Yağmacı becerilere hayranlık, astlık hiyerarşisine teslimiyet, efsane ve törenselliğin bilimsel bilgi karşısındaki üstünlüğü ve anti-entelektüelizmin küresel yükselişi gibi olgular bugün Veblen'in kendi zamanında gözlemlediğinden belki çok daha güçlü
05 Temmuz 2018 14:30
19'uncu yüzyılın sonu ve 20'nci yüzyılın başlarında kapitalizm önemli ve temel nitelikte bir dönüşüm geçirdi. Her ne kadar sistemin temelleri değişmeden kaldıysa da, sermaye birikim süreci büyük anonim şirketler içerisinde kurumsallaştı. Taylorizm ve “bilimsel yönetim” bireysel sermayelerin merkezde olduğu bir birikim modelinin yerini aldı. Kapitalist sınıfa tabi yeni bir yönetimsel sınıf ortaya çıktı. Sermayenin uluslararasılaşmasının yanı sıra sermaye birikimin yeni kurumsallaşma biçimleri kapitalistin mülkünün başında olmadan işleri sürdürebildiği bir ortamı beraberinde getirmişti. Yani küçük bir azınlığın kapitalist sınıf çıkarlarını koruyan bir icra komitesi olarak tüm (ekonomik ve siyasî) idarî fonksiyonları yerine getirdiği bir modeldi söz konusu olan. Ana akım iktisat teoris(yenler)i bu yeni durumu anlamaya çalışan ve radikal bir biçimde savunan bir çerçeveye marjinalizm ve neoklasik iktisat ile kavuşmuştu. Bu yeni modelin ifade ettiği kurumsal ve kültürel dönüşümün köklü bir eleştirisini geliştirmek bağlamında Amerikan Kurumsalcı geleneğinin ve bu gelenek içerisinde dahi ayrıksı bir noktada duran Thorstein Veblen’in katkısı büyüktü.[1] E. K. Hunt’ın özgün anlatımıyla:
Birçok yazar mesajını yazılarındaki bilişsel içerik kadar yazma üslubuyla da iletir. Bu Veblen için özellikle doğruydu. Kendi çağının Amerikan kapitalizminin bağımsız, tarafsız ve çıkar gütmeyen bir gözlemcisi konumunda görünerek, “çıkar çevreleri”ne karşı “sıradan insanın”, “yağmacı kahramanlığa” karşı makul, barışçıl insan ilişkilerinin ve ticari girişimin “sabotajı” ve “vurgunculuğu”na karşı yaratıcı, yapıcı ustalığın son derece tutkulu savunucusuydu gerçekte.[2]
Bu yazıda Veblen gibi ilginç ve önemli bir karakterin geliştirdiği kavram ve yaklaşımları hatırlatarak, çağdaş kapitalizmin ekonomi politiğine dair bazı değerlendirmelerde bulunacağım.
