Can Bahadır Yüce: Popülizmin iyice yükselişi, kötü romanların ilgi görmesi, “Yeni Türkiye”nin çirkinlikleri bizi yanıltmasın. Köşesinde, sessiz, o büyük yapıya tuğla taşıyanlar vardır
11 Temmuz 2016 14:07
Şair, editör, köşe yazarı ve akademik çalışmalarını Türkçe edebiyat, Ortadoğu ve kültürel çalışmalar üzerine sürdüren bir isim Can Bahadır Yüce. Sekiz yıldır Amerika’da yaşasa da Türkiye’deki edebiyat gündeminin çok içinde. Bu yüzden 80 sonrası doğan edebiyatçılar dosyasında yer almasını istedik ve hâliyle her konuya değindik.
Şiire çok erken yaşlarda başladınız ve ilk ödül 18 yaşında geldi. O zaman ne hissetmiş, gelecekle ilgili ne hayal etmiştiniz?
Yolun başındayken insan uzak geleceği pek düşünmüyor. Gençliğin büyüsü biraz da bu... Ayaklarınızı yerden kesip upuzun bir serüvene kanat açıyorsunuz. Yatılı okuldaydım ve –kâğıt üzerinde– mezuniyetten sonra subay olmam gerekiyordu. Ama bir şekilde hayatımı yazı uğraşıyla geçireceğimi biliyordum. Abdülhak Şinasi Hisar bir yerde, “Ne yazacağımı bilmeden önce, bir gün, zamanı gelince, yazacağımı bilirdim” der. Benimki öyle değil, mistik bir görüntü vermek istemem. O yolu değil de felsefe okumayı seçtim. Yaptığımız seçimlerin toplamına hayat diyoruz zaten.
Geriye dönüp bakınca, erken yaşta bu ödülü almanın sizdeki karşılığı ne peki? “Genç şair” etiketi ne getiriyor, ne götürüyor?
Edebiyat ödüllerinin işlevlerinden biri genç şairleri, yazarları cesaretlendirmektir. Yaşar Nabi Nayır Ödülü bu bakımdan bence edebiyatımızın en önemli ödüllerinden. Yoksa kategorik olarak edebiyat ödülü bir ölçüt değildir. Nobel jürisinin es geçtiği isimleri (Proust, Joyce, Woolf, Nabokov, Auden) düşünmek yeterli. “Genç şair” etiketine gelince, insanın üzerine yapışıp kalmadıkça zararı yok. Bizden önceki kuşaktan birkaç isim kırklı yaşlarındayken hâlâ “genç şair” diye anılırdı. Bir de “edebiyatımızın en genç şairi İlhan Berk” denirdi (ki bunda doğruluk payı vardır). 2000'lerin başında benim hakkımda, bu çocuk şiirlerinde ölümden bahsediyor, 19 yaşında ama aslında ihtiyar, gibi cümleler içeren bir iki yazı çıkmıştı. Bunları okuyup eğlenirdim.
Şimdilerde artık 18, 19 yaşında şiir yazan gençlere ciddi bir gözle bakılmıyor gibi. Buna ne dersiniz?
Bu her zaman böyle olmuştur. “Şiir karın doyurmaz” cümlesini hepimiz duyduk. Attilâ İlhan'ın kız istemeye gidip şair olduğu için reddedilme hikâyesi ünlüdür. 15 yıl önce de durum pek farklı değildi. Yine de galiba toplum bu kadar sığlaşmamış, pragmatist hâle gelmemişti.
Bunda şiir ortamının, ya da daha geniş bir açıdan ele alırsak, edebiyat dünyasının etkisi ne kadar sizce?
Biz yolun başındayken yayınevleri şiire daha çok destek veriyordu. Şiir kitabı ilanları büyük gazetelerde yer alırdı. Kitap ekleri henüz yaygınlaşmamıştı ama gazetelerde şiir kitaplarına yer açan kültür sayfaları, hafta sonu ekleri vardı. Hatta Yaslı Mızıka çıktığında Ayşe Arman benimle söyleşi yapmıştı, bu örnek herhalde bir fikir verir. Televizyonlarda kitapseverleri soluk aldıracak mecralar bulabilirdiniz. Edebiyat dergileri herhalde daha çok satıyordu. Bütün bunlar görece daha canlı bir şiir ortamını hazırlıyordu.
Peki, 2000’ler, yani sizin de ilk kitabınızın yayımlandığı yıllarda nasıl bir şiir ortamı vardı?
