M. Ertan Kardeş: Anayasal düzenle ilgili tartışmalar, Avrupa'da biraz daha tarih araştırmalarının konusu iken, Türkiye uzun süredir Schmittyen problematiklerin canlı sahası olarak belirmektedir
21 Mayıs 2015 14:47
Carl Schmitt, yaşanan hukuk- siyaset ilişkisi ve anayasa üzerine tartışmalarda hep akla ilk gelen referans oluyor. Hukukun yalnızca hukuk olmadığına dair düşüncesi gün geçtikçe daha fazla alanda kanıtlarıyla birlikte karşımıza çıkıyor.
M. Ertan Kardeş’in İletişim Yayınları tarafından yayınlanan Schmitt’le Birlikte Schmitt’e Karşı: Politik Felsefe Açısından Carl Schmitt ve Düşüncesi isimli kitabı ise hem Schmitt’e ve onun anahtar sözcüklerine dair düzenli bir rehber işlevi görüyor, hem de Schmitt’e dair çoğunlukla yanlış anlamalar dizisiyle örülü algı dünyamızı tedavi ediyor. Peki Schmitt’in teorisinden bugüne ne kadar bakabiliriz ya da bakabilir miyiz? Bu sorunun cevabını yalnızca kitabın yazarıyla söyleşerek verebileceğimizi düşündük.
Parlamenter Demokrasinin Krizi kitabıyla çağa iz bırakmış bir düşünür Schmitt. Günümüzdeki radikal demokrasi ve benzeri pratikler de parlamenter demokrasiyi eleştiriyorlar. Parlamenter demokrasinin 20. yüzyılın başında da 21. yüzyılın başında da sürekli olarak eleştiri oklarının hedefinde olmasının sebebi ne sizce?
Parlamenter demokrasinin eleştirilmesinin en temel sebebi kanımca parlamentonun kurum olarak vaadinin temelinin olmamasıdır: Politik mekanizmaların merkezinde olduğuna dair söyleminin aslı yoktur. Parlamentonun söylemi politik iradenin en asli vücut bulmuş hali olduğu yönündedir. Schmitt'in söylem ile fiili haller arasında dikkat çektiği ayrımlar bu anlamda önemli görünmektedir. Parlamentonun kendisini sunduğu söylemde kendisini adlandırma tarzı ile aslında olduğu şey arasındaki ayrım, Schmittyen incelemenin eleştiri noktasını oluşturmaktadır. Bu çerçevede XXI. yüzyıl açısından belirli bir süreklilik vardır. Başka bir deyişle Schmitt'in parlamento eleştirisi konjonktürel olmanın ötesinde bir anlam taşımaktadır. Alman düşünür parlamentonun aslında politik varoluşa dair temel kararı alan merci olmadığını iddia eder. Böylelikle parlamento gerek diğer politik kerteler açısından, gerekse de bir takım ekonomik güç odakları düzeyinde ikincil belki üçüncül düzeyde durmaktadır. Hal böyle iken parlamentonun kendi söylemsel kurgusu içerisinde “iğreti” bir takım kavrayışları sanki politik varoluşun bizatihi kaynağı gibi sunması bir mistifikasyondur. Böylelikle parlamentonun “demokrasi”si hiçbir zaman fiili bir demokrasiye dönüşmez. Demokrasiyi üretmeye talip ama onu baltalayan bir yapı eleştiri almaya devam edecektir.
Schmitt “hukuk” kelimesinin kesinlikle bünyesinde hukuku aşan bir boyut barındırdığını düşünüyordu. O hukuk ve politika arasındaki radikal ayrılık fikrine karşıydı. Bugün ise hukuk ciddi anlamda iktidar tarafından enstrümantalize edilmiş durumda. Ne düşünüyorsunuz? Bu, Schmitt’in bu ayrıma dair itirazını mı doğruluyor, yoksa Schmitt’le aynı fikirde olan bir grup insan mı hukuku ezmeye başladı?
Öncelikle sanırım şunu söylemek gerekir: Schmitt'e göre hukuk hukuku aşan bir moment barındırır demek hukukun güçlünün elinde bir kılıf olduğunu söylemek değildir. Bu durumda adil ve haklı olanın en güçlü olduğunu söylemiş oluruz. Böylelikle en güçlünün aklı her şeyin üstünde olmuş olur. Ancak Schmitt'in hukuk ve politika ilişkisine işaret etme tarzı bu hikâyeden farklıdır. Hukuk normatif bir alandır. Bununla birlikte bu normativite kendinden kaynaklanmaz. Normatif- olanın türeticisi kökensel bir norm değildir. Normatif düzeni oluşturan politik momenttir. Hukukun bünyesinde hukuku aşan bir boyutun olması liberal aklın tasavvur edemeyeceği bir şeydir. Yine hukukun sadece güçten oluşmaması da zorbanın anlam dünyasının dışına çıkar. Schmitt bu iki tavrın ötesine geçerek hukuk ve politika dolayımını kurmayı denemektedir. O halde hukuk ve politika arasındaki dolayım ve kurulma ilişkisi hukukun sadece güçten kaynaklandığı anlamına gelmez.
