İnsanın parayla ilişkisi onun kumaşını hemen belli eder. Kim olduğunu anlarız. Aynı şekilde insan ilişkilerinde de para bir tür asit testi gibidir, belirleyicidir. Property (Mülk) kitabının yazarı Lionel Shriver bunun tamamen farkında...
05 Temmuz 2018 14:40
Amerikalı romancı Lionel Shriver’ın yeni kitabı Property (Mülk), başta ve sonda yer alan iki novella/ uzun hikâye ve ikisinin arasına serpiştirilmiş küçük hikâyelerden oluşuyor. Adından da anlaşıldığı gibi hepsi para-pul ve mülkle ilgili.
Küçük hikâyelerden birkaç tanesini çok beğendim, ama çoğu bana basit, hatta biraz çocuksu geldi. Uzun hikâyelerin ikisi de mükemmel.
Bir romancının ilk defa kısa metin yazmayı denerken uğradığı ufak tefek dengesizlikleri, bocalamayı, iniş çıkışları gayet iyi biliyorum, bana da aynı şey olmuştu.
Shriver’la bu ilk tanışmam gene de mutlu bir tanışma oldu diyebilirim.
Her şeyden önce ele aldığı tema gerçekten ilginç ve önemli.
İnsanın parayla ilişkisi onun kumaşını hemen belli eder. Kim olduğunu anlarız. Aynı şekilde insan ilişkilerinde de para bir tür asit testi gibidir, belirleyicidir. Shriver bunun tamamen farkında. Hatta bir hikâyede ("Exchange Rates", "Döviz Kurları") boşanmış kahramanın zihninden açıkça söylüyor:
“Aşıkların gerçek sınavı hastalıkla nasıl baş ettikleri değil, dayanışma yahut cinsel sadakat göstermeleri de değil; bir tek parayı nasıl kullandıklarını görünce, o sivri uca değince, asıl kim olduklarını keşfediyorsun.”
Para yahut mülk, bu hikâyelerin hepsinde bir ilişkinin başlangıcını yahut sonunu haber veriyor, kahramanların gerçek yüzleri çıkıyor ortaya. İlişkinin anatomisi, röntgen çeker gibi, para dolayısıyla ekranda beliriyor.
Bazen basit bir nesne ya da eşya olabiliyor bu, hatta sorun yaratan bir ağaç. Shriver her seferinde ya tatlı bir mizah kullanıyor ya da acıtıcı bir ironi.
Yaşamını New York ve Londra arasında eşit böldüğü için, hem Amerika’nın hem İngiltere’nin, giderek çağdaş, küresel orta sınıf yaşantısının sosyal, kültürel ve ekonomik koşullarına sıkı bir gözlemci olarak bakışı arada keskin hicive dönüşen, “işini bilen” yazarlar takımından.
En baştaki uzun hikâye, belki de en güzel olanı. "The Standing Chandelier" (Ayakta Duran Avize), aşka birkaç kez teğet geçip dost kalmaya karar vermiş kadınla erkeğin yirmi beş yıllık bir bağı nihayet koparmalarını anlatıyor. Hem de çağımıza uygun bir şekilde, elektronik posta yoluyla.
Kopma noktasına gelen ilişkinin, aslında hakkı tam verilmemiş gerçek bir aşk olduğunu, biz de onlar gibi geç anlıyoruz. Erkek bir aşamada başka kadınla evlenince, esas kadının gerçek duyguları onlara verdiği düğün hediyesinde vücut buluyor. Hediyenin adı “avize”, ama kendisi aslında büyük tutkuyla yaratılmış bir sanat eseri, âdeta bir hayat ağacı. Hediyenin büyüklüğü yahut orantısızlığı, ilişkinin de çarpıklığını, yarım kalmışlığını, ziyan edilişini simgeliyor.
Gerçek aşk kapıyı çaldığı zaman onu tanıyamamış olmak yahut ıskalamak, yanlış anlamalara veya gurura yenik düşmek, çok derinden hüzün yaratan bir tema, Jane Austen’in romanlarından bu yana biz okurları hep aynı kuvvetle etkiler. Shriver da bu ağırlıklı temayı büyük bir incelikle ele alıyor. Sadece, mutlu sonlarla pek işi yok bu yazarın.
