"Cevriye neden fosforlu? Suat Derviş romanında bunu açıklıyor, ancak Zeki Duygulu, Cevriye’sini fosforlu kılarken ne düşünmüş, ne amaçlamıştı? Bu ne yazık ki cevabını henüz bulamadığım bir soru. Fosforlu, şarkıdan önce ve sonra yayınlanmış argo sözlüklerinde yer almayan bir kelime. Yani muhtemelen şarkı öncesi bilinen bir yakıştırma olmasa gerek."
16 Haziran 2022 14:00
Yirmi yaşındaydım sanırım, Fosforlu Cevriye’yi okumuş, etkilenmiştim. Aşkı bu kadar derinlikli ve okuyucuya adeta yaşatarak anlatan başka bir roman var mıydı? En azından benim o güne kadar okuduklarım arasında yoktu. İnsanın içine işleyen bir yanı vardı Fosforlu Cevriye’nin. Sonradan, biyografisine hâkim oldukça anladım, özyaşamsal bağları, Suat Derviş’in yakın geçmişte yaşadıklarının Cevriye’ninkilere paralel oluşu bu denli sahici kılıyordu metni. Kaçak olmak, dışlanmak, damgalanmak… Cevriye gibi Suat Derviş de yaşamıştı tüm bunları.
Öyle etkilenmiştim ki, Suat Derviş’in romanı benim gibi herkesi de etkilemiş, sonrasında da bir bestekâra ilham vermiş, şu meşhur, herkesin az çok bildiği “Karakolda ayna var” sözleriyle başlayan şarkıyı yazdırttı sanmıştım. Zira dört bölümlük romanın her bölümünün adı şarkının sözlerinin bir mısraıydı. Yani sırasıyla “Karakolda ayna var”, “Kız kolunda damga var”, “Gözlerinden bellidir Cevriyem”, “Sende kara sevda var” bölümlerini okuyorduk. Romanın insanın boğazını düğüm düğüm eden finalinde de şarkı sözlerinin ikinci kıtası yer alıyordu.
“Denizlerin kumuyum
Balıkların puluyum
Aç koynunu Cevriye
Ben de Allah kuluyum”
Bir şarkıya ilham veren bir roman… “İşte,” diyordum, “bu kadar büyük bir eser!” Ardından Suat Derviş’in yeterince bilinmemesine, isminin anılmamasına üzülüyordum.
Sonra içime bir kurt düştü. Acaba Suat Derviş şarkıdan ilham almış olmasındı? Araştırmaya başladım.
Suat Derviş, Behçet Necatigil’e yazdığı ve hayatı, eserleri hakkında bilgiler verdiği 26 Ocak 1967 tarihli mektubunda romanın ilk olarak Gece Postası’nda, 1945 yılında tefrika edildiğini söylüyordu. Ancak kütüphaneye gidip 1945 yılının Gece Postası gazetelerini taradığım zaman Fosforlu Cevriye’ye rastlayamadım. Çünkü roman aynı gazetede, 1 Mayıs-10 Ağustos 1948 tarihleri arasında yayınlanmıştı. Elde var bir!
Peki ya şarkı?
Zeki Duygulu tarafından sözleri yazılan ve bestelenen bu eser ne zaman ortaya çıkmıştı? Bunu ne yazık ki tam olarak bulamadım. TRT nota arşivinde iki farklı nota vardı, ancak ikisinde de tarih yoktu.
TRT repertuvarında yer alan iki nota
Bu iki notanın diğer bir ortak noktası, sözlerinde ‘Fosforlu’ kelimesinin geçmemesiydi. Şarkının belki de en eski kaydı Safiye Ayla’nın söylediğiydi. Tahminen kırklı yılların kaydıydı bu ve Ayla da, bugün “Moriye de Fosforlum” şeklinde okunan bölümü “Moriye de Cevriyem” şeklinde söylüyordu. Kendi kendime “Şarkı daha önce çıkmış olsa bile herhalde Suat Derviş fosforunu eklemiş, Cevriye’nin gecenin karanlığında alev alev parlayan ve onu ele veren saçları onun yaratımı olmalı” diyordum.
Sonra şarkının sözleri farklı bir versiyonuna rastladım.