Schmitt’in düşünce atlasına baktığımızda, sizin de düşüncesinin anahatları başlığı altında belirlediğiniz önemli bir özelliği var. Schmitt çatışma ve savaşın, politikayla insani eylem alanının en belirleyici özellikleri olduğunu söylüyor. Nedense bu bana, Schmitt’in çağdaşı sayabileceğimiz Flippo Marinetti’yi anımsattı. Marinetti futurizm akımını başlatmıştı, savaş makinelerine ve çatışmaya dair bir sevgi duyuyordu. İşleri ve söylemi en çok o dönemin faşist ülkeleri olan Almanya ve İtalya’da karşılık buldu. Bu bir tesadüf mü peki? Çatışmaya ve onun gerekliliğine dair bu önkabulün reddiyesine dayalı ideolojilerle dolu dünya çünkü.
Schmitt'in kavramları kurma ve ele alma tarzı fenomenolojik olarak değerlendirilebilir. Bu çerçevede Schmitt kavramlara tanım arar, onların tarihsel gelişimini kaydeder; ayrıca şeyleri ismiyle çağırır. Buna göre çatışma meselesini ayrı, savaş kavramını ayrı düşünmek gerekir. Özellikle Plettenbergli düşünürde savaşın ne anlama geldiğini iyi sezmek gerekiyor. Devlet, savaş ve çatışma gibi nosyonlar Schmitt'te statik ve mutlak kavramlar olarak değerlendirilmezler; bunlar her şeyden önce tarihsel biçimlerin uğraklarıdır. O halde Schmitt devletten söz ediyorsa bu kesinlikle politik birliğin modern dönemdeki biçiminin özel adıdır. Antik Yunan üzerine konuşuluyorsa polis'i kullanmak gerekir. Savaş kavrayışı da Alman hukukçu açısından özellikle savaşın simetrik olarak yapıldığı Avrupa Kamu Hukuku çağına özgü olarak anlaşılmalıdır. Bugün asimetrik zamanlarda yaşıyoruz. Schmitt’e göre bu asimetrik zamanlardaki çatışma ve şiddet halleri savaş değildir. Olsa olsa savaşın bilindik anlamıyla ölümünden şiddet hallerinin asimetrikliğine geçişten söz edilebilir.
İnsan doğası özellikle Alman Geleneği’nde felsefenin en temel sorularından biri. Schmitt’in bu noktadaki kabulü şu yönde: İnsan doğasının “iyi” olmasına yaslanan bir politik teori politik realizm açısından boşa düşmeye mahkumdur. Sizin bu konudaki görüşünüz ne? Gerçekten siyaset ve hukuk insan doğasının “iyi” olduğu ya da “iyileştirilebileceği” inancına göre biçimlendirilebilir mi?
Paris I'den hocam Jean-François Kervégan ile görüşmelerimizde bu konuyu tartışmıştık. İşin aslına bakılacak olunursa ilk sorulması gereken soru Schmitt'te sahiden bir politik antropoloji olup olmadığıdır. Söylenebilir ki Schmitt antropolojik bir kabulden yola çıkıyor ancak ortada söz konusu olan Turner, Swartz ya da Castoriadis'teki gibi bir politik antropoloji değildir. O halde Schmitt'inkini kabul olarak değerlendirmek lazım. Schmitt'in antropoloji yaptığına güvenerek atılacak adımlar bizi yanlış mecralara sevk edebilir. Bununla birlikte onun antropolojik tespitinden ziyade önemli olan bu tespitten hareketle politik tarihsel biçimleri ele almasıdır. Schmitt, tarihsel- politik dönüşümleri irdelemek açısından altında dini çerçevesini de yansıtan antropolojik bir kabulden faydalanmıştır. Mademki Schmitt'in bu kabulünün ve inancının klasik anlamda antropoloji olarak kabul edilemeyeceğini belirttik o halde bu “iyilik”/ ”kötülük” tezinin insanın çatışmacı özelliğine gönderme yaptığını iddia etmek mümkündür. Bunun, insani eylemin alanlarında çatışma fikrinin kuruculuğuna dair bir referans arayışı olduğunu söylemek uygun görünmektedir. O halde insanın alanlarında çatışmanın olmayacağına ya da tarihsel bir momentte kaldırılabileceğine dair bir iddiada bulunulamayacağı kanısındayım.