Fakat aynı konu ağırlığını yahut ele alış inceliğini küçük hikâyelerin çoğunda göremiyoruz.
Shriver karakterlerine asla duygusal yaklaşmayan, mesafeyi koruyan bir yazar. Bu yüzden psikolojik portreleri çoğu zaman soğuk birer klinik inceleme gibi duruyor. Bu yaklaşım en iyi hâliyle, insan ruhuna acımasız bir neşter atıyor elbette, ama zayıf kaldığı yerlerde karikatüre ve klişeye dönüştüğü de oluyor.
"Repossession" (Haciz) adlı kısa hikâyede, kadın kahramanımız, ev fiyatları tavan yapan Londra’da hacizle geri alınmış bir evi ucuza kapmanın sevinciyle pembe ufuklar ve yeşil duvarlar hayal ediyor.
Ama çok geçmeden sevinci kursağında kalıyor. Ev sanki hortlaklı. Haksızlığa uğrayan önceki mülk sahibinin sanki “ahı tutmuş”, yeni sahibin başına gelmedik kalmıyor. Sonunda lanetli ev, kahramanımızı dize getiriyor, o da kendini hacizle karşı karşıya buluyor, hem de işini kaybetmiş olarak.
Bu hikâye bana çok çocuksu gelmekle kalmadı, kahramanın başta bütün liberal ekonomi değerleriyle donanmış, kendinden emin hâliyle, sondaki mağduriyeti, aşırı komedi, hatta karikatür etkisi yarattı. La Fontaine’den masallar gibi, fazla kıssadan hisseli bir kurmaca.
"Vermin" (Muzır Hayvanlar) adlı hikâyede ise, benzer bir durumu NewYork’ta izliyoruz. Birbirine çok aşık bohem genç çift, New York’un acımasız ev piyasasında sıradışı bir müstakil “gecekondu” kiraladıkları için sevinçliler. Ama bir kez evlenip evi de satın alınca, işler değişiyor.
İlk zamanlar eve romantik ışık sağlayan asma, şimdi böceklenme yapabilir kaygısıyla imha ediliyor. Arka bahçeye yuva yapmış rakunlar, önceleri sevimli bir yabani doğa resmi gibi keyif verirken, sonradan ciddi sorun yaratmaya başlıyor. İlk başta aldırmadıkları hatta sevdikleri her şey, şimdi batmaya başlıyor, sırf ev kira yerine onların olduğu için.
Onlar eve sahip çıkmaya çalışırken, ev onlara sahip olmaya başlayınca, evliliğin ve aşkın büyüsü, muzır hayvanlarla birlikte kaçıyor. Sonuç, boşanma. Hem de bu kadar uğraştan sonra ev fazla değer kazanmadığı için, ikisi de kirada yaşamaya geri dönmüşler.
Anlatıcı konumundaki kadın kahraman başından geçenleri hikâye ederken, daha başta bizi uyarmıştı zaten, ciddi bir evlilik öğüdü vermişti: Sakın ev satın almayın!
Bu hikâye de fazla klişe geldi bana, hikâyeden çok mülkle ilgili bir mesel.
Keskin sosyolojik gözlemden, fantastik yahut metafizik karikatüre kayış, lüzumsuz bir ders verme tavrı, birkaç hikâyeyi daha zayıflatmış.
Royal Male/Kraliyet Erkeği ( Kraliyet Postası üzerine bir kelime oyunu) bıkkın İngiliz taşra postacısının tembellikten mektup dağıtmayıp çuvalları evde saklamasıyla başlıyor. Ne maaşı yeterli, ne emeklilik beklentisi. Çaldığı mektuplardan birini açınca, yazan kadının karşısına sahte kimlikle çıkması, aşkı bulmasına yol açıyor. İki sevgili posta hırsızlığını birlikte sürdürüyorlar. Gene hafif siklet, gene komedi, gene klişe.
"Kilifi Creek" (Kilifi Koyu) ise Kenya’da geçen bir hikâye, kişilik ve kader üzerine metafizik bir deneme demek daha doğru olur, aşırı şematik ve parayla, mülkle pek ilgisi yok. Onun bunun evine davetsiz misafirliğe giderek dünyayı dolaşan genç kızın sonradan New York’ta aynı serkeşliğin bedelini çok ağır ödemesini anlatan bir başka mesel.