“Cevriyemin fosforu, fosforu
Gönül yakmaktır zoru
Güzellikte eşi yok Cevriyem
Tanrım nazardan koru, canım fosforlum
Tanrım nazardan koru”
Bu versiyonun notasında da tarih yoktu ne yazık ki… Acaba romandan sonra şarkıya bir de ‘fosforlu’ söz mü yazılmıştı? Ancak bu versiyon bugüne gelen versiyondan farklıydı. Hatta belki de hiç plağa okunmamıştı. Diğer sözler, uygun yerlere birer ‘fosforlu’ ekleyerek okunmaya devam etmişti. Yahut bu versiyon şarkının ilk haliydi de daha sonra o sözler yazılmış, “Karakolda ayna var” ile başlayan versiyon çok tutmuştu.
Bu soruların cevaplarını uzun bir süre bulamadım. Ta ki araştırmacıların hayat kurtarıcısı, can simidi haline gelen, kelimeyle arama yapabileceğiniz gastearsivi.com sitesi ortaya çıkana kadar. Yirmilerin sonundan ellilerin ortasına pek çok gazete ve dergiyi sistemine yükleyen ve kullanıcılara kelimeyle arama şansı veren; akıl eden, emek veren, ortaya çıkartan herkesin mutlaka ama mutlaka cennetlik olduğu site sayesinde bu muammayı çözecektim.
Zira 5 Kasım 1945 tarihinde Son Posta’da çıkan Nusret Safa Coşkun imzalı bir köşe yazısı her şeyi ortaya seriyordu.
Fosforlu Bayan Cevriye ve Musikimiz
Henüz ‘Fosforlu Cevriye’nin adını duymamak bahtiyarlığını kazananlar, yazımın başlığında, üçüncü satırda ‘musikimiz’ kelimesini görünce biraz irkileceklerdir. Fosforlu Bayan Cevriye adında yeni bir bestekâr yahut ses sanatkârı mı çıktı diye.
Hayır, Fosforlu Cevriye Hanımefendi ne bestekârdır ne okuyucudur; fakat bütün musiki piyasasına ve musiki şevkimize hâkimdir. Yine bu bayanın kim olduğunu bilmeyenler, onu bir gazino sahibi yahut menajer de sanabilirler. Fazla merakta bırakmamak için hemen söyleyeyim: Bu Fosforlu Cevriye, umumi ev kadınlarına belalıları tarafından takılan isimlere çok benzeyen bu ismin sahibi hakikatte mevcut değildir. Bu, şimdi İstanbul’u yerinden oynatan bir şarkının adıdır. Güftesinde ve bestesinde, sanatın ve zevkin asaletinden hiç nasip alamayan, bayağı, müstekreh, tüyler ürpertici bir yaygaranın adıdır Fosforlu Cevriye. Ne güftesinde ne bestesinde mana, teknik, zevk bulunmayan bu şarkı şimdi dillere destandır.
Bir gazinoda seçkin ses ve saz sanatkârlarını dinliyordum. Temiz bir halk kitlesi salonu doldurmuştu. En seçme eserler çalındı, söylendi. Bir kadın okuyucu bu tiksinti veren şarkıyı feryatlar, naralar şeklinde tezahür eden umumi arzu üzerine üç defa söyleyince salon alkıştan yıkılacak sandım. Fosforlu Cevriye’nin şerefine üst üste kadehler kalktı, şişeler boşaldı. Garsonlar büfeyle masalar arasında adeta bayrak yarışı yaptılar. En müstesna eserlere üç beş kişi elini vurmuştu. O da okuyucu bayanların hatırı için. Halbuki bu şarkı bir salonu yerinden oynatmıştı. İstanbul’u da oynatacağa benziyor.
Harcıâlem olmuş, herkesin diline düşmüş şarkılar vardır. Melodileri kulakta kaldığı ve basit olduğu için herkes çabuk öğrenir. Her tarafta söylenir. Hatta yürürken bile mırıldanırız. Bu tip şarkıların neşeli ve ifadeli oluşları pek kısa bir zamanda yayılmalarını mümkün kılar. Ancak ne güftelerinde ne de bestelerinde bayağılık yoktur. Basit ve zevk süzgeçlerinin delikleri geniş olanlar için bu şarkılar neşe ve zevk kaynağıdır. Lakin, bu Fosforlu Cevriye şarkısı böyle mi? Gün geçtikçe musikimizde Fosforlu Cevriyeler artıyor. Bu suretle musiki zevkimiz düştükçe düşüyor. Basit zevkli insanların yardımıyla, nefret edenleri bile mırıldanmaya başlatan bu süratli yayılış, musiki şevkimiz için olduğu kadar, musikimizin inkişafı için de tehlikelidir. Bu tip şarkıların revaçta olduğunu görenler, aynı yoldan yürümeye başlayacaklardır. Yarın, Azotlu Fatmalar, Dinamitli Emineler, Kalorili Ayşeler, Pepsinli Huriyeler çıkacak! Musiki şevkimizdeki bu enflasyon nedir?
