Caravaggio’nun Sırrı / Sanatın Gücü adlı kitap diyor ki; Rönesans döneminin başat boyayıcılarından Caravaggio, kimine göre adı ağza alınmayacak tehlikeli bir serseriydi. Tekinsizdi. Sahi öyle miydi?
23 Temmuz 2015 03:00
Caravaggio sevmenin, “düzenbozanlar”ı sevmekle birebir bağlantısı var bence ve itiraf ediyorum; düzenbozan kavmini seviyorum. Uzun uzun, “Milletimiz çok az okuyor” feryadını körüklemeyeceğim buradan elbette ama özellikle resim sanatı ve yaratıcılarının hikâyelerini bilmediğimiz, okumadığımız ve hatta bunda önemli bir katkıya sahip yayınevleri tarafından bu tür kitapların pek rağbet görmediği, Türkçeleştirilmediği de bir gerçek. Görebildiklerimiz ise çoğunlukla akademik dille yazılmış “sanat tarihi” kitapları… Bir ressam biyografisi okumak isterseniz seçenekleriniz popüler olan, portreleri bez çantalar üzerine basılan, “tanıdık” isimlerden ibaret. Hâlbuki resmi öğrenmek, bilmek ve onları “okuyabilmek” ne de güzeldir. Hem ait olduğu dönem hem de onu yaratan hakkında ne kadar derin bilgiler verir ve ne muazzam bir zaman yolculuğu yaratır.
Bu noktada düzenbozan Dedalus Kitap’ı takdir etmek gerek, çünkü Nisan 2015’te -araştırmam yeterli olmuşsa ve yanılmıyorsam- Türkçeleştirilmiş ilk Caravaggio biyografisini bizlere kazandırdılar. Haziran ayı başında da İtalyan Kültür Merkezi ile güçlerini birleştirerek aynı gün içinde üç seminer vermek üzere, Caravaggio’nun Sırrı / Sanatın Gücü adlı kitabın yazarı Costantino D’Orazio’yu İstanbul’a getirdiler. D’Orazio, bu seminerlerde hem Caravaggio hem de Barok İtalya tarihine dair çok kapsamlı bilgiler verip kalabalık katılımcı kitleyi mest etmeyi başardı. O oturumların ayrı bir yazı konusu olduğu ve benim onları sayfalarca anlatabilecek kadar büyülenmiş olduğum da bir gerçek ama önce Caravaggio…
“İşte, Caravaggio hakkında her zamanki gibi bir kitap daha diyeceksiniz.” Kitap, sanat tarihçisi- yazar Costantino D’Orazio’nun bu cümlesiyle başlıyor. Böylece ilk cümleden itibaren düşünecek, akıl yürütecek pek çok şeyiniz oluyor. Örneğin, “Hayır, diyemeyeceğim…” ya da “Keşke diyebilseydim” şeklinde cevaplıyorsunuz bu cümleyi ilk önce ve hemen ardından, “Demek ki oralarda bu konuda çok kitap yazılmış” diyerek, kıskançlık ve üzüntü karışımı bir duygu eşliğinde kaşlarınızı kaldırıyorsunuz… Her neyse, devam edelim.
D’Orazio’nun anlattıklarından öğrendiğimiz ilk şey, Caravaggio’nun çağdaşlarından çok farklı biri olduğu. Anlaşılması güç bir karaktere sahip, çoğu anlatıcıya göre huysuz, geçimsiz, hem karanlık hem de karamsar bir karakter. Kitap ilerledikçe bunun aslında tam olarak böyle olmadığını görüyoruz ama hikâye böyle başlıyor. Sanat tarihçileri, anlaşılması zor ressam Michelangelo Merisi da Caravaggio’nun doğum yılı üzerine bile tam seksen yıl tartışmışlar. Sonunda 2007 yılında, Milano Diocesano arşivlerinde, “neredeyse rastlantısal olarak” ortaya çıkan bir belge, tartışmalara son noktayı koymuş: Bu belge, 30 Eylül 1571 tarihinde Bay Fermo Merisi ve Bayan Lucia Aratori’nin oğulları Michelangelo’nun vaftiz edildiğini duyuruyor. Böylece Caravaggio’nun bu tarihten en fazla bir gün önce doğmuş olabileceği bilgisine ulaşılıyor çünkü herkes, o yıllarda bebek ölümlerinin çok fazla olması nedeniyle bebeklerin doğar doğmaz vaftiz edildiğini biliyor. Sonrasında ressamın çocukluk dönemiyle ilgili çok fazla bilgi edinemiyoruz, ama bir Kardinal’in himayesinde çalışırken onu ziyarete gelen kardeşini tanımazlıktan gelip, gözyaşları içinde kapıdan çıkıp gitmesine tepki vermemesinden anladığımız kadarıyla, hatırlamak istemediği çok şey var.