Bence bu hikâyelerin hiçbirisi kitapta olmasa, koleksiyon pek bir şey kaybetmezdi.
Aynı şey, "The Self Seeding Sycamore" (Yalancı Çınar) adlı hikâye için de geçerli. Dul kadın, merhum kocasının emek verdiği bahçeyi tekrar hâle yola sokmaya çalışırken, komşudaki ağacın saçtığı yabani tohumların istilasından illallah diyor. Komşu önceleri yardım etmeyi gayet düşmanca reddedince, kahramanımız ağacı kendisi kesmeye çalışır, düşüp ayak bileğini kırar, yakışıklı komşu nedamet getirir, aşk galebe çalar.
Bu da bir Hollywood filminin başlangıcı gibi.
Bütün bu hikâyeleri okunur kılan tek şey, Shriver’ın gayet kesin, berrak ve mesafeli yazı üslubu.
Gene de, mutluluğu kaybetmiş iki komşunun bir ağaç sayesinde mutluluğu yeniden bulması bana biraz klişe göründü. Ben İstanbul’daki apartman bahçemde, Boğaz manzaramı kapatan çam ağacını bırakın kesmeyi budatamıyorum bile. Ağaçlara ancak demokrasiye gösterdiği özeni gösteren ülkemizde, nedense çam ağacı budamak, uzay yolculuğu yapmak kadar zor. İşte size tipik bir Shriver hiciv cümlesinin benzerini yapmış oldum. Evet, Shriver’ın mizahı bazen çok keyifli, ama bu kitaptaki hikâyelerin çoğu da hafif siklet.
Gelelim Shriver’ın hedefi on ikiden vurduğu, daha sıkı işlenmiş hikâyelere.
"Domestic Terrorism" (Aile Terörizmi), nefis bir kara komedi.
Otuzlu yaşlarında hâlâ ana baba evinde oturan, bir baltaya sap olmamış, durumunda da hiçbir acayiplik görmeyen duyarsız oğulu, nasıl daha sorumlu ve kendi evine, kendi hayatına sahip çıkan birine çevireceklerini düşünen ebeveynlerin, saç baş yolmasıyla ilgili harika bir hiciv.
Denemedikleri yol kalmıyor, ama nafile. Yeni kuşak Amerikan gençlerinde asalaklık, bencillik, çıkarcılık, utanmazlık, almış yürümüş. Daha olumlu bakarsak, değerleri tamamen değişmiş. Evlenip ev bark sahibi olmak onlara fazla zahmetli geldiği için, başarı yahut hırs gibi klasik orta sınıf değerleri tamamen kulak ardı ettikleri için, durumlarından en ufak bir rahatsızlık duymuyorlar.
Liam adlı oğlumuz, eve katkı, alışveriş ya da en azından etrafı temiz kullanmak gibi şeylerden bile habersiz. Çoğu akranı da ana baba evinde oturuyor, ama onlar hiç değilse ilk evlerini almak için para biriktirme çabasındalar. Liam’ın böyle bir arzusu da yok. Hayatını kurmuş, henüz kirada oturan kız kardeşi bile ondan yaka silkmiş.
Liam’da sanki sorumluluk, para kazanmak, yaptığı şeyin ebeveynlerine haksızlık olduğunu düşünmek gibi hasletler oluşmamış. Sinirleri alınmış kadar da sakin ve umursamaz. Ana babası ona kendi paralarıyla daire kiraladığı hâlde, ilk fırsatta eve dönüyor. Anne aklını oynatmak üzere: “Ayda 1,200 dolara bir şilteye yer değiştirttik” diye dövünüyor kadıncağız. Atlanta’da bir orta sınıf mahalledeyiz.
Burada, Lionel Shriver’a dünya çapında ün kazandıran ve filme çekilen Kevin Hakkında Konuşmalıyız romanında gördüğümüz korkunç ve tamamen moralite dışı canavar oğulun epey hafifletilmiş, kara komedi tadında ele alınan alternatifiyle karşı karşıyayız sanki.