Bu yazı sayesinde hem Cevriye’nin daha 1945 yılında ‘Fosforlu’ olduğunu hem de şarkının o yılın popüler müzik hiti (!) olduğunu öğreniyoruz. Yani “Fosforlu Cevriye’yi var eden Zeki Duygulu’dur” diyebiliriz gönül rahatlığıyla. Nusret Safa Coşkun yazısında “umumi ev kadınlarına belalıları tarafından takılan isimlere çok benzeyen” bir isim olduğunu da söylüyor Fosforlu Cevriye’nin. Suat Derviş de öyle düşünmüş olmalı.
Peki, bu fosforlu nereden geliyor? Cevriye neden fosforlu? Suat Derviş romanında bunu açıklıyor, ancak Zeki Duygulu, Cevriye’sini fosforlu kılarken ne düşünmüş, ne amaçlamıştı? Bu ne yazık ki cevabını henüz bulamadığım bir soru. Fosforlu, şarkıdan önce ve sonra yayınlanmış argo sözlüklerinde yer almayan bir kelime. Yani muhtemelen şarkı öncesi bilinen bir yakıştırma olmasa gerek. Zeki Duygulu’nun icadı olabilir, yahut Nusret Safa Coşkun “hakikatte mevcut değildir” demiş ama, belki İzmirli bestekâr Zeki Duygulu’nun tanıdığı, bildiği birinden, belki de bir seks işçisinden esinlenerek yazdığı bir söz, yaptığı bir bestedir bu. Kim bilir? Belki bir zamanlar, bir yerlerde bir Cevriye yaşamış, insanlar ona Fosforlu Cevriye demiştir. Belki Fosforlu Cevriye, ömrü vefa ettiyse artık, Suat Derviş’in romanını da okumuştur.
Ertesi sene 7 Nisan 1946’da, yine Son Posta’da, bu sefer imzasız ama iddiasına varım ki Nusret Safa’nın yazdığı ikinci bir yazı. Peyami Safa’nın Server Bedi takma adıyla yazdığı “Pazardan Pazara” yazıları gibi alaycı bir dili var.
Fosforlu Cevriye
Fosforlu Cevriye’yi tanır mısınız? Belki kendisini görmediniz, belki de kim olduğunu merak etmediniz. Ama merak etmemenize de şaşarım ya, çünkü Fosforlu Cevriye bir iki seneden beri bütün çalgılı yerlerde şarkısıyla meşhur oluverdi. Hatta ben bile kapı önünden geçenlerden duyarak şarkıyı öğrendim.
“Karakolda ayna var.
Kız kolunda damga var.
Hani ya da Fosforlum!”
İşte bu meşhur Fosforlu bir mezar taşı hırsızıyla evlenecekmiş. Mezar taşı hırsızı, Fosforlu ile evlendikten sonra mezar taşı çalmaya tövbe edecekmiş.
Aman etmesin, eylemesin; bu arada bir mezar taşı daha çalsın, üzerine “Fosforlu Cevriye emsali şarkılar bundan böyle burada gömülüdür” ibaresini yazsın ve kazdığı bir çukura Fosforlu Cevriye ve emsali şarkıları gömsün, çok hayırlı bir iş yapmış olur.
Mezar hırsızı esprisini anlayamasam da bu haberden şunu öğreniyoruz: Şarkının popülaritesi devam etmektedir.
Hatta neredeyse tam bir sene sonra 2 Nisan 1947 yılında Tanin gazetesinde yayınlanan “Hoşgör Köftecisi” adlı öyküsünde Orhan Veli Kanık’ın anlatıcısı şöyle diyor.