Amerikan akademisinin gelmiş geçmiş en geçimsiz muhalifi Thorstein Veblen’in (1857-1927) iktisada en büyük katkılarından birisi şüphesiz pragmatizmin ilkelerini ve Sosyal Darwinizmin ontolojisini bu alana başarıyla uygulayabilmesi olmuştur. Toplumsal ilerlemeye ve adalet fikrine radikal bir bağlılığı olan Veblen’in entelektüel mirası “muhafazakâr ve cesur reformist girişimlerin ilginç bir karışımı” olarak tarif edilebilir.[3] En çok bilinen eseri Aylak Sınıfın Teorisi’nde (1899) çalışmak zorunda olmayan aylak bir sınıfın ilkel toplumlar dışında kalan bütün toplumlarda gözlemlenen bir fenomen olduğunu göstermektedir. Veblen için “Amerikan istisnacılığı”nın pastoral biçimini yok eden, yaşadığı dönemde çok daha belirgin bir karakter kazanmakta olan bu sınıftan başkası değildir. Kimi yazılarında tarımsal radikalizm ve popülizmi devrim coşkusuyla harmanlamakla beraber, sosyalizm ve Marksizmi eleştirmekten de geri durmaz.[4] Savaştan sonra kapitalizme olan güvenin sarsılmasıyla birlikte, pek çok yerde devrimci ayaklanmalar söz konusu olduğunda, Veblen, Versailles’da Almanya’ya dayatılan ağır koşulları protesto edecek; Rus Devrimi’ni büyük bir memnuniyetle karşılayacaktır.[5]
Birleşik Devletler’in genelinde radikalizm korkusu giderek büyürken, akademik iktisat 1890’lardan itibaren marjinalizme doğru daha hızlı biçimde kaymaktadır. Toplumsal kaygılarını ve tarihsel konumlarını muhafaza eden iktisatçıların sayısı bir hayli azalmıştır. Kurumsalcı iktisat işte böylesi bir ortamda gelişmeye başlar. Veblen’i en önemli temsilcisi olarak karşımıza çıkartan bu iktisadî düşünce okuluna “Kurumsalcılık” ismi 1918’deki bir Amerikan İktisat Derneği (AEA) konferansında verilmiştir. Konferans katılımcılarının genel eğilimi iktisadî pratiklerin gerçek biçimleri ve bunların topluma gömülülüklerinin araştırılması yoluyla “piyasa mübadelesi ve fiyat dengesine dair soyut teorilere” karşı çıkmaktır. Neoklasik iktisadın soyutlamalarını büsbütün yararsız bulmaktadırlar. İktisadın klasik okullarını komünal yaşamın ve iktisadî âdet ve değer yargılarının birçok biçimini ortaya çıkaran modern antropolojinin bulgularından yararlanmamakla eleştirmektedirler.[6] Nitekim ilerleyen dönemlerde antropolojinin kültür anlayışı kurumsalcı siyasal iktisadın birçok yorumu üzerinde bir hayli etkili olmuştur. Polanyi’nin çalışmaları ve günümüzde “Kapitalizm Çeşitleri” (Varieties of Capitalism) olarak bilinen yaklaşım bunlardan bazılarıdır. Ancak, antropolojinin kültür yaklaşımından en fazla etkilenen isim şüphesiz Veblen’in kendisidir. İnsan davranışlarının tek bir öznel akılcılık fikrinin altını oyan belirgin karakteristik özellikleri hakkındaki görüşlerini oluştururken Veblen, antropoloji biliminin bulgularından yararlanmıştır. Buna göre, tüm hayvan türlerinde olduğu gibi, tüm insanların içinde yer aldıkları kültürden veya tarihsel dönemden bağımsız olarak, belirli ortak, genetik olarak aktarılan özellikleri, dürtüleri, eğilimleri ve potansiyelleri vardı. İnsanları diğer hayvanlardan ayıran kesinlikle kültür ve toplumsal kurumlardı.
Veblen, Amerikalı marjinalist iktisatçı J. B. Clark’la birlikte çalışmış; Yale Üniversitesi’nin önde gelen Spencerci/Sosyal Darwinci sosyoloji profesörü W. G. Sumner’ın derslerini takip etmişti. Sumner’a göre, milyoner olmak basitçe doğal seçilimin bir sonucuydu. Düşünce alışkanlıklarının insan davranışlarını belirlediği fikri ise Charles Pierce’ı dinledikten sonra belirmişti.[7] Netice itibarıyla Veblen’in evrimsel iktisadı topluma Sosyal Darwinizmin perspektifinden bakmaktadır. Kendi deyişiyle:
İnsanın toplum içerisindeki yaşamı, tıpkı diğer türlerin yaşamı gibi, var olmak için verilen bir mücadeleden ibarettir ve dolayısıyla seçici bir uyum sürecidir. [Aynı şekilde] toplumsal yapının evrimi de kurumlar açısından bir doğal seçim sürecidir.[8]
Başlangıçta Veblen’in Sosyal Darwinizmi saf bir ırk teorisiyle desteklenmektedir. Şöyle ki, ona göre, meşhur İngiliz özgürlüklerinin yaratıcısı “dolichocephalic” [uzun kemikli] sarışın” ırktır.[9] 1914’ten itibaren ise biyoloji ve Dewey’in psikolojisiyle yakından ilgilenmeye başladıktan sonra farklılıklar ve ırklar hakkındaki ilk fikirleri terk ederek daha gelişkin bir pozisyon edinmiştir. Teorilerini gözden geçirmiştir ancak bunu yine sosyal Darwinist çerçeve içerisinde kalmak suretiyle yapmıştır. Bu bağlamda, Veblen’in yazılarında kurumlar, örgütler değil, daha ziyade bir toplumun karakteristiği içerisinde biçimlenen (düşünsel ve pratik) sosyal alışkanlıkları olarak ele alınır. Bu çerçevede, gelişme kavramı da düşünce tarzlarının sürekli adaptasyonu ile ilgili bir olgu olarak karşımıza çıkar. Veblen’e göre, toplumsal eylem bir yandan bireylerin eylemleri diğer bir yandan da toplumun bir bütün olarak kolektif eylemiyle oluşturulur.
