi çıkartırlar. Sonuçta kaçış sırasında kullanılmasa da yeterli bir kroki hazırlarlar. Bu olay Özsever’in tutuklanmasıyla ve en sonunda silahlı kuvvetlerden re’sen emekliye sevk edilmesiyle sonuçlanacaktır. 1972’de tutuklanır ve dönemin işkence merkezi Ziverbey Köşkü’ne götürülür:
“Evet, burası meşhur Ziverbey Köşkü idi. Ya da namı diğer kontrgerilla karargâhı. Çünkü ifadeye aldıklarında işkence yapanların söyledikleri ilk söz, ‘Burası Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı Kontrgerilla Merkezi’dir. Sana da harp esiri muamelesi yapılacaktır’. O anda bana en ağır gelen itham, bir subay olarak, yine MİT görevlisi subayların böyle bir hitapta bulunmasıydı.
Benden önce yakalanan ya da gözaltına alınan arkadaşlarımdan epey bilgi edindikleri için bana fazla işkence yapmadılar. Ellerim ve gözlerim bağlı olarak sadece dövdüler.” (s. 55)
THKP-C davasından ve Devrimci Subaylar davasından yargılanan Özsever daha sonra beraat eder ama iki buçuk yıl hapis yatar. Selimiye Askerî Cezaevi’nde aynı ranzayı paylaştığı koğuş arkadaşı Yılmaz Güney’dir: “Yılmaz Güney’le aynı davadan yargılandık, aynı koğuşta kaldık, birlikte volta attık.” (s. 59)
Yargı sürecinde siyasi görüşünü tavizsiz bir şekilde savunmaya devam eder. 1973’te sorgusunu şu sözlerle tamamlar:
“Karşınızda devrimci olduğumdan, düşünce ve inançlarımdan dolayı yargılanıyorum. Sosyalist dünya görüşünü bilimsel bir dünya görüşü ve anlayışı olduğu için benimsiyorum. Tarihsel gelişimin kaçınılmaz bir sonucu olarak halkımın kurtuluşu da sosyalizm aşamasından geçecektir.” (s. 68)
Özsever bu döneme, kendi duruşuna dair bir başka tanıklığı da “THKP-C davasından birlikte yargılandığım İsmet Öztürk isimli arkadaşım” diyerek takdim ettiği İsmet Öztürk’ün cezaevindeki anılarından şu cümlelerle aktarıyor:
“… Mustafa Alabora, Atilla Özsever gibi birçok arkadaşımız, kişisel onurlarını, inandıkları davanın onuru ile kaynaştırıp hiçbir gösterişe tevessül etmeden, şatafatsız ama asil bir duruş sergiliyorlardı. Bir kısım insanlar ise kelimenin gerçek anlamıyla dökülmüşlerdi.” (s. 272)
1974’te Ecevit hükümetinin affıyla hapisten çıkar. Ordudan da re’sen emekliye sevk edilir, artık subay değildir. Özsever için hayatının bir dönemi kapanmış ve yeni bir dönem başlamıştır. İşe ihtiyacı vardır. Gazeteciliğe yönelir. TRT’de açılan kadroya başvurur, Ali Kırca’yla birlikte sınavı kazanır. Ne var ki güvenlik soruşturması sonucunda kadroya ataması yapılmayarak işine son verilir. TRT Genel Müdürü İsmail Cem her iki genç gazeteciye sahip çıkar:
“Daha sonra da İsmail Cem, Ali Kırca ile beni Kavaklıdere’deki TRT Genel Müdürlüğü ikametgâhına çağırdı. Kadroya atanamayacağımızı, ancak dışarıda bize iş bulacağını söyledi.” (s. 81)
İstanbul’da Devrimler ve Karşı Devrimler Ansiklopedisi bünyesinde iş bulur. Sonra da basında çalışmaya devam eder. Gazeteci kimliğiyle dönemini, olayları, olaylara yön verenleri yakından takip eder. Yolu Türkiye’nin nabzının attığı her yerden geçer, oradan geçen herkesinkiyle kesişir. Örneğin 1 Mayıs 1977’de Yol-İş Sendikası’nın dergisinde çalışmaktadır. O gün yaşanan katliama dair tanıklığını şöyle anlatıyor Özsever:
“Ankara’ya dönüşü geciktirmemek için akşamüstü miting alanından ayrılıp Gümüşsuyu’na doğru inerken silah sesleri ve büyük gürültüler duyduk. İnsanlar kaçışıyordu, biz de hızlıca Dolmabahçe’ye indik. Akşam otobüsle Ankara’ya dönerken büyük bir katliamın olduğunu öğreniyorduk.” (s. 93)
O işten arkadaşı Ayhan Başaran’la birlikte haksızlığa uğrayarak çıkartılır. Bu dönemde kendisine destek veren isim Uğur Mumcu olur:
“Doç. Dr. Alpaslan Işıklı bizim işten çıkarılmamızı sindirememişti. Ayhan Başaran’la beni alıp yakın arkadaşı olan Cumhuriyet gazetesi yazarı Uğur Mumcu’nun evine götürdü. Uğur Mumcu bizleri duvardan duvara kütüphane ile kaplı odasına kabul etti. Durumu Mumcu’ya anlattık. Uğur Mumcu 7 Kasım 1977 tarihli Cumhuriyet gazetesinde ‘Tehlikeli İlişkiler’ başlıklı bir yazı yayımladı.” (s. 95)
İşine geri dönemese de bu yazı bir farkındalık yaratır ve birçok insan Özsever’e ve Başaran’a destek verir. Yeni işsizlik dönemi uzun sürmez; 1978 başında kurulan Ecevit hükümetinde Adalet Bakanı Mehmet Can’ın basın müşaviri olur. Bakanla birlikte Türkiye’nin hapishanelerini dolaşarak koşulları yerinde incelerler. Bu ziyaretler sırasında eski koğuş arkadaşı Yılmaz Güney’le de karşılaşır ve görüşürler. Niğde cezaevi ziyareti sırasında siyasi mahkûmlar arasında Ertuğrul Kürkçü, Orhan Savaşçı, Necmi Demir, Oktay Etiman, Oktay Kaynak da vardır. Oktay Kaynak, Özsever’i görünce çok sevinir, boynuna sarılarak onu kucaklar. Ortamda bulunan vali, hâkim, savcı şaşkınlık içinde bakakalırlar. Diğer arkadaşları Kaynak’a, “Sen ne yaptın, niye Atilla’ya sarıldın, adamı mahvettin” (s. 104) dese de, Özsever’in siyasi görüşü ve geçmişi zaten bakan Mehmet Can’ın malumu olduğu için bir sorun yaşanmaz.