“Ben dükkândan oldum ama dükkân benden olmadı. O güzel havanın tam manasıyla içine girebilmek için aynı yere tekrar tekrar gitmek icap etti. Aileden olmaya başladığımı ancak Mualla Abla’yla ‘Fosforlu’ şarkısını söyledikten, dükkân sahibi Ethem Ağabey’le dertleştikten sonra anladım.”
Fosforlu halen popüler, öyle ki Suat Derviş’in romanından bir yıl önce edebiyata da sızmaya başlamış.
“Fosforlu Cevriye” şarkısının popülaritesini daha uzun yıllar koruduğunu 1959 tarihli, aynı adlı filmden de anlıyoruz. Aydın Arakon’un yönettiği filmin Suat Derviş’in romanıyla pek alakası yok. Romandan uyarlandığını yahut yola çıktığını söylemek neredeyse imkânsız.
Zaten bunun böyle olduğunu, filmin senaryosunun yazılış sürecini Cumhuriyet’teki 1 Ocak 1990 tarihli yazısında anlatıyor Metin Erksan.
Fosforlu Cevriye’nin Tarihi Kaynakları
‘Fosforlu Cevriye’ adı, deyişi, kavramı ve simgesi senaryonun oluşma aşamasında, ünlü İstanbul şarkı-türküsünün içerik ve anlamının konu ile bağdaşması ve özdeşleşmesi sonucu gündeme geldi.
Yıl 1953... 1950 yılından beri senaryo yazan, 1952 yılından beri rejisör ve senaryo yazarı olarak Atlas Film’de çalışıyorum. Atlas Film o zamanlar Türkiye’nin en büyük film şirketidir.
Birçok ünlü tarihi romanın yazan Abdullah Ziya Kozanoğlu, Atlas Film’in sahipleri ve yöneticileri olan Sayın Nazif Duru ve Murat Köseoğlu’nun beğenileri ve istekleri uyarınca, film yapılmak üzere Atlas Film’e uzun bir öyküsünü sattı. O aşamada öykünün adı “Serseriler Kraliçesi” idi.
Şirketin yöneticileri bana ve A. Z. Kozanoğlu’na, Kozanoğlu’nun uzun öyküsünden ortaklaşa bir senaryo oluşturmak için görev verdiler. A. Z. Kozanoğlu ile uzun bir süre birlikte çalışarak ortaklaşa bir senaryo yazdık. Senaryonun bitiminde, senaryonun veya filmin üç yeni adım da oluşturduk. “Kız Kolunda Damga Var”, “Fosforlu Cevriye”, “Kadın mı, Erkek mi?” Senaryonun veya filmin seçimini şirketin sahipleri yapacaktı. Ben senaryonun ve filmin adının “Kadın mı, Erkek mi?” olmasını istiyordum.
“Fosforlu Cevriye” adı, deyişi, kavramı ve simgesi senaryonun oluşma aşamasında, ünlü İstanbul şarkı-türküsünün içerik ve anlamının konu ile bağdaşması ve özdeşleşmesi sonucu gündeme geldi.
Kozanoğlu’nun uzun öyküsünün kadın kahramanı, ruhsal bir dengesizlik sonucu erkeklik ve kadınlık eğilimleri gösteren, fakat aslında kadın olan iki kişilikli ve evli bir kadındı.
Gerçek kişiliğini sonradan sevgilisi ve ikinci eşi olan bir psikiyatrist yardımıyla bulan bu yabansı (garip) kadın, özgür, bağımsız ve baş kaldıran bir yaşam biçimini, yasadışı bir ortam içinde, olağanüstü bir serüven dizini olarak sürdürüyordu.
Kadın ve erkek giysileri içinde değişken iki kişilik, değişken iki görünüm. Kadın kimliğinde kolundaki ‘damga’nın, erkek kimliğinde kulaklarındaki küpe deliklerinin varlığının oluş nedenlerini ruhsal bunalımlar içinde anımsamaya çalışma. Kadın ve erkek kimliğinde aşırı boyutlarda romantik ve cinsel aşk ilişkileri. Ara sıra uysal, sakin ve erdemli bir davranışla eşe veya sevgiliye bağlılık. Ara sıra sınırsız bir özgürlük, tutkuyla azgın cinsel bir başkaldırma. Ara sıra trajik ve çarpıcı bir biçimde kişiliklerin karışması. A. Z. Kozanoğlu’nun uzun öyküsündeki ve senaryodaki kadın kahramanın nitelikleri aşağı yukarı bunlardı.
