"Stallabrass, binlerce sunucu, milyonlarca bilgisayar üzerinde aynı anda var olan bir sanat eserini piyasa ne yapabilir diye soruyor. Fakat yazarının 2020’de yazdığı satırların hemen ardından ortaya çıkan NFT ve sanat piyasasının bu alana hızlı adaptasyonu, piyasanın bu soruya cevabı olarak görülebilir."
03 Şubat 2022 16:37
Marc Augé, 1994 tarihli ses getiren metni Yok-yerler’de tarihin hızlanması kavramını ortaya atmıştı.Tarihin hızlanması ekonomistlerin, tarihçilerin ya da sosyologların çoğu zaman öngörmedikleri bir “olaylar çoğalmasını” ifade ediyordu. ‘80’li yıllarda yaşanan altüst oluşlar, soğuk savaşın bitişi, dünya sisteminin oluşması, enformasyonun aşırı bollaşması, hızla değişen gündemler yaratıyordu. Hemen ardından internet 1.0 ve dijital teknolojinin çılgınca bir hızla gelişimi Augé’nin tarihin hızlanması dediği şeyi yaşamın her alanında önüne geçilemez bir biçimde belirgin kıldı. Bırakalım tarihi, ânı yaşamak için bile sürekli değişen gündeme bağlı kalmak gereken bir yeni dünya içindeydik. Modern dönemin belirleyici özellikleri önce sarsılmış, ardından yıkılmış ve artık yeni dünyaya özgü yeni ve değişken gerçeklikler içine girmiştik. Siyaset ve ekonomi kadar sanat alanı da bu gerçekliğin doğal bir parçası olarak kabuk değiştirdi.
Bu değişime ilk büyük tepki, Jean Baudrillard’ın 1996 yılında yayınladığı Sanat Komplosu metni oldu. Baudrillard, artık bilinen anlamıyla sanatın varlık nedeninin kalmadığını keskin tespitler eşliğinde ortaya atıyordu:
“Kendini kayıtsızlığa adamış bir dünyada, sanat olsa olsa bu kayıtsızlığa kayıtsızlık ekler; nesne olmayan nesnenin, imgenin boşluğu etrafında döner”.
Estetik ütopyanın ve eleştirel yargının mümkün olmadığı dünyada sanat bir komploya dönüşmüştür. Dev bir makine ve büyük bir ticari çark olarak kendi hükümsüzlüğünü ilan ederek varmış gibi yapmaya devam etmektedir. Baudrillard’a göre Warhol bu hiçlik sürecinin dönüm noktasıdır. “Ben makineyim” diyen Warhol hiçliğin kendisine dönüşmüş, Baudrillard’a göre “bizi estetikten ve sanattan kurtarmıştır”.
Baudrillard sanatın öldüğünü söylemez, fakat onun ardından daha kökten bir yargı Donald Kuspit’ten gelir: Sanatın Sonu. Kuspit, 2004 tarihli incelemesinde modern sanatın doğal gelişim sürecinin onu ontolojik bir yok oluşa sürüklediğini ortaya atıyordu. Avangard’ın estetiğe karşı eleştirel yaklaşımıyla başlayan süreç, estetiğin kötülenmesi, kiçin baş tacı edilmesine yol açmıştır. Yine avangard’ın sanatla hayatı birleştirme ideali sanatın hayat tarafından yutulması diye özetlenecek bir sonuca varmıştır. Radikal sanat dahi kendine uygun olmayan kültürel ortama sokulması sonucunda uyuma (entelektüel lahit olarak adlandırdığı müzeye) direnen ve hatta anti-sosyal olan karakterini kaybetmiştir. Kuspit; Warhol’un yanına Kaprow’dan Duchamp’a kadar geniş bir fail listesi ekler. Sanatın yokluğunda artık sıradanlık peşinde ve kitlelere yönelik bir “post-sanat” varlığını sürdürmektedir.