Shriver olayı her açıdan markaja almış. Gençler açısından ev fiyatlarının ulaşılmaz hâle gelmesi, ekonominin durumu, ailelerin bocalaması, hepsi orada. Benzer bir durumu orta yaşlı bir adam açısından ele aldığı “Döviz Kurları” hikâyesinde, Londra’da ev almanın imkânsızlığını da nefis bir mizahla aktarıyor:
“Bugünlerde “dönüşüm aşamasında mahalle” denilen bir semtte bile 2+1 daire bulmak öyle hayal edilemez bir lüks oldu ki, kendisi gibi dar gelirlilerin ikinci bir işte çalışarak ancak 159 yaşında ödeyebilecekleri bir hâlde. Müstakil ev almaya gelince, o tamamen rüya, kişisel ay seyahati yapmak gibi bir şey, ancak piyango talihlileri, Arap şeyhleri ya da Londra borsasındaki dolandırıcıların parası yeter.”
Tekrar Atlanta’ya dönersek, çaresiz ana baba sonunda oğullarını evden dışarıya atıyorlar. Liam hiç boş durur mu, ön bahçeye çadır kurup, bütün medya kuruluşlarını ve sosyal medyayı başına topluyor, mağdur rolüne soyunuyor, uluslararası olaya dönüşüyor. Anne babayı haklı görenlerle lanetleyenler iki kampa bölünüyor, hadise o kadar çığrından çıkıyor ki, bu sefer hem Liam hem de hamile sevgilisi bir daha çıkmamak üzere eve yerleşiyorlar.
Her yetişkin Amerikalının hedefi olması gereken meslek, ev bark sahibi olmak, yani o yüce Amerikan Rüyası, yerle bir oluyor böylece. Liam’ın yaklaşımı da garip şekilde akla yatkın duruyor aslında: dolmuş dururken, niye özel araba şart ki? Koca ev dururken, neden herkes ayrı eve çıkmak zorunda? Böylece çekirdek aileden, geniş aileye bir dönüş mü söz konusu acaba? Shriver’ın sosyolojik hicvi, gerçekten de düşündürücü.
Bu hikâyede terör oğuldan geliyor olabilir, ama bazen de terör tam içimizde, bizim zaaflarımızdan kaynaklanıyor. Shriver sıradan yaşamın durduk yerde teröre dönüştüğü durumları kurgulamayı seven ve iyi anlatan bir yazar.
Terörü yaratan da genellikle insanların aç gözlülüğü, sahip olma güdüsü, nesnelere yahut mekânlara fazla bağlanmaları, parayla ilgili güvensizlikleri. Sanki hayatlarındaki başka eksikleri böyle kapatıyorlar. Bunun en iyi örneği, kitabın sonundaki ikinci uzun hikâye, “The Subletter” (Kiracının Kiracısı).
Serbest gazetecilik yaparken yolu Kuzey İrlanda’ya düşen ve 11 yılını Belfast’ta geçiren Sara, bir değişiklik ihtiyacı hisseder. Hayatı duvara toslamış, ilerleme yok, yalnızlık ağırlaşıyor. Bir yıllığına başka kıtaya gidecek.
Çok sevdiği kiralık eski tavan arasını bir başka Amerikalı gazeteci kadına devren kiralıyor. Ama yeni kiracı hiç beklemediği bir tip. Kuruşu hesap ettiği hâlde çok şık giyinen, özgüvenli, Sara’nın kilerini hazırdan talan eden, dağınık, aldırmaz ama son derece de üstten alan bir kadın. Bu tavır karşısında Sara’nın bütün takıntıları ve zaafları canlanıyor.
Her eşyasını, her lokma makarnasını, turşusunu, mekânını, her şeysini kıskanıyor bu kadından. Kendisiyle hesaplaşmaya başlıyor. İkisi bir süre daireyi paylaşmak zorunda kalınca, aralarında müthiş bir soğuk savaş çıkıyor.
Sara’nın takıntıları krize dönüşürken, biz okurlar da acı çekmeye başlıyoruz. Bu arada İrlanda’nın bütün çetrefil siyasî çatışmaları ve terörü, evde çıkan bu domestik teröre koşut olarak, şahane bir alaycılıkla sergilenmiş.