Alışkanlıkların (ve kurumların oluşumuna etki eden) en önemli kaynaklarından biri Veblen’in insanların doğal bir özelliği olarak gördüğü taklit etme olmaktadır. İnsanlar başkalarının yaptığı şeyleri taklit eder ve böylece (bireysel çeşitlilikten ziyade) kalıplaşmış davranışlar ortaya çıkar. Fakirlerin zenginleri taklit etmek istedikleri hâlde bunu yapamamaları, Veblen’e göre, sosyalist hareketleri doğuran başlıca etmen olarak gördüğü “heves” ve “özenti”yi yaratır. Kitlesel tüketim de aynı şekilde düşük gelir düzeylilerin yüksek gelirli nüfusun yaşam tarzını taklit etme arayışıyla ilişkilidir. Zira Aylak Sınıfın Teorisi’nin çok büyük bir bölümü bu sınıfın yaşam ve tüketimin sosyal kalıpları üzerindeki etkileri üzerine ayrılmıştır. Önceki nesillerden bize kalan alışkanlıklar, diğerlerinin yaptıklarının taklidi yoluyla cisimleşen pratiklerin oluşturduğu bir kalıp olarak kurumsal bir manzara yaratır. Son tahlilde bu, belirli bir sınıfın değişen koşullara başarılı şekilde adaptasyonu etrafında şekillenir ve bunun taklit edilmesi yoluyla da bütün topluma yayılır.
Bugünün koşulları seçici ve zorlayıcı bir süreç yoluyla insanların şeylere dair müzmin bakış açıları üzerine etki ederek ve geçmişten devralınan bakış açısı veya halet-i ruhiyeleri değiştirerek yarının kurumlarını biçimlendirir. İnsanların yaşamlarına rehberlik eden kurumlar -yani düşünce alışkanlıkları- böylelikle bir geçmiş zamandan süzülüp gelmiş olur.[10]
Kurumlar (alışkanlıklar) görünmez bir seçim sürecinin sonucu olarak ortaya çıkmaz; bizatihi bir seçim mekanizması olarak işlev görürler. Belirli kurumlar dönüşen çevreye en fazla uygun düşen düşünce alışkanlıklarına sahip olanları gözetecek ve dolayısıyla bu kişiler de tekrar yeni kurumlar yaratacaklardır. Tarih, dolayısıyla, kültürel bir süreçtir ve ekonomi de evrimsel bir iktisat yoluyla analiz edilmelidir. Veblen, L. H. Morgan gibi antropologları izleyerek, kendi döneminde içinde yaşadığı toplumun vahşi koşullardan daha yüksek bir aşama olarak parasal bir kültüre yol açan “yırtıcı bir kültür”e doğru gelişimini gözlemlemiştir.[11]
Veblen’e göre, kendi çağının aylak sınıfında görülen muhafazakârlık diğer çağların ayrıcalıklı tabakalarını karakterize eden statüko davranışından farklıdır. Gerçekten de her aylak sınıf insanları alışkanlıklarını yeniden düşünmeye ve değerlendirmeye zorlayan basınç ve sürtünmelere görece mesafelidir ve dolayısıyla (bu ayrıcalıklı sınıflar) değişen koşullara uyum sağlamak noktasında isteksizdir. Dahası, alışkanlıklardaki her değişme meşakkatli ve sıkıntı vericidir. İlginç şekilde bu durum alt sınıflar için de geçerlidir. Veblen’e göre, bu sınıflar eşitsiz gelir bölüşümü neticesinde yoksullaştıklarında uyum gösterme kapasitelerini de kaybederler. Paradoksal olarak alt sınıfların muhafazakârlıkları aylak sınıfınki ile çakışabilir. Ezilen bir sınıfın doğal tutumu olan “Bütün bu olanlar, yanlış!” düşüncesi silikleşerek işlevsizleşir; hatta çoğu kez tersine döner.[12]