Kozanoğlu ile birlikte yazdığımız senaryoda “argo konuşmalar”, “külhanbey raconları” yoktu.
Rejisör olarak ben, kadın oyuncu olarak Cahide Sonku, Sezer Sezin veya Heyecan Başaran’ın düşünüldüğü bu senaryo, film olarak gerçekleşmedi.
1956 yılında Atlas Film ortaklığı sona erdi. A. Z. Kozanoğlu ile birlikte yazdığımız bu senaryo, ayrılan ortaklar arasında yapılan bir anlaşma sonucu, yeni oluşan Acar Film-Murat Köseoğlu’na verildi.
1959 yılında, değerli meslektaşım, unutulmaz yaratıcı varlığını her zaman hatırladığım, sevgili arkadaşım yazar-rejisör Aydın Arakon, A. Z. Kozanoğlu ile ortaklaşa yazdığımız bu senaryoyu, çok doğru bir davranış ve özgün bir yaratış üretkenliği ile yeniden yazıp değiştirerek Fosforlu Cevriye adlı filmini, Acar Film için gerçekleştirdi.
Suat Derviş, Fosforlu Cevriye adlı romanını 1968 yılında yayımladı.
Türk Sinema Tarihi’ne belge olur umuduyla.
Bu anlatımdan yola çıkarsak Aydın Arakon’un yönettiği Fosforlu Cevriye filminin çıkış noktasının Suat Derviş’in aynı adlı romanı değil, Ahmet Mithat Efendi’nin Dürdane Hanım romanı olduğunu söyleyebiliriz. Oradaki Ulviye Hanım/Acem Ali Bey ikiliğine benzer bir ikilik tasarlanmış. Zaten yazının sonunda görüldüğü gibi, senaryonun ilk versiyonunu yazan Metin Erksan, Suat Derviş’in romanının yayınlanışından otuz sene evvel tefrika edildiğini bilmiyor da. Yani böyle bir etkileniş söz konusu olamazmış.
Tabii Aydın Arakon’un yeniden yazdığı senaryo, Metin Erksan’ın anlattığı ve “keşke çekilseymiş, böyle bir film, hem de Metin Erksan rejisiyle yapılsaymış” dedirten senaryodan çok farklı. Neriman Köksal’ın canlandırdığı Necla karakteri Şoför Nebahat, Dişi Kurt ve Erkek Fatma gibi filmlerde tam da o dönem örnekleri verilen ‘tomboy’ karakterlerden biri. Başarılı bir polisiye olan filmde, babası öldürülen ve cinayet, kardeşi Perihan’ın üzerine kalan Necla önce suçu üstlenir, sonra da firar edip tanıştığı Çetin’le gerçek suçluları bulmaya çalışır…. Fosforlu Cevriye filmin neresinde diyeceksiniz… Önce Necla’ya takılan bir isim; sürekli silah attığı, çiftlik çalışanlarıyla içli dışlı olduğu için ona ‘Fosforlu Cevriye’ deniyor. Daha sonra da Çetin’le cinayeti çözmeye çalışırken kılık değiştirip bir meyhaneye gidecekleri sırada Necla, Fosforlu Cevriye, Çetin Kıtıpiyos adını alıyor. Film, katillerin bulunması, Necla’nın bitirim ve hırsız sandığı Çetin’in Milli Emniyet’ten olduğunun anlaşılmasıyla bitiyor. Filmin sonunda Zeki Duygulu’nun bestesi de seslendiriliyor.
Fosforlu Cevriye’nin popüler kültürümüze ve Yeşilçam’a girişi böyle oluyor. Film çok büyük bir gişe başarısı elde edince hemen o sene Kıtıpiyos’a Tuzak/Fosforlu’nun Oyunu ve 1962’de Fosforlu Oyuna Gelmezadlı devam filmleri çekiliyor.
Suat Derviş bu sırada Avrupa’da sürgün hayatı yaşıyor. Döndüğündeyse kendisinden bağımsız olarak bir popüler kültür fenomeni haline gelen, farklı disiplinlerde kendisini kanıtlayan Fosforlu Cevriye’nin şöhretinden faydalanarak romanını gün yüzüne çıkartmaya çalışıyor. Önce bir Ankara gazetesinde yeniden tefrika ediliyor Fosforlu Cevriye. Daha sonra 1968’da kitap olarak basılıyor.