2000'lerin başı, popüler romanların yükselişe geçtiği bir dönemdi. Belli aralıklarla ısıtılıp ısıtılıp önümüze konan “Şiir ölüyor mu?” sorusu o zaman da sorulurdu. Ama dediğim gibi, o zamanlar (uzak bir geçmişten bahsediyor gibi konuşuyorum ama sadece 15 yıl önce) edebiyat dergileri daha çok satardı, şiir kitabı basarsak zarar ederiz diye düşünmeyen daha çok yayınevi vardı.
Şimdilerde? Köşe yazıları, akademik çalışmalar derken şiirle aranız nasıl?
Elbette yazıyorum ama doğrusu yayımlamak için pek istek duymuyorum. Arada (şiir yayımlamaya orada başladığım ve dergiyi bir tür yuva olarak gördüğüm için) Varlık'ta şiir yayımlıyorum sadece. Galiba kitap fikrinden biraz soğudum ama belki de uzak olmayan bir gelecekte kitap yayımlarım.
Peki, genç yaşlarınızda etkilendiğiniz, sonra da yolunuza ışık tutan şairler kimlerdi? Dönem dönem değişir mi bu isimler yoksa yeri bugüne kadar değişmeyenler de var mı?Türkçenin bütün ustalarından bir şeyler öğrenmeye çalıştım. İlk iki ustam Attilâ İlhan ve Hilmi Yavuz'du. 1998'de Dağlarca'nın imza gününe gitmiştim, beni Kuleli üniformasıyla görünce okul anılarını anlatmaya başladı. Çocuk ve Allah'ı o günden sonra keşfettim, eşsiz bir deneyimdi. Necatigil hep yeniden döndüğüm bir tatlı su kaynağı gibidir. Bâki Efendi'den Nâzım'a, Oktay Rifat'tan Gülten Akın'a onlarca isim, şiirimizin köşe taşları... Hepsini saymayacağım. Sonrakilerden V. B. Bayrıl'ı kuşağının en iyi şairlerinden biri olarak görürüm. Haydar Ergülen'in 40 Şiir ve Bir'i gözde kitaplarımdandır. Şavkar Altınel ne yazsa okurum. Cem Uzungüneş ve Nazmi Ağıl (ki aynı zamanda müthiş bir çevirmendir) sadece şiirleriyle değil, bana yol göstermeleriyle de hep minnetle andığım şairler oldu. Auden, Stevens ve Merrill'i keşke daha erken tanısaydım diye düşünürüm. Emily Dickinson'ın yeri ise başkadır.
Hilmi Yavuz’la yolunuz nasıl kesişti? Hoca, genç şairi şiirlerinden zaten tanıyormuş galiba?
1998 kışında bir gün Milliyet'te Hasan Pulur'un köşesini okuyordum. Hilmi Yavuz'un yeni kitabı Akşam Şiirleri'nden bahsediyordu. Yazının sonunda alıntılanan “Akşam ve Hançer” şiirini o an ezberlemiştim: "çöktü akşam, üstümüze yıkıldı / vakittir, artık perdeyi indir / atılacak eşyayım öyle yığıldım / ve bildim ki insan hüzün içindir". Bir yatılı okul kütüphanesinde, o ahşap ve kâğıt kokan loş salonda, akşam vakti bu dizeleri okumak tam bir aydınlanma anıydı. Hoca'yı öyle tanıdım. Ardından biraz da o seçici kurulda yer aldığı için Yaşar Nabi Nayır ödüllerine katıldım. Yani tanıştığımızda Hoca da beni şiirlerimden tanıyordu.
Dosyanın da konusu olan 80 sonrası doğan edebiyatçıların bir derdi, tasası oldu mu sizce?
80 sonrası doğan şairler ve yazarlar, ki artık Cahit Sıtkı'nın deyişiyle “yolun yarısı”na geldik, iyi işler yaptılar, yapıyorlar. Bence artık bir kuşağın tek bir tasasından söz edebileceğimiz dönemler geride kaldı. Bizim kuşağı farklı renkleri, farklı yönelişleriyle değerlendirmek gerek.
Farklı renkleri, yönelişleri biraz açabilir miyiz?