Veblen’in ortak insan özellikleri üzerine olan görüşlerini özetlemek kolay olmamakla beraber, hemen bütün toplumlarda bir biçimde var olan temel, uzlaşmaz bir ikiliği tespit ettiğini söylemek mümkün. Bu ikiliği tarafları sırasıyla “ustalık içgüdüsü” ve “yağmacı içgüdü” idi. Ustalık içgüdüsüyle bağlantılı olarak tanımladığı “ebeveynlik içgüdüsü” ve “aylak merak içgüdüsü” gibi özellikler üretkenliği ve insanın doğa üzerindeki egemenliğini ilerletme bağlamında etkindi. Sevgi, iş birliği ve yaratıcılık gibi erdemleri bu içgüdülerle ilişkilendirdi. İnsanlar arasındaki çatışmaları, boyun eğdirme, cinsel, ırksal ve sınıfsal sömürü ilişkilerini ise kahramanlık veya yağmacı içgüdülerin neticesi olarak ele almaktaydı. Toplumsal kurumlar ve alışılmış davranışlar, Veblen’e göre, sömürüyü ve yağmacı davranışın gerçek niteliğini, “sportmenlik” ve “törensellik” diye adlandırdığı görüntünün ardına gizleme eğilimindedir.[13]
Bu ayrım iktisat söz konusu olduğunda “ticarî girişim” olarak nitelediği güçler ile “endüstri” olarak nitelediği güçler arasında da kendisini göstermektedir. Veblen’in Bentham’ın faydacılığının gelişmiş biçimi olarak ele aldığı neoklasik iktisada yönelik temel eleştirisi insan doğası ve toplumsal kurumlara ilişkin tarihsel olmayan ve basitleştirici bir bakışa sahip olmasıdır. Her şeyi rasyonel, bencil, en çoklayıcı davranış bağlamında açıklamaya çalışan neoklasik iktisat aslında hiçbir şeyi açıklayamamaktadır.[14] Gerçekten de marjinalizm, klasik siyasal iktisadın radikal çıkarımlarından kaçış çabası olarak gelişmiş ve yeni rantiye sınıflarının yağmacı bakış açısını yansıtan argümanları dile getirmiştir. Nasıl ki toprak sahipleri ve işçiler sırasıyla toprak ve emeği tedarik etmekteyse, rantiye sınıfı da basitçe sermaye tedarikçisi konumunda idi. Veblen, bu bağlamda, rantiye ve yöneticiler arasındaki bölünmeyi kapitalizmin ayırt edici özelliklerinden bir tanesi olarak gördü. Schmoller ve Sombart gibi Alman tarihsel iktisatçılarının tarihsel çözümlemelerinden hareket ederek rantiyecileri eleştirel bir incelemeye tabi tuttu. Hatırlanacağı üzere, Marksist iktisatçı Nikolai Bukharin de Economic Theory of Leisure Class çalışmasında aylak sınıf kavramını betimlemekteydi.