Costantino D’Orazio, kitapta Caravaggio’nun tüm kariyer yaşamını tek cümleyle özetlemenin mümkün olduğunu söylüyor: “Ölümsüzlüğe ulaşmak”. Caravaggio, annesi onu bir zanaatle uğraşmaya teşvik ettiğinde tereddüt etmeksizin resme yönelmişti. Henüz on iki yaşındaydı ama bu yolla ölümsüz olmanın hesaplarını yapabiliyordu. Bayan Lucia, oğlunun isteğine hiç direnç göstermeden onu Tiziano’nun öğrencisi olan, ünlü ressam Simone Peterzano ile tanıştırır ve çırağı olmasını sağlar. Caravaggio’nun bu noktadan sonra ailesiyle olan bağları koparması ve kendini tamamen resme adayıp “adressiz ve hazırlıksız” birine dönüşmesi uzun sürmeyecektir. Zira muhtemelen birincil amacına yani ölümsüzlüğe attığı ilk adım da budur. Bu saplantıya tüm ömrünü vakfeder ve başarılı olur. Nasıl mı? Kitap, Caravaggio’nun eserlerine bakmak için sabra ihtiyacımız olduğunu söylüyor. Çünkü ressam, aldatmacalarla bezenmiş eserleriyle, yüzyıllardır ona bakıp geçen sabırsız gözleri yanıltmayı sürdürüyor. Öyleyse artık sırlardan söz etmenin vakti; Costantino D’Orazio’nun yıllarca süren araştırmaları sonucunda kitapta açık edilen gerçeklere ve efsanevi Caravaggio eserlerine iki örnekle göz atalım… (Kitaptan sırları fısıldamak çok kısa sürecek belki ama en azından “filmin sonunu söyleyenler”den olmayacağım.)
Bilgiden uzak, aldanmış bakış bize iyi resmedilmiş bir natürmort ve benzi solmuş fakat ifadesi çok kuvvetli birini gösteriyor. Biraz mitolojik bilgiyle yeniden dönüp bakarsak Olimpos’un on iki tanrısından biri olan şarap tanrısı Baküs’ü, en çok bilinen adıyla Dyonisos’u görebiliriz. D’Orazio’nun kitabından edindiğimiz bilgiyle baktığımızda ise işler tamamen değişir: Yazara göre Caravaggio, onun adını tanınır kılmaya başlayacak ilk önemli eseri için bundan daha çelişkili bir konu seçemezdi. Çünkü Roma sahnesinde yer almaya başladığı ilk tabloda hem bir Pagan tanrısı hem de İsa Mesih gibi yorumlanabilecek bir figüre imza atmıştı. Her yönüyle şarap tanrısını andıran bu eser ayrıca sarmaşık taç ve üzüm yani şarapla, İsa Mesih yorumu olarak da kabul edilebilirdi. Rahatsız bir pozda duran bu figürün sakladığı en büyük sırsa ressamın aynadaki yansımasını model olarak kullandığıdır. Bu eser üzerinde çalıştığı dönemde bacağındaki ciddi bir rahatsızlık nedeniyle tedavi gören Caravaggio, yaşadığı fiziksel acıyı modelin yüzüne yansıtmış, yaralı bacağını gerçekte olduğu gibi tabloda da gizlemiş, Dyonisos ya da İsa Mesih olarak bakabileceğimiz bu eserin başrolüne kendi aksini yerleştirmişti.