1980 askerî darbesinin ardından gazeteciliğe kaldığı yerden devam eder. Milliyet başta olmak üzere bütün büyük gazetelerde yıllarca emek köşesi hazırlar ve iş yaşamıyla ilgili haberler yapar. Gazete yönetimlerinin emek dünyasına farklı yaklaşımları nedeniyle hemen her dönem irili ufaklı sorunlar yaşar. Örneğin Hürriyet’te Çetin Emeç ile Ertuğrul Özkök’ün çekişmesinin getirdiği zorluklarla boğuşur. Bir yandan da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yüksek lisans ve doktora yapar.
Çoğu zaman gözden kaçan konuları gündeme taşıyarak hükümetlerin başını ağrıtır. Bununla birlikte muhalefeti kuru bir itirazdan ibaret değildir; işçi sınıfına kazanım getirecek adımlar atıldığında bunu da köşesinden ifade eder. Bu nedenle Çalışma Bakanı Yaşar Okuyan’ın “eskiden hep aleyhimize yazıyordun. Şimdi (…) artık bizi desteklemeye mi karar verdin” (s. 231) diye aradığı olur. Ama asıl arayıp teşekkür edenler, haklarını savunduğu çalışanlar ve emeklilerdir. Özsever’i genelde teşekkür etmek için, bazen de iş yaşamıyla ilgili sayfada yer verdiği şiirler için ararlar. Köşesinin bu özelliğini Özsever şöyle ifade ediyor:
“Her hafta ‘Emek ve İnsan’ sayfasında yayımlanan şiirler büyük bir ilgi görüyordu. Okurların ilgisi üzerine Aralık 1994 başı itibarıyla her hafta bir şiir yayımlamaya başlamıştım. Ekonomi sayfasını biraz daha cazip hale getirip şiire ilgi duyan okurların emek haberlerine de bakabileceğini düşünmüştüm.” (s. 176)
Ne var ki, 2000 yılında önce Milliyet’te Yalçın Doğan döneminde “ekonomi sayfasında şiire gerek yok” diye şiir bölümü kaldırılır, ardından aynı yıl Mehmet Yılmaz döneminde “Emek ve İnsan” sayfasına da son verilir. Bir süre sonra aktif gazeteciliğe veda eden ve doktorasını tamamlamış olan Özsever’in önünde artık yeni bir yol vardır; akademik dünya. Dışarıdan ders verdiği İstanbul Üniversitesi’nde çalışmak istese de, Vakit gazetesinin Özsever üzerinden dönemin rektörü Kemal Alemdaroğlu’nu hedef aldığı kışkırtıcı bir yayınından sonra bu yol kapanır. 2003’ten itibaren eski Çalışma Bakanı Mehmet Moğultay aracılığıyla, bir vakıf üniversitesi olan Maltepe Üniversitesi’nde çalışmaya başlar. Sosyalist bir öğretim üyesinin özel üniversitede çalışması öğrencilerin de ilgisini çeker. Kendisine “kapitalizme karşısınız ama özel bir okulda ders veriyorsunuz, neden?” diye soran öğrencilere Özsever’in yanıtı ilginçtir:
“Ben de onlara ‘Arkadaşlar, ben size gerçekleri anlatmaya çalışıyorum. Kamu üniversitesinde istihdam edilme olanağım yok. Ayrıca ben dünya görüşümden taviz vermiyorum. Sizleri aydınlatmaya çalışıyorum. Üniversitede zaten büyük ölçüde liberal ekonominin faziletlerinden söz ediliyor. Benim gibi kapitalizmi eleştiren hoca yok gibi. Kim bilir, belki sözlerimden etkilenip aranızdan Marx’ın arkadaşı Engels gibiler de çıkabilir. Biliyorsunuz, Engels bir fabrikatörün oğluydu ama sosyalistti, Marx’a büyük maddi ve manevi destek sağlamıştı’ diyordum.” (s. 244)
2019’a kadar devam eden öğretim üyeliği döneminde de gazetelere yazı yazarak emek dünyasını takip etmekten, Tekel direnişi başta olmak üzere dönemin öne çıkan hak mücadelelerine destek vermekten geri kalmaz.
Atilla Özsever bir genç subay olarak, etkili bir gazeteci olarak, sıra dışı öğretim üyesi olarak bulunduğu her ortamda, karşısına çıkan küçük büyük her konuda hak mücadelesi vermiş, başkalarının mücadelelerine destek olmuş bir isim. Kendisi gibi ilkesel duruşunu koruyanları “dinozor” olarak nitelese de, teslim olmayan bir dinozor o.
•