Veblen modern kapitalizmde ele geçirme ve üretim olmak üzere başlıca iki alışkanlık (yahut kurum) olduğunu yazdı. Bunlardan ilki rekabet duygusuyla çakışan parasal çıkarlarla özdeş iken, ikincisi endüstriyel çıkarlarla özdeşti. Farklı şekilde söylersek eğer, elimizde bir yanda mekanik anlamda endüstri bulunurken diğer yanda ticarî işletme bulunuyordu: “Aylak sınıfın (yani sanayii ile ilişkisiz mülk sahipliği) iktisadî süreçlerle ilgisi parasaldır. Yani üretim değil ele geçirme; hizmete elverişlilik değil, sömürü ilişkisidir. Faaliyetleri asalak bir karakter taşır” diye yazıyordu.[15] Kees Van der Pijl’in çeşitli çalışmalarında parasal çıkarlara karşı üretken sermaye perspektifi olarak adlandırdığı bu bakış açısı o dönemde ABD’de Henry Ford, Almanya’da Sombart ve İngiltere’de J. A. Hobson gibi isimler tarafından da paylaşılmıştı. Rantiye karşıtı bu tutuma J. M. Keynes’in çeşitli yazı ve demeçlerinde de rastlamak mümkündür. Bu isimlerin hepsi optimal üretimi işlevsizleştiren bir engel olarak gördükleri asalak finans yani rantiye kesimlerine şiddetle karşı çıkıyorlardı. Onlara göre bu kesimin icraatları emperyalizme neden olmanın yanı sıra, emek ve sermaye arasındaki sınıfsal çatışmaları da azdırmakta idi. Keynes, bu bağlamda, “rantiye için ötenazi” talep ederken, finans dünyasının çıkarlarının tamamen Yahudiler tarafından kontrol edilmekte olduğu gibi, bir tespitten hareketle Ford anti-Semitik yayınlara sponsorluk desteği sağlamakta ve faşizmi desteklemekteydi.[16]
Dolayısıyla, Veblen’in bakış açısına göre sömürü, yırtıcı/yağmacı (predator) rantiye kesim ile mevcut endüstriyel süreçlere aktif olarak katkı yapan diğer herkes (yöneticiler ve işçiler) arasında ortaya çıkmaktadır. Ticarî girişim ve endüstri arasındaki bu karşıtlık bir anlamda satıcılık ve ustalık arasındaki bir çatışmadır. Yani aslında bu iki içgüdüyü temsil eden iki farklı sınıf tanımlamıştır. Bunlardan ilki “çıkar çevreleri”, “malının başında bulunmayan mülk sahipleri”, “aylak sınıf” veya “sanayinin kaptanları” gibi değişik kavramlarla tanımladığı ve yağmacı içgüdüyle davrandığını düşündüğü kapitalistlerdir. Ustalık içgüdüsünü temsil eden işçi sınıfı ise “mühendisler”, “işçiler” veya “sıradan insanlar”dan oluşuyordu.[17]
Veblen, bu iki sınıf arasındaki sömürü ilişkisini, bir dizi makalede geliştirdiği “sabotaj” kavramı üzerinden açıklamıştır. Şöyle ki modern kapitalizmdeki başlıca uzlaşmaz çelişki bütün topluma yararlı olmaya ve üretken etkinliğe yönelmiş yeni toplumsal üretim biçimleri ile endüstrinin kontrolünü malının başında bulunmayan mülk sahiplerinin ellerine bırakan özel mülkiyet yasaları arasındaydı. Sabotaj, bu bağlamda, yağmacı içgüdülerle hareket eden aylak sınıf tarafından “etkinliğin dikkatli bir şekilde geri çekilmesi” olarak tanımlanmıştır.[18] Buna göre, iş dünyası kâr uğruna reel ekonominin potansiyelini ciddi anlamda sınırlandırmaktaydı. Öte yandan söz konusu “sabotaj” sadece ekonomiyle de ilgili değildir. Veblen’in milliyetçilik ve militarizm gibi gerici güçlerin toplumsal talepler karşısında iş dünyasının haklarını tahkim etmeye yaradığı yönündeki karamsar bakış açısı, erken bir tarihte totalitarizm tehlikesine dikkat çektiği için filozof Theodor Adorno gibi isimlerin övgüsünü kazanmıştır.[19]