Yazmaya gerek olduğundan emin değilim ama “kilisenin amaçlarına hizmet eden resim” döneminde bunun ne ölçekte bir delilik ya da meydan okuma örneği olduğu açıkça ortadadır.
Caravaggio gibi, yaşadığı zamana ayak uyduramayan, tabu görünümlü tartışmaya açık konuları yorumlamaktan kaçınmayan bir ressamın, en yakın dostlarından birinin simyacı bir kardinal olduğunu söylüyoruz ve çok ciddiyiz.
Caravaggio, çelişkilerle dolu, kozmopolit bir şehir olan Roma’da, ona sahip çıkan ve ismini büyütmesi için içtenlikle yardım eden kardinal Del Monte ile son derece yakındı. Kardinal, Caravaggio’ya evini açtığı gibi simyaya olan tutkusunu ve Galile Galileo gibi dönemin yadırganan bilimcilerine olan saygısını da ressama anlatmıştı. Bir kardinal sarayında batıl ve bilim bir arada yaşıyor, Caravaggio da burada misafir ediliyordu. Kardinalin simya taşını bulmak umuduyla saatlerini geçirdiği küçük, gizli oda, en yakın ressam dostu tarafından süslenecek, bu dostluk, benzeri görülmemiş bir kompozisyonla ölümsüzleşecekti. Caravaggio’nun planı ilk andan itibaren belliydi; dört elementi temsil eden muhteşem bir tavan resmi yapmak… Amacına da ulaştı fakat bu kez kimsenin beklemeyeceği ölçüde bir hiciv dozajı eklenmişti: Uzaktan bakıldığında o küçük tavanda, Yunanlıların, dört elementin yöneticisi olarak gördüğü Antik Çağ tanrıları görülmekteydi. Toprak için Plüton, Su için Neptün ve Ateş için de Jüpiter. Her birine kendi karakteristik hayvanı da eşlik ediyordu: Jüpiter, bir kartala biner ve ok çeker. Neptün, perdeli ayaklı bir ata tutunur. Plüton ise cehennemin bekçisi, üç başlı köpek Kerberos’un tasmasından tutmaktadır.
Yan tarafta bulunan kare, aynı tavan resminin yakından alınmış bir fotoğrafıdır ve yakından bakınca bazen işler karışır… Söz, çoğu sanat tarihçisinin gözden kaçırdığı detayı anlatan D’Orazio’nun: “Dikkatli bakıldığında Jüpiter, Plüton ve Neptün’ün vücutları birebir aynıdır. Caravaggio aynı modeli kullanmıştır. Bu kez model olarak herhangi bir kişiyi değil, tamamen kendini seçmiştir. Del Monte, ressamın üç adet otoportresiyle karşı karşıya kalır, cinsel organının aşağıdan yukarıya bakınca görünen hâli ile tam betimlemesini yapmakta ısrarcı olup, vücudunun hiçbir detayını atlamamıştır. Bazıları tüm bu detayları yere, ayaklarının altına koyduğu bir aynaya bakarak, odada iskele üzerinde çalışırken yaptığını ileri sürmüştür. Büyük bir olasılıkla siyah-beyaz renkli köpeği Cornacchia’yı da şantiye alanına götürmüş olabilir. Dönemin kimi belgelerinde köpeğin betimlemesine rastlanır ve tavana yapılmış olan Kerberos, ona benzer… Hiçbir Roma sarayında böylesi ironik, baştan çıkarıcı ve tuhaf bir resim yoktur.”
Hem kitapta söz edilen onlarca eser ve özenle yerleştirilmiş oyunlarından, hem de Caravaggio’nun başlangıcından bitişine dek sınırları zorlayarak sürdürdüğü hayatından bahsetmeyi durdurmak çok zor... Tüm gün İstanbul’un farklı noktalarında Caravaggio ve Roma’nın sırlarını anlattıktan sonra bile güler yüzü ve heyecanını koruyarak verdiği üçüncü oturumunu saat sınırlaması nedeniyle, mecburen bitiren Costantino D’Orazio’yu şimdi daha iyi anlıyorum. Bu gerçekten ilham verici ve içimizdeki kâşifi ayağa kaldıran bir macera… Umarım çokça ruha dokunmayı, onları uyandırmayı başarabilir.