Çetin Altan’ın önemi, benim gözümde kısır ütopyaların kısır hayal gücüne karşı topyekûn savaş açmasından geliyordu... Parça tesirli bir bomba gibiydi...
22 Ekim 2015 21:30
Bereket yakından tanımıyorum, tanımadım onu; yoksa, görünce portresini değil de, görünenin arkasında duran derin, karanlığını ışıklarla desteklese bile loşluğunu korumuş çehresini çizmeye kalkışamazdım: Bir insan tanımak aslında kimsenin, hiçbirimizin elinde değildir — kendimi tekrarlayacağım.
Dolayısıyla, bu sefer bir portre kurmaya girişecek değilim; daha çok, bir zihnin işleyiş evreleri üzerine kişisel bazı görüşleri yanyana dizmekle yetineceğim — değil mi ki herkes tanıyor Çetin Altan’ı, kendi Çetin Altan’ını, onu ne kadar tanımadığımızı anlamanın bir yolu da hakkında düşünmeye başlamaktan geçer, diyebiliriz: Bir insanı tanımadığımızın en sağlam kanıtı, onun hakkındaki kanılarımızdır.
Birinci Çetin Altan’ın son dönemine yetiştiydim ben. Birkaç arkadaşımla birlikte, 1960’ların ikinci yarısında, usul usul uyanmaya başlayan toplumsal bilincimizi kışkırtan kalemlerden biriydi. Neyde o zaman bizi yazılarına çeken? Sanıyorum, kimsede göremediğimiz yalınkılıç bir cüret buluyorduk yaklaşımında, yoksa değindiği konuları tartabilecek durumda, düzeyde olduğumuz söylenemezdi. Hemen ardından, 20’li yaşlarımızla birlikte o sorunları aştık, bundan herhangi bir şüphemiz yoktu: Kierkegaard ya da Troçki okuyorduk, bizim için Çetin Altan bitmişti.
ikinci Çetin Altan’la 30 yaş dönemecinde karşılaştım. Çevremdekiler üstüste dikkatimi çekmeseler belki de göremeyecektim yaşadığı değişimi; ne ki görenler az değildi, nasıl olsa ulaşacaktı yankılar.
Yılan nasıl soyunur, öyle soyunup yepyeni çıkagelmişti. Değişmeyi, dönüşmeyi, başkalaşmayı bireyine bir hak olarak tanımak istemeyen toplumumuzda buna kalkışmak, kabul görmüş bir imgenin rantını yemek varken tehlikeli sulara dalmak köktenci bir davranıştı — hele bir de, olumsuz dönüşleriyle başdöndüren onca omurgasız yüzünden değişmek fiili neredeyse kendiliğinden bir olumsuzluk yüklenmişken.
Çetin bey de bilmez, nereden bilsin, 1982’de oturup uzun bir yazı yazmaya kalkıştım çıkışı hakkında, altından kalkamadım. ‘Köylülerin piyano çaldığı, bilardo oynadığı dönemi hakkında mı?’ diye yarı alaycı bir tonda soracaklar çıkacaktır. Aynı dönemi, kazulet ideolojilerin birinden öbürüne hızla geçiliveren dönem olarak da yadedebiliriz. ikinci Çetin Altan’ın önemi, benim gözümde kısır ütopyaların kısır hayal gücüne karşı topyekûn savaş açmasından geliyordu: Basmakalıp düşünceleri, yaklaşımları güçlü bir imge sistemini devreye sokarak berhava ettiydi o yıllarda: Parça tesirli bir bomba gibiydi, etkilerini dönüp taramak gerekir.
Zaman geçti, ikinci Çetin Altan’ın soluğu kesildi, bir kez daha bittiğine hükmederek hayıflandık, rahatlayanların sayısını da küçümsememek gerekirdi. Öte yandan bir Çetin Altan yetebilirdi, bir de ikincisini görmüştük ya haydi haydi yeterdi, kimsenin aklına bir üçüncüsü açıkçası gelmediydi.
Oysa üçüncü Çetin Altan bir süredir aramızda. ilk ikisinden hız alan, birincinin korkusuzluğuyla ikincisinin imgelem zenginliğini birleştirmiş, taştan çıkarılmış cümlelerle önümüze çıkıyor. Çok yazdı, çok konuşuyor diyenlerimiz acaba işitmekten yanalar mı? Saymadım, bilmiyorum: Yaklaşık 5 milyon yazılı cümle kurmuşsa bugüne dek (ki 40 bin yazıyla mümkündür bu), ilk günden şu güne hiç değilse bin cümlelik bir antoloji kurmamız gerekirdi.
Üçüncü Çetin Altan’ın nasıl hazırlandığını, neden ilk ikisinden daha acımasız, çuvaldızlı sorular sorduğunu belki bu yoldan kavrayabilirdik.
“Taş”tan yontulmuş cümlelerin arasında şu soru da var: ‘Türkler yeryüzünden silinse insanlığın kaybı olur mu?’. Bu soruyu kimse istemiyor elbette. Bir toplumda, kimsenin karşılaşmak, yüzleşmek istemediği soruları hazırlayan bir beyin yoksa toprak kurur, çatlar.
Üçüncü Çetin Altan’a dikkat.