Bir kez daha hafifletilmiş “Kevin sendromu” söz konusu sanki. Rahatlıkla cinnet yahut cinayet hikâyesi olabilirdi. Ama Shriver bu kitabında o kadar ileriye gitmiyor, daha hafif bir makamda tutuyor müziği. Ne var ki, okuru rahatsız etmek için de elinden geleni ardına koymamış. Bir hayat didik didik ediliyor karşımızda. Okumayı işkenceye çeviren, ama bir kez başlayınca elinden bıraktırtmayan, lanet ettirerek gene de okutan bir yanı var bu yazarın.
Hikâyeyi sevdim mi? Hayır sevmedim, gene fazla abartılı, ama üslubun saplantılı ve bilinçli berraklığını gene etkileyici buldum. Shriver hünerli bir yazar. Benim yazarım olmayacak, biliyorum. Buna karşın, kitabındaki temayı tutarlı şekilde sürdürebilmesini, paranın kokusunu her yerde alabilmesini beğendim.
Bir kez daha, demek roman kahramanı da sonuçta parayla olunuyor hakikaten dedirtti bana.
Don Kişot’u bildim bileli düşündüğüm bir şeydir bu. Don Kişot’tan beri böyledir. Kahramanlık parayladır. Bedelini ödetirler mutlaka. Kahraman ya paranın peşindedir ya da kaçar paradan. Ya parayı reddeder ya da kabul eder, bazen aynı anda ikisi birden.
Zengin senyörümüz Alonso Quixone, henüz Don Quixote olmadan önce, o çok sevdiği kahramanlık romanlarını satın alabilmek için, sıkıştıkça birkaç tarla, arazi satıyordu, hatırlayın. Sonra kendi kahramanlık maceralarının her birinde etrafa verdiği zararı da bir güzel ödetiyorlardı ona, hem de çil çil altın parayla. Kahramanımız hiç aldırmıyordu paraya, gittiği hiçbir yerde para ödemek aklına bile gelmiyordu.
Ama hayatının sonunda o da herkes gibi vasiyetini yaptı, sadık Sancho’suna hak ettiği parayı miras bıraktı. Zavallı Sancho, o paradan başka şey düşünmüyordu en başından beri. Sonunda ikisi aynı noktada buluştular, parada eşitlendiler.
Don Kişot’u 1999’da Norton Yayınevi için çeviren Burton Raffel, “Çevirmenin Notu”nda ilginç bir saptamaya parmak basmış, Internet’te araştırırken rastladım.
Eski Alman para biriminin karşılığı olan “thaler” sözcüğü ( ki hem anlatmak hem de sayı hesaplamak anlamına geliyor!) İngilizceden önce İspanyolcaya girmiş ve hem İspanya’da hem İspanyol kolonilerinde “dolar” kelimesine dönüşmüş. İngiltere ve onun sömürgeleri de aynı sözcüğü benimseyince, Amerika’da tarihsel olarak iki defa ödünç alınmış (çevrilmiş) bir sözcük olan, bugün bildiğimiz dolar çıkıyor ortaya. Cervantes doları edebiyatta ilk kullanan romancı olabilir bir ihtimal!
Dolar sözcüğünün başka dillerden çevrilerek gelmesi, parayı çevirmek, yani döviz bozdurmak konusunu hatırlattı, Lionel Shriver’ın kitabındaki “Döviz Kurları” hikâyesi geldi gene aklıma.
Londra’ya yerleşen orta yaşlı Elliott Ivy, akademisyen babası Harold ile yemekte buluşur. Yaşlı profesör, yemeğin parasını nakitle ödedikten sonra, kalan sterlinlerini oğluna uzatır -konferansı için ödenen sterlinleri, sırf beş sterlin komisyon ödememek için, oğlundan bozdurmasını ve Amerika’ya havale etmesini ister. Döviz paritesinde, sterlinin değerli olduğu, doların aleyhine bir dönemdeyiz.
Elliott hâlâ kendi evini satın alamamış, boşanırken mali kayba uğramış, avam tabirle ezik bir adam. Babasının cimriliğine sinir olduğu için parayı gönderene kadar epey oyalanır, dolar tekrar değer kazandığı için büsbütün sinir olur ve babasının parasından, çeki gönderirken ödediği posta parasını düşer. Baba oğul sessiz bir sinir harbindelerdir. Ve tabii yaşlı adam çok geçmeden ölür, bir daha görüşemezler.