Neoklasik iktisat fiyat pazarlıklarını (oligopol ve monopol koşullarını) bir istisna olarak ele alırken, Veblen ve Commons gibi kurumsalcı iktisatçılara göre geniş endüstriyel ağın kontrollü kıtlık aracılığıyla ele geçirilmiş olması günlük rutin bir olaydır ve başarılı bir iş stratejisinin temelini oluşturur.[20]
Sonuç olarak iş âleminin en güçlü unsurlarının “çevirdikleri dolaplar” kârlılıklarının ortalamanın bir hayli üzerinde gerçekleşmesine olanak tanır. Veblen için endüstri -1914 tarihli kitabına da adını veren ve sağlıklı olarak nitelediği- “ustalık içgüdüsü” tarafından yönetilen yarı-organik bir süreçtir.[21] Endüstri son tahlilde iş dünyası tarafından yağmalanır ve hissedarlardan oluşan asalak bir aylak sınıfa hizmet eder hâle gelir. Absentee Ownership (1923)’ün başlığında adı geçen ve Türkçeye “malının başında bulunmayan mülk sahipleri” olarak çevrilen kişilerin parasal çıkarları, Veblen’e göre, kapitalizmin gelişim sürecinde belirleyici olan güçtür. Dolayısıyla özel mülkiyeti güvence altına alan, iflas koşullarını düzenleyen ve bugün olsa “kurumsal yönetişim” diyeceğimiz tüm yasal düzenlemeler işte bu parasal “işletme” çıkarlarının sanayi karşısındaki öncelikli durumunu yansıtır. Bu, Veblen’in deyişiyle, toplumun endüstriyel etkinliğini zapt etmenin araçlarını sağlayan bir iktidar ilişkisidir aynı zamanda. Dolayısıyla kâr oranları da sadece sermayenin maliyet ve getirilerinin niceliksel bir ölçütü değil, her şeyden önce “kapitalistlerin toplumsal iktidarının” bir ölçütüdür.
Bugünden bakıldığında Veblen’in bir yüzyıl kadar önce geliştirdiği kapitalist toplum eleştirisinin hâlâ geçerli olduğunu düşündürten sayısız olguyu tespit etmek mümkün. Veblen’den doğrudan etkilenen sosyal bilimcilerin sayısında son yıllarda meydana gelen belirgin artış tesadüf değil elbette. Kaldı ki Veblen’in kurumsalcı-evrimselci katkılarının (güncel ekonomi tartışmalarından çeşitli heterodoks/radikal temalara uzanan bir spektrumda) güncelliği konusunda geniş hacimli bir yazın çoktan oluşmuş durumda.[22] 21'inci yüzyılın ulusötesi pratiklerine bakıldığında yağmacı içgüdünün geriletildiği, ustalık içgüdüsünün barışçı ve yapıcı dinamiklerinin üstünlük kurduğu, parasal kültürün ve aylak sınıfın ahlakının yerini başka bir şeyin aldığını söylemek fazlaca iyimserlik olur. Yağmacı becerilere hayranlık, astlık hiyerarşisine teslimiyet, efsane ve törenselliğin bilimsel bilgi karşısındaki üstünlüğü ve anti-entelektüelizmin küresel yükselişi gibi olgular bugün Veblen’in kendi zamanında gözlemlediğinden belki de çok daha güçlü ve yaygın. Finansallaşma, vergi cennetleri, gölge bankacılık, gayrimenkul spekülasyonu, fiyat enflasyonu, kredi manipülasyonları, taklit, üretimin sabote edilmesi, aşırı rekabet ortamı, komşuların kötülenmesi, satıcılık, iş adamının kutsallaştırılması, gösterişçi tüketim vb. olgular yaşamlarımızın önemli birer parçası olmaya devam ettikçe, parasal kültürün ve aylak sınıf ahlakının çizdiği çerçeveyle yetinmeye devam edeceğiz.