Baudrillard’ın komplo teorisini gerçekliğe karşı simülasyon üzerine kuramıyla birlikte düşünmekte fayda var. Bunun yanında Kuspit ise postmodernizm kavramına tepkili ve modernin başlangıç dönemi estetik ideallerine yakın bir konumdadır. Şimdi postmodernizmin kendisi bile eskimiş görünüyor ve simülasyonun kendisi gerçeklik dediğimiz şeyle ilişkimizi çoktan bozmuş halde. Modernin sanatla ilgili mefhumu şu zaman için çok ciddi, katı ve gündem dışı olarak ilan edilmiş durumda. Burada Kuspit’ten 20 sene önce bir tarihte sanatın sonunu daha farklı bir açıdan ilan etmiş Arthur C. Danto’yu anımsamak gerek. Kısaca özetlersek, Danto sanat eserlerinin gerçek şeylerden ayırt edilemez hale gelmesiyle, daha önce bilinen haliyle sanatın ve onun tarihinin bittiğini söylemiştir. Fakat Danto, Kuspit’in aksine, sanatın sonunu yeni ve daha serbest bir sanat çağının da doğuşu olarak ele alır. Ona göre ideoloji, mimesis gibi bağlardan kopan sanat daha özgür ve kişiselleşmiş olacaktır. Bu değişimin merkezine Danto da Warhol’u oturtur.
Öte yandan, sanatın tarihten ve ütopyalardan arındırılmasının ardından sanatın kendisinden çok piyasası konuşulur hale gelmedi mi? Neo-liberal politikanın etkisini en belirgin ortaya koyduğu alanlardan biri sanat... Çağdaş sanatın gündelik yaşam içinde artan yeri ve bu durumun oluşumu sürecine dair ipuçlarını onun ekonomik sistemle girdiği ilişkilerde aramak gerekiyor.
Bugüne bakıldığında yeni kuşak için bu tartışmalar çokça alıntı ve kavramın havada uçuştuğu, daha sıkıntılı bir sürecin söylemleri gibi de görünmektedir. Sanat, ne olduğu, ontolojisi, kendini gerçekleştirme süreçleri gibi kavramlardan çok şu anki varlığı ve aldığı şekille ilgili öne çıkıyor görünüyor. Listelenen ya da özetlenen hap bilgilerin öne çıkmasıyla hafıza, tarihsel bilgi, neden-sonuç ilişkileriyle haşır neşir olanların sayısı da azalıyor. Burada dikkat çeken konu, çağdaş sanatla ilgili olmanın, onun fuar, sanat haftası, bienal gibi güncel etkinliklerini takip etmenin popüler bir davranışa dönüşmüş olması, cool sayılmasıdır. Bu ilgi sadece üst sınıfla sınırlı olmayan, üniversite gençliğinden şehirli orta sınıfa kadar geniş bir takipçi kitlesini kapsar hale gelmiştir. Bu noktada sanatın son 40 yıl içinde yaşadığı değişimi merkeze alan Julian Stallabrass’ın Çağdaş Sanat-Bir Tarihçe kitabını ele almak istiyorum. Stallabrass’ın incelemesi küresel kapitalist sistemin sanat alanında kurduğu hâkimiyete dair sağlam bir özet sunuyor.
Stallabrass’ın bu çalışması, yazarın 2004’te yayınladığı, bizde Sanat A.Ş. adıyla İletişim Yayınları’nın Sanat/Hayat dizinden yayınlanan kitabına dayanıyor. Kitap, Soğuk Savaş’ın bitişiyle dünya sanatının yaşadığı hızlı değişimleri ele almıştı. Fakat bu değişimler bırakalım durmayı, hiç ara vermeden sürdü ve yepyeni sonuçlara sebep olmaya devam etmekte. Bu durum Stallabrass’ın metnini güncellemesine, bazı değişikler, eklemeler ve çıkartmalar yapmasına sebep olmuş. Kitle iletişim araçları ve sosyal medyanın trend başlıklarından biri haline gelmiş ve artık sürekli biçimsel değişim yaşayan sanat için bu tip güncellemeler bile yetersiz duruma düşüyor. Yazarın pandemi koşulları içinde, 2020’de yaptığı güncellemeler bile daha şimdiden bazı açılardan eskimiş kalabiliyor. Eleştiri, kuram ve sanat tarihi gibi ânın akışına teslim olamayacak ve sürekli güncellenemeyecek alanlar için zorlu dönemlerdeyiz. Bu durum Borges’in aktardığı ülke ölçeğinde haritanın paradoksunu anımsatan bir gerçeklik oluşturuyor. Nasıl böyle bir harita çizmek imkânsız görünüyorsa, artık tarihin hızlanması değil, son hızla yaşanması çağında eleştiri, kuram ve tarih kendine yeni yollar arıyor. Yüzyıllardır bu bilginin aktarıldığı kaynak olarak kitabın kendisi de yaşanan dönüşümle format değişikliğine zorlanan nesnelerden biri.