Suat Derviş’e ait bir pusuladan, yazarın romanı senaryolaştırdığı da ortaya çıkıyor. Berat Günçıkan, 19 Mart 1995 tarihinde, Cumhuriyet Dergi’de çıkan “Unutulmaya Direnen Kadın: Suat Derviş” başlıklı yazısında Derviş’in bir yapımcıya yolladığı pusulaya yer veriyor.
“‘Efendim’ diye başlıyordu dört eylül bin dokuz yüz altmış sekiz tarihli mektup, daha doğrusu pusula. Bir film şirketi sahibine yazılmıştı, Fosforlu Cevriye senaryosundan kalan alacak yüz elli lira isteniyordu. ‘Bu kadar küçük bir para için sizi rahatsız etmek istemezdim,’ deniyordu, ‘fakat yirmi gün evvel kocamı kaybettim. Bu kadar gülünç bir paraya ihtiyacım var.’ Pusulayı getirene bu paranın tamamı ya da bir kısmı verilmeli, geri kalanın ne zaman ödeneceği bildirilmeliydi. ‘Şimdi içinde bulunduğum perişanlığım geçer geçmez,’ diye eklenmişti, ‘yeniden beraber iş yapma imkânlarını aramak için sizi göreceğim.’ Hangi film şirketine gönderilmiş, yazılırken neler hissedilmişti, bilinmiyordu ama Suat Derviş’e aitti bu pusula. Altında onun imzası vardı.”
Gülriz Sururi’nin anılarından ve Liz Behmoaras’ın Suat Derviş: Efsane Bir Kadın ve Dönemi adlı kitabından, yazarın eserini, Sururi’nin başrolünde yer alacağı bir oyun haline getirtmek istediği, hatta romanın Haldun Taner’e teslim edildiği, ancak bu çabanın da sonuçsuz kaldığını öğreniyoruz.
Suat Derviş’in aynı adlı romanı değil ama “Fosforlu Cevriye” şarkısı, 1969’da Fosforlu Cevriyem ve Bana Derler Fosforlu, 1978’de Cevriyem, 1989’da Fosforlu ve 2000’de Fosforlu Cevriye olmak üzere toplam beş filme daha kaynaklık ediyor. Hatta bir süre sonra Fosforlu Melek (1972) gibi yeni fosforlular da türemeyebaşlıyor; Halit Refiğ, Karakolda Ayna Var (1966) ve Kız Kolunda Damga Var (1967) adlı iki filmi peş peşe çekiyor. (Kız Kolunda Damga Var’ın başında şarkıyı, değiştirdiği sözlerle, Sadri Alışık’ın sesinden dinleyebilirsiniz.)
Bu filmlerin sadece ikisi, 1978 tarihli Safa Önal’ın senaryosunu yazdığı, Memduh Ün’ün yönettiği Cevriyem ve 2000 yılında yine bu senaryo üzerinden Mustafa Altıoklar’ın çektiği Fosforlu Cevriye, Suat Derviş’in romanından da yola çıkıyor/esinleniyor.
Neyse… Yazıyı bir Suat Derviş yazısına çevirmeyeyim. Bu yazı bir Fosforlu Cevriye yazısı. Suat Derviş’e çok şey borçlu olan ama ondan bağımsız bir “Fosforlu Cevriye” yazısı. Ve bu sayede görüyoruz ki, Fosforlu Cevriye’yi yaratan, Suat Derviş başta olmak üzerine pek çok sanatçıya ilham veren besteci ve söz yazarı Zeki Duygulu’dur. “Umarım tüm bu eserlerden hak ettiği telifleri almıştır” diyeceğim ama hiç sanmıyorum. Çoğu kez ismi bile anılmamış bu eserlerde. Mesam ve MSG (Musiki Eseri Sahipleri Grubu Meslek Birliği) üzerinden ses kayıtlarının teliflerini alıyor olmalı vârisleri sadece. Oysa Zeki Duygulu bize sadece bir şarkı değil, bir popüler kültür fenomeni armağan etmiş. Hakkında müstakil bir yazı kaleme almanın sözünü burada, sizlerin huzurunda veriyorum. İsmi yâd, ruhu şad olsun.
•