Türkçe şiirin birikimini göz ardı etmeyenlerden (klişe deyişle “gelenekten beslenenler”) bir tür anti-şiire uzananlara, kısa öykünün başarılı örneklerini verenlerden romanda yeni bir toplumcu damar (özellikle Gezi'den sonra) arayışında olanlara, anadili Kürtçe olduğu halde Türkçe yazan ve o coğrafyanın acılarını dile getirenlere kadar geniş bir yelpaze var. Öyküde bir canlılık göze çarpıyor. Buna karşın öykü dergilerinin uzun yaşayamaması, üzerinde düşünülmesi gereken bir sorun.
O zaman soruyu şöyle değiştirelim; sizin kuşak rüştünü ispatladı mı? Ne dersiniz, gelecekte 2000’lerden bahsedebileceğimiz bir kuşak olacak mı?
Çoğumuzun rüşt ispatlamak gibi bir tasası olduğunu sanmıyorum ama bu kuşaktan kalıcı yapıtlar çıktı, çıkacaktır. Hükmü zaman verecek.
Son döneme baktığımızda da birkaç olay haricinde edebiyat dünyasında yaprak kıpırdamıyor gibi. Bir heyecan kaybından bahsedebilir miyiz?
Heyecanın yitip yitmediğini bilmiyorum. Bir saklı su gibi, derinden, kendince edebiyat uğraşını sürdüren nice şair, yazar var. Popülizmin iyice yükselişi, kötü romanların ilgi görmesi, “Yeni Türkiye”nin çirkinlikleri bizi yanıltmasın. Köşesinde, sessiz, o büyük yapıya tuğla taşıyanlar vardır.
Kötü romanların, popülizmin ilgi görmesi ile “Yeni Türkiye”nin arasında nasıl bir bağ var? Kötü romanlar her dönem ilgi görmüyor muydu zaten?
İki ayrı olgudan söz ediyorum, mutlak bir nedensellik bağından değil. Hazır duyarlıklara seslenen romanlar her dönemde ilgi görmüştür. Ama şöyle de düşünebiliriz: Lümpenliğin yükseldiği, cehaletin sistemli hâle geldiği, anti-entelektüalizmin neredeyse resmî ideolojiye dönüştüğü, aykırı seslerin susturulduğu yerde kitlelerin nitelikli edebiyatla buluşması daha zordur. Öte tarafta, baskı dönemlerinin büyük yapıtları hazırladığını da unutmamak gerek.
El konulana kadar Kitap Zamanı'nın editörlüğünü yapıyordunuz. Uzaktan bu işi yapmak ne kadar kolaydı?
Kitap Zamanı gaspedilmeden henüz bir ay önce (ki dünyanın gaspedilen ilk kitap eki oldu!) 10. yıl özel sayısı yayımlanmıştı. O sayıyla veda etmiş olduk. Bu 10 yılın büyük kısmında ben Türkiye'de değildim. Uzaktan bu işi yapmak çok daha kolaydı: Gazeteye gitmek yok, trafik derdi yok, telefona bakmak yok... Kitap Zamanı'nın yaklaşık 90 sayısı Amerika'nın küçük üniversite kentlerinde, küçük odalarda hazırlandı. Saat farkı da epey işimize yaradı. Böylece geceleri ben, gündüzleri Türkiye'deki arkadaşlar (önce Musa İğrek, sonra Yavuz Ulutürk) çalışabiliyordu. Uzakta olmak artık taşralılaşmaya başlayan yayın dünyasının sınırlarından çıkmamızı da kolaylaştırdı. Harold Bloom'dan Javier Marías'a, Péter Nádas'tan A. S. Byatt'a, Dario Fo'dan Per Petterson'a birçok yazarın Türkçedeki ilk söyleşileri Kitap Zamanı'nın sayfalarından okura ulaştı.
Peki, yeni çıkan kitaplara, yayınlara hâkim olmakta zorluk yaşıyor muydunuz?
Hiç zorluk yaşamadım. Bu işi mesela 90'larda yapamazdık ama internet çağında, elimizde tabletler varken her şey çok kolaydı. İdeolojik ya da başka gerekçelerle Kitap Zamanı'nı yok sayan birkaç tutucu yayınevi dışında yayıncılar istediğimiz zaman kitapları elektronik ortamda gönderiyorlardı.
Kitap ekleriyle ilgili de en büyük eleştiri tanıtım yazılarının dışına çıkılamadığı yönünde. Bu neden kaynaklanıyor? İçerik üretenlerden mi yoksa yayıncıların reklam baskısından mı?