Kitaba geri dönersek: Stallabrass sanatın ontolojik durumunun ötesinde, var olmaya devam ettiği halinin ne olduğunu belirlemeye soyunuyor. Tüm o tartışmaların, polemiklerin, değişimlerin ardından ekonomik, psikolojik ve kültürel sınırları genişleyen sanatın cini neydi? Ütopyanın ve avangard’ın yitiminin ardından, piyasanın belirleyici olduğu bir sanat algısı tüm küreyi sardı. Yazara göre “sanatla hayatı kaynaştırmaya yönelik temel modernist hayal orada (sanatta) gerçekleşmiştir, ancak sonuç bir sentezden çok, zayıf tarafın boyun eğmesidir”. Stallabrass, kitabının ilk versiyonunun yayınlanmasının üzerinden geçen 15 senede küresel sanat piyasasının 10 kat büyüdüğünü tespit eder. 15 yıl önce ABD ve Birleşik Krallık merkezli bu ekonomi başta Çin, Körfez ülkeleri, Rusya olmak üzere yeni ve güçlü oyunculara sahip olmuştur. Bunun yanında Azerbaycan’dan Hindistan’a, daha önce varlığı olmayan yeni sanat piyasaları da bu sürece dahil oldular. Sanatı yatırım ve spekülasyon aracı olarak gören süper zenginlerin ortaya çıkışı, şirket koleksiyonlarının çoğalması, sanatın markalaşmasının öne çıkması, küresel müzayede evleri ve fuarların belirgin etkisi Stallabrass’ın altını çizdiği konular arasındadır. Moda, tasarım ve reklam dünyalarının sanatla kurduğu yeni ilişkiler yıldız sanatçı kuşağının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Kuşkusuz, sanatın bu sektörlerle daha eski bağlantıları bulunabilir, fakat yaratıcı kapitalizm olarak adlandırılan yeni süreçte kurulan ilişkiler çok daha yaygın ve belirgin olmuştur. Markalar direkt ürün ya da konsept üzerinden sanatçılarla ortak projeler üretmeye başlamıştır. Sanatın sermayeyle girdiği açık ilişkilerin ilk kurbanı eleştiri olmuştur. Stallabrass’a göre “çağdaş Batı sanatında, bir eserde ya da bir eser hakkında yapılan yorumda taraf tutmayı reddetmek standart bir taktik haline” gelmiştir. Eleştirinin yerini sıkça piyasa ederi ve sosyal medya alır. Sanatın deneyimlenmesi yani satılmaksızın sergilendiği yerde tüketilmesi geleneği Instagram ile bambaşka bir görünüme bürünür. Stallabrass’ın deyişiyle, “artık popüler olan değerli, değerli olan popüler”.
Soğuk Savaşın bitmesinin ardından çeşitliliğe ve çokkültürlülüğe yapılan vurgularla sanat alanında beyaz erkek egemenliği kısmi bir kırılma yaşamış; bu da kadınlara, LGBT bireylere, siyahlara ve üçüncü dünyadan farklı seslere daha çok alan açılmasını sağlamıştı. Stallabrass’a göre birçok yerde sermaye tarafından egzotik bir unsur olarak pazarlanmaya çalışılsa da bu çeşitlilik, sanatın politik meseleler karşısında daha çok tavır almasına yol açmıştır. Her şeyden önce güvencesizliğin ve artan ekonomik krizlerin damgasını vurduğu alanların biri de sanat sektörünün ta kendisidir. Astronomik gelirler elde eden az sayıda sanatçı dışında kalan sanatçılar yoksullukla ve yaşamak için ek işler icat etmekle uğraşmaktadırlar. Batıda devletlerin sanat alanına destekleri neo-liberal politikalara rağmen tam olarak yok olmaz ve devam eder. Fakat Türkiye’nin arasında olduğu diğer dünya için böyle bir kamusal destekten bahsetmek mümkün değildir.