Schmitt, “çoğulculuk” tutumunu apolitik olarak görüyor. Ama bugün baktığınızda dünyanın önde gelen siyaset bilimcileri, çokluk- imparatorluk gibi kavramlar üzerinden siyaset okuması yapıyor. Çok kültürcülük, radikal ve doğrudan demokrasi pratikleri kitleleri cezbediyor. Schmitt’in çoğulculuğa ilişkin bu negatif algısının temelinde ne var?
Schmitt'te iki çoğulculuk tanımı var. Bir tanesi liberal teoride eleştirdiği çoğulculuk diğeri de politik Dasein'ların birlikte ya da karşı karşıya bulunuşlarını anlatan çoğulculuk. Böylelikle Schmitt politik dünyaların çoğulculuktan oluştuğunu zaten kendisi söylemiş bulunmaktadır. Ama bu çoğulculuk tanımı liberal “çoğulculuk”un tasavvuruyla aynı değildir. Şöyle ki Schmitt'e göre politik evren (universum) yoktur evrenlerin (pluriversum) yan yanalığıdır söz konusu olan. Politik evren tahayyülünün kendisi politik eylemin imkânını öldürmeye yöneliktir. Alman düşünürün eleştirdiği tam olarak politikada varoluşların çoğulculuğunun politik- olmayan çoğulculuklarla ikame edilerek politik evrenin tek taraflı tasarlanmasıdır. Sosyolojik taleplerle ilerleyen “çoğulculuk” fikri zorunlu olarak bir politika değildir. Schmitt'in elastik politik- olan tanımını düşünürsek burada sosyolojik tanınma taleplerinden politik bir eylem çıkmaz demek doğru görünmüyor ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: “Çoğulcu” teorilerden politika kavramı çıkmaz. Mouffe'un deşmeye gayret ettiği yer de burasıdır.
Schmitt “çoğulculuk” eleştirisinin yanı sıra dünyanın bireyci liberal bir temelde politik fikir üretmekten alıkonduğu düşüncesine varıyordu. Ad-Hoc örgütlenmelerin dünyayı sardığı bir çağda sizce Schmitt hâlâ haklı mı, yoksa sokaktaki bu hareketler fikriyat ve yöntemlerini bireyci liberalizm dışı farklı bir siyasal yönelimin yükselişine mi borçlular?
Sokaklar açıkça politikanın işletmeye döndürülmesine bir tepki. İnsanın insan olma koşullarına sahip çıkma çabası. Bunu, politik varoluşun üretilmesine ya da birçok durumda başlatılmasına yönelik bir arayış olarak değerlendirmek mümkündür. Schmitt’in Partizan ve dünyadaki sivil savaş üzerine yazarken düşünmeye çalıştığı nokta, devletin artık karar almanın dolayısıyla politik momentin tekeli olmamasından hareketle, yeni politik figürlerin neler olabileceği idi. Böylelikle NGO tarzı örgütlenmelerle kendiliğinden sokağa dökülen kitlelerin yeni politik figürler üretmesi açısından ayırt edilmesi, yöntemsel anlamda daha verimli bir okuma yapılmasına izin verecektir. Gerçi ikisinin ortaklığı üzerinden de gidilebilir ancak ikinci durumun tekil Olay'lar ve hakikatler ürettiğini söyleyebiliriz. Böylelikle, özellikle son ayaklanmalar göz önünde bulundurulduğunda, Schmittyen perspektife göre politik- olanın yaratılması açısından, muzaffer liberalizmin tahayyülünü parçalama deneyimlerine şahit olmaktayız. Liberal jargonla anlaşılamayacak yönelimlerin artacağını sanıyorum.
Sizce kapitalist hükümetlerin otoriterleşmeleri, Avrupa’da yükselen sağ hareketler gibi risk unsurları bir arada düşünüldüğünde dünyada bir sistem krizi var mı ve parlamenter demokrasi bu krizden ne kadar sorumlu?
Şüphesiz bir kriz vardır. Schmitt bunu nomos krizi olarak düşünür. Ancak bunu sadece parlamenter demokrasinin krizi olarak düşünmek tam olarak doğru olmayabilir. Bakıldığında parlamento genel anlamda oluşmuş bir krizin sonuçları arasındadır. Schmitt açısından nomos krizi her şeyden önce uluslararası düzenin işlemesine dairdir. Nomos sadece yasa demek değildir. O almak, bölüşmek ve üretmek anlamlarını da içermektedir. Herhangi bir hukuk düzeni bir kararın alınması, bölüşülmesi ve üzerindeki üretimle mümkün olmaktadır. Bu yüzden nomos yasa'dan fazlasıdır. Schmitt Avrupa Kamu Hukuku'ndaki çözülme sonrasında- yani XX. yüzyılın hemen başında, dünyanın nomos'unu tekrar kuramadığı kanaatindedir. Nomos'taki üretim anlamının öne çıkması, uluslararası alanın ve hukukun mekânsızlaştırılarak tasavvur edilmesi, spekülatif bir evrenselcilik anlayışının politik çoğulluğa ikame edilmesi gibi süreçlerin buna yol açtığı fikrindedir.