Cenazeden sonra annesi, Elliott’a o son konferanstan para kazanmanın babasını nasıl mutlu ettiğini anlatır. Emekli maaşı çekmek yerine gerçekten para kazanmak ne tatlıdır. Annesi “Para kazanmanın nasıl tatmin edici olduğunu unutuyoruz bence” diye yorum yapar.
Elliott ise o son yemekte hesabı ödemediğine, babasını ömür boyu bir kez bile yemeğe çıkarmadığına pişmandır. Ona kalan mirasla artık rahatlıkla ev alabilecektir. Kâğıtlarına baktığında, babasının o döviz çekini hiç bozdurmadığını görür.
Aile üyelerinin birbirlerine olan sevgilerini unutup ilişkilerini parayla ölçtükleri hazin bir hikâye.
Shriver, gene baba-oğul ilişkisi ve miras üzerine kurduğu bir başka dokunaklı hikâye daha koymuş kitaba, “Chapstick” (Dudak Kremi). Yaşlı babasının bütün para işlerini, her tür bakımını üstlenen en küçük oğul, bu nankör rolüne nihayet havaalanında didik didik aranırken isyan edince alıkonulur, uçağını kaçırır ve babasının hayattaki son saatlerine yetişemez.
Evet, edebiyat kahramanlarının parayla imtihanı gördüğümüz gibi Don Kişot’tan beri amansızca devam ediyor. Asla da bitmeyecek. İnsanlar ister ana babadan görmedikleri sevginin yoksunluğuyla, ister başka nedenlerle, kendilerini değersiz görüp hayatlarına parayla değer biçtikleri sürece devam edecek.
Jane Austen’i hatırlayalım mesela. Her romanında kimin ne kadar kazandığı, yıllık gelirinin ne olduğu konuşulur daima. Aileyi, aşkı, evliliği, güveni, her şeyi ekonomi yönetir. Üstelik Austen İngiltere’nin sömürgeciliğini de dışarıda bırakmaz. Zengin aileler sadece toprak mülkiyetiyle değil, dünyanın öbür ucundaki yatırımlarıyla da zengin olmuşlardır.
Aynı şekilde, Charlotte Brontë’nin Jane Eyre romanında Jane’e kalan miras sömürgelerde kazanılmıştır. Keza Emily Brontë’nin Uğultulu Tepeler romanında Heathcliff yurt dışında para kazanıp geri döner eskiden yanaşma olduğu malikaneye ve sevdiği kıza. Klasik bir yoksul oğlan - zengin kız masalıdır bu. Ama kaybolan mutluluğu para geri getiremez. Oradan yüz yıl ileriye, Atlantik’in öbür kıyısına, Scott Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby romanına kolaylıkla atlayabiliriz. Paranın hükmü sınır ve zaman tanımıyor. Shriver’ın okyanusun iki kıyısında dolaşması bir geleneğin devamı gibi âdeta.
Paranın ille mutluluk getirmediği meseli, Shriver’ın kitabındaki en zayıf hikâye. “Paradise to Perdition” (Cennetten Lanete), yüklü bir serveti zimmetine geçiren adamın, egzotik bir adanın en pahalı otelinde lüksten bunalmasını anlatıyor. Sonunda geri dönmeye karar verir, hapse girmeye razı, yeter ki hayatı yeniden sahici olsun.
Hikâye zayıf, ama bu sahicilik konusu önemli.
Paranın sahtesi olduğu gibi ruhun da sahtesi olabiliyor. Dostoyevski bu meselin ustası. Dimitri Karamazov, cimri ve despot babasının evinde, kendisine değer verilmediği duygusuyla büyümüş bir kahraman. Küçük kardeşi azizliğe dönüştürmüş bu yoksunluğu, ağabeyi de entelektüel hayata sığınmış. Ortanca Dimitri ortada kalmış. Kendi değerini bilmedikçe, hayatında parayı da bir türlü doğru yere koyamıyor. Bir tapıyor paraya, bir hor görüyor.
Karasevda Kitabı’nda “Paranın Melankolisi” adında bir deneme yazmıştım. Orada biraz Dimitri’ye benzetiyordum kendimi. Parayla ilişkimin bozuk olması, bir dönem borca batmışlık, aynı zamanda duygusal ve ruhsal olarak da borçlu ve eksik yaşamaya zorladı beni. İnsanın kendini doğru değerlendirmesi, gerçekten de parayı doğru yere koymaktan geçiyor.
Dimitri için de hayatı kendi gözünde sahicilikten yoksundur çünkü bizi en sahici yapan duyguları, para yüzünden yanlış değerlendirir. Sürekli borçta yaşar.
Kumarbaz Dostoyevski borçta olmanın cehennem azabını epey tatmış kendi hayatında. Ama Tolstoy gibi bir toprak ağası bile, parayla ve mülkle epey savaşmış. Knut Hamsun gibi açlıkla terbiye olan yazar kadar, düzenli geliriyle rahat üreten yazar da var dünya edebiyatında. Thomas Mann “iş adamı” yazar olmayı kolay benimsemiş. Lionel Shriver da, “iş kadını” olmayı, edebiyatını parayla ve başarıyla ölçmeyi çabuk öğrenen yazarlar arasında gibi geldi bana. Ama kitabında sevdiğim hikâyelerden birinin borçla ilgili olması, herhalde tesadüf değil.
“Negative Equity” (Değer Kaybı), yazarın mutlu sonla biten ender hikâyelerinden biri. Boşanmaya karar veren karı koca, parasızlıktan ayrı evlere çıkamazlar. Adamın lokantacılık işinin iyi gitmediği bir dönemde, evlerinin değerine karşılık borç almışlardır. Fakat o sırada İngiltere’de ev fiyatları düşünce, evin değeri aldıkları borcun altında kalır. İkisi de bir yere kıpırdayamaz.
Çiftin aynı evde ayrı hayatlar yaşamaya çalışması, gerçekten komik ve dokunaklı.
Televizyonda nefis bir durum komedisine dönüşebilirmiş. Bu karşılıklı oyun bir Noel arefesinde bozuluyor, ikisi de kendilerini evde buluyorlar, birlikte yemek pişirirken ayrılmak istemediklerini, hâlâ birbirlerini sevdiklerini fark ediyorlar. En sonda “Yaşasın değer kaybı” diye kadeh kaldırıyorlar. Bu da “paranın ironisi” olsa gerek.
Charles Dickens’in Bir Noel Hikâyesi kadar acıklı bir mesel değil belki, ama bir aşamada insanın içinden “Humbug!”, “Palavra!” diye bağırmak da geliyor doğrusu. Buna rağmen hikâyeyi sevmemin nedeni, borçla ilgili olması.
Günümüz dünyasının ekonomik düzeninde borçlanmadan yaşamak neredeyse imkânsız. Kredi olmadan adım bile atamıyoruz. Ama bu koşullarda, birbirimize daha çok dayanışma, sevgi ve merhamet borçluyuz galiba. Biraz sulu gözlü olabilir, ama mesajın önemi büyük.
Kredi borcu değil, gönül borcuyla yaşamayı seçebiliriz ne de olsa.
Don Kişot’un sonunda birisi Sancho Pancha’ya, efendin zır deli olmalı, der. Sancho itiraz eder: neden deli olsun ki, kimseye borcu yok! Her şeyin parasını ödüyor. Ha, bu arada eğer ülkede bir gün delilik geçer akçe olursa, en zengin de o olur fena mı!
Cervantes’in burada delilikten kast ettiği şeyin, bir tür gönül ve hayal zenginliği olduğunu düşünüyorum. En çok ihtiyacımız olan şey.
Dört yüz yılda dünya belki de çok fazla değişmedi. Marx gerçekten “para en yaratıcı kudret” dedi mi bilmiyorum, ama insanı diri ve sahici tuttuğu kesin. Önemli olan tek şey, bizim parayı hayatımızda nerede tuttuğumuz. Para çok önemli, ama sevgiden önemli değil.
Parayla borçlanmak ne kadar delilikse, sevgiyle borçlanmak da o kadar akıllıca ve elzem sanki. Shriver’ın bütün o soğuk, klinik tahlilleri arasında bu sevgi mesajının izini sürmek hoşuma gitti.
Edebiyatta asıl parayla kahraman olunduğunu hatırlamak da tuhaf şekilde iyi geldi. Edebiyatın en temel ekseni, alçalmak ve yücelmek diyalektiğidir bence. Onu en iyi ölçen gerçeklik sınavı da para.