Stallabrass artık sosyal medya baskısının her şeye damgasını vurduğunun, Instagram’da paylaşılmaya müsait eserlerin öne çıkabildiğinin altını çiziyor. Ama bir taraftan da dijitalleşmenin belli bir demokratikleşme potansiyeli taşıdığını, piyasaya alternatif hareketlerin ve politik eleştirinin gelişebileceği yeni bir alan olduğunu söylüyor. Ona göre “dijital sanatta, eserin üretim ve dağıtım sürecinde yeni teknolojik araçların kullanılması, sanat dünyasının zanaata dayalı pratiğiyle, koleksiyonerlik sistemiyle ve elitizmiyle çatışma içine girmiştir”. Stallabrass, binlerce sunucu, milyonlarca bilgisayar üzerinde aynı anda var olan bir sanat eserini piyasa ne yapabilir diye soruyor. Fakat yazarının 2020’de yazdığı satırların hemen ardından ortaya çıkan NFT ve sanat piyasasının bu alana hızlı adaptasyonu, piyasanın bu soruya cevabı olarak görülebilir. Şimdi avangard’ların “herkesin sanatçı olması” düşü NFT üzerinden gerçekleşmiş görünüyor – ama ütopya değil, coin merkezli bir ortamda.
(Soldan sağa) Jean Baudrillard, Donald Kuspit, Marc Auge, Andy Warhol, Arthur Danto.
Auge, Baudrillard ve Kuspit’in tespitleri insanların okuyucu-izleyici olduğu Web 1.0 dönemi içinde gerçekleşmişti. İşler sosyal medya dediğimiz şeyin oyunun parçası haline geldiği Web 2.0 dönemiyle oldukça karıştı. Teknolojik gelişmenin yüksek hızının toplumlarda ve bireysel psiko-patolojilerdeki etkisini hâlâ test ediyoruz. Ve bu karmaşa içinde patlayan küresel salgın, onun disipline ettiği yeni yaşam biçimleri, birçok alanda yeni tanımlamalara yol açıyor. İnsanlar Web 2.0 dünyasında yaşamın hızıyla baş etmeye çalışırken, şimdi Web 3.0’ın metaverse evreni, olan dünya yanında olmayan dünyalarında haritalarıyla karşımıza çıkmaya hazırlanıyor.
Sanat yeni dönemde ne hikâyeler yazacak, sanatın cini ne şekle girecek; şu an bunu yaşayarak görüyoruz. Çağdaş Sanat-Bir Tarihçe kitabı, okura neo-liberalizmin son 40 yılda sanatı nasıl dönüştürdüğünün hızlı ve eleştirel bir özetini sunuyor. Stallabrass’a göre, sanatın piyasanın belirlediği alan dışında var oluşu onun politik bir tavra dönüşmesidir; Occupy, Black Lives Matter gibi hareketlerde sanatçıların varlıklarını ve bu hareketlerin sanatsal biçimleri kuşanmalarının sonuçlarını da bu manada tartıştırmaya açar. Tamamen gömüldüğü düşünülen “politik sanat ve avangard dirilmiştir” tespitleri kuşkusuz tartışmaya açıktır. Sanatın direkt aktivizme dönüşmesi bizi yine sanatın sonu kavramına götürme potansiyeline sahip olsa da, yaratıcı kapitalizm ile sanatın bir çeşit hesaplaşmasını hayal etmek kulağa hoş geliyor.
•
KİTAPLAR:
GİRİŞ RESMİ:
Raumzeichnung (Bass), Monika Grzymala, 2012.