Kitap eklerinin öncelikli hedef kitlesinin gazete okuru olduğunu unutmamak gerek. Kitap ekinin temel işlevi okuru bir kitap hakkında özlü biçimde bilgilendirmek ve kolay seçim yapmasını sağlamaktır. Derinlikli eleştirinin yeri edebiyat dergisidir. Yine de bu, kitap eklerinde gerçekten kötü yazılmış metinler yayımlanmasını meşru kılmıyor. Kitap Zamanı'nda en büyük çabamız, kuru tanıtımın sınırlarını aşan, daha derinlikli ve iyi yazılmış metinlere yer verebilmekti. Bence kitap eklerinin sorunu eleştiri yoksunluğundan öte popülizm ve özensizlik. Niteliksiz kitapların kapaklarda boy göstermesi ve yazım yanlışlarıyla dolu metinler artık yadırganmıyor. Tabii bir de reklam verenin kitabını tanıtma meselesi var. Neyse ki bizim öyle sorunlarımız pek olmadı. Hele 17/25 Aralık sürecinden sonra Kitap Zamanı'na reklam verebilen sadece bir iki cesur yayınevi kalmıştı. Biz de hiçbir baskı hissetmeden istediğimiz nitelikli kitabı, farklı dilde yayımlanmış yapıtları öne çıkarabiliyorduk. Doğrusu, bir süredir Türkiye'deki kitap eklerini okumuyorum.
Peki, muhafazakâr camiada edebiyat ne durumda? Son yıllara baktığımızda üretim nasıl oldu?
Siyasal İslamcılığın kaba saba diliyle İslamcı diye öne çıkan şairlerin retoriğe yaslanan şiir dili arasında öteden beri koşutluk bulurum. Edebiyatın toplumsal bir işlevi olacaksa, bu muhafazakâr kesimin anladığı gibi dini değil ahlakı önceleyen bir işlev olmalıydı. Bu yüzden asıl Müslüman duyarlık örneğin Ziya Osman Saba'nın şiirlerindedir. Onun kulluğa, tevekküle, küçük mutluluklarla yetinmeye, yoksulluk karşısındaki utanca dair şiirleri gibi şiirlerin değil de gürültücü bir retoriğin öne çıkarılması, bence muhafazakâr kesimin durumunu özetliyor.
Son zamanlarda muhafazakâr kesimde “kültürel iktidar” söylemi öne çıktı. Sizce böyle bir iktidarın varlığından söz edilebilir mi?
Son yaşanan süreç bu kesimin tek derdinin “iktidar” olduğunu gösterdi. Hiçbir ilke tanımadan hırsızlığa, rüşvete, İstanbul'un talan edilişine, Güneydoğu'da olup bitenlere, lümpenleşmeye sessiz kaldılar. Akademisyenlere uygulanan baskılar karşısında suspus oldular. “İslamcı entelektüel” efsanesini yaşatan bir kişi vardı, o da başbakanlıktan, deyiş yerindeyse, kovuldu. “Hoca” dedikleri o kişinin bile arkasında duramadılar. Gerçekten ilkesiz bir topluluktan bahsediyoruz. Anti-entelektüalizm Türkiye'de hiç bu kadar sistemli olmamıştı ama bundan rahatsızlık duymuyorlar. Oysa sanatın ve entelektüel uğraşın doğasında iktidarla uyuşmazlık vardır. Muhafazakâr kesimin okuryazarları vicdanını kaybetmiş görünüyor. Yoz bir iktidara yanaşmakla kültürel iktidar sağlanmaz.
Bütün bunların yanında, yazarının ideolojik tutumu yüzünden bazı eserlerin haksızlığa uğradığı oluyor mu sizce?
Her kesimde körlük var. Kitap Zamanı için Yaşar Kemal'den görüş aldığımızda gelen okur mektubunu hatırlıyorum: Bir solcudan nasıl görüş alırsınız, diye köpürüyordu. Kendine solcu, demokrat diyen bazılarından da tam tersi yaftaları yemeğe alıştık. Ülkede düzey maalesef bu ve hemen değişeceğe benzemiyor. Bir toplumun okuduğunu anlama becerisiyle siyasî seçim yapma becerisi arasında bağ kuran Orwell'i şu son dönemde daha iyi anlıyorum.
Peki, muhafazakâr yazarlar bunu nasıl aşar?
Muhafazakâr yazarlar (birkaçı istisna) beni artık ilgilendirmiyor.