Sistemin krizi, böylelikle alma ve bölüşmeye dair krize işaret etmektedir. Sadece ülkeler arasındaki radikal eşitsizlik bile “küresel” dünyanın niçin aynı nomos'tan pay alamayacağına dair bir kanıt olduğu gibi aynı zamanda nomos'suzluğun sebeplerini de göstermektedir. Nomos sadece normatif düzenlemelerden kaynaklanmaz; bir topluluğun aynı toprak üzerinde beslenmesiyle başlar.
Schmitt’in dost- düşman ayrımının peşine düştüğünüz bölümde politik düşman ve kişisel düşman arasında bir ayrıma gidiyorsunuz. Politik düşman kimdir? Örneğin bugün Türkiye’de tekrar etkisini hissettirmeye başlayan linç rejimi politik düşmanlıklarla mı ilgili sizce?
Düşman kendilik figürü ile ilgilidir. Bir ayrıma gidildiğinde iyi- kötü, güzel- çirkin, dost- düşman gibi kavramsal ikilikleri artık diğerinden bağımsız düşünemezsiniz. Düşman bu haliyle sizin kendinizi kurma ve sunma hallerinize tanıklık eden bir sürecin parçasına dönüşmektedir. Schmitt birisinin kişisel olarak ya da bir topluluğun kamusal olarak düşmanını imha etme ve ortadan kaldırma çabasının, her şeyden önce kendilikle ilgili bir ethos sorununa dönüşeceğine inanmaktadır: Yazık ki sana, düşmanını öldürdün. Düşman mücadele içindir. Bireyin ya da topluluğun mimetik (Girard manasında) etkinliğinin dolayımsız bir parçasıdır. Eğer düşmanını insanlıktan çıkarıp onu mutlak kötüye indirgiyorsan, hiç şüphesiz düşmanını suçluya ya da şeytana dönüştürme çabasını kendini dönüştürmüş olduğun halden bağımsız ele alamazsın. Schmitt için kamusal düşman politik-olandaki ayrıma tekabül eder, bireysel düşmana değil. Ancak yine de düşman figür olarak kişisel meselelerimizin ufkuna işaret etmektedir. Schmitt'in günlüklerinde bunu biraz daha açık gözlemleyebiliriz. İmha etme kültüründe yani düşmanına varoluş hakkı tanımayan bir zihniyette değerlerin tutarlılığı da ciddi anlamda sorunludur: Bu hallerde, sık vurgulanan “insanlıktan”, “ahlaktan” gerçek anlamda ne kadar söz edilebilir?
Çalışmanızın da yayınlanmasının ardından okura ve siyaset alanıyla ilgilenenlere söylenecek bir sözünüz var mı? Ya da bir keşkeniz?
Türkiye'de Schmitt okumaları hakkında bir şeyler söylenerek bitirilebilir. Sürekli olağandışı dönemler içinde bulunulması, her zaman olağan olan nedir sorusunu gündeme getirir. Olağandışının olağan olduğu yerde hiç şüphesiz hukuki normativite en çok aranan unsurların başında gelir. Normatif düzenin kaynağını politik varoluşa yaslandırmak hukukun gereksiz olduğunu ilan etmek anlamına gelmez. Türkiye Schmitt okumaları açısından uzun süredir cazip bir ülke. Zira anayasal düzenle ilgili tartışmalar- son Avrupa Anayasa'sı oylamalarını saymazsak, Avrupa'da biraz daha tarih araştırmalarının konusu iken, Türkiye uzun süredir Schmittyen problematiklerin canlı sahası olarak belirmektedir. Schmitt'in tartışmaya açtığı anayasal meselelerle ilgili konular bizim için hâlâ somut durumlara gönderme yapmaktadır. Diğer ülkelerdeki Schmitt okumaları son dönemlerde bir yandan uluslararası alan ve nomos meselelerine diğer yandan da tarihsel figür olarak Schmitt'e odaklanmaktadır. Ancak Türkiye'de anayasa ve anayasal düzenle ilgili sorunlar Schmitt'le Birlikte Schmitt'e Karşı kitabının yaptığı tarzda okumalar çıkaracak gibi